Atilla Ay kapıdan çıkan müşterinin ardından göz ucuyla
baktı. Kırk başlarında, orta boylu topluca bir kadındı. Bir hafta içinde üçüncü
gelişiydi. 120 ml’lik Alix Avien parfümü satın almıştı. İlk iki gelişinde
A&A haricinde bütün markaları denemiş ve sonunda kararını vermişti.
Diğer tezgâhtar
Faila, asıl adı Fazıla’ydı, iki genç kadın müşterisine standart hipnoz
kelimelerini telaffuz etmekteydi. Kadınsı
romantizmi yansıtan koku, bergamut, vanilya özlü, ne çok çicek, ne de tatlı, en
az on iki saat etkin, diğer kokularla eşleşmeyen özgün karakter...
Cuma öğleden
sonra 13.32’ydi. Dükkânda hafif bir tenhalık belirmişti. Kesif bulutların
arasındaki beklenmedik yarıktan gelen güneş ışınları. Atilla’nın canı çok kahve
çekmişti. Daha kapanışa upuzun saatler vardı. İradesine hakim olarak kahve
içmedi ve canı bitki çayı çekmediği için alt rafta duran mango suyu kutusuna
uzandı. Pasajın tenha bir yerinde alelacele içeceği günün beşinci ve sonuncu
sigarası için daha önünde iki buçuk saat vardı.
Itr-ı Tâze
koskoca İstanbul’da benzerine çok az raslanan bir üsluptu. İlânlarda böyle
yazıyordu ve büyük ölçüde doğruydu. Bilinen markaların yanı sıra kendi
markaları olan dürüst mamüller satıyorlardı. Arı sütlü krem diyorlarsa gerçek
arı sütlü kremdi. Saçlar için sattıkları Ginseng’li şampuanlar çok rağbet
görmekteydi. Zeytin yağından yapılan sabunlarının kalitesi çok üstündü. Bunun
karşılığı olarak pahalıydılar. Doğal şeyler artık bütün dünyada
pahalanmaktaydı. Itr-ı Tâze’nin müşterileri bunun farkındaydı. Bu yüzden tuzlu
fiyatları kabullenmişlerdi.
“A&A günüm bugün.”
Kadın göğsündeki
isim etiketine bakarak bunu deyince Atilla mütevazı bir beyaz gülümsemeyle
karşılık vermişti. Dişleri arka taraflardan birkaç eksikliydi, iki de çürüğü
vardı ama, gülümsemesi bembeyazdı. Burada cildi parlak, dişleri beyaz, ince
yapılı olmayan ve gözleri pırıl pırıl yanmayan biri çalışamazdı. İçeri giren
müşteri tezgâhtarlarda geçmişte kalan gençliğini ve raflarda bu diriliğin
gölgesini yakalama hayalini aynı anda görmeliydi. Patronu İzzet bey iş
konuşmasında böyle izah etmişti durumu. Sanat tarihi okumuştu. Kültürlü adamdı.
Atilla’nın en
iyimser tahminle son kullanım tarihine toslamasına altı yıl falan vardı. Kötü
beslenir,içki ve sigarayla kendini harap ederse bu tarih daha öne alınırdı.
Otuza gelince deneyimli bir satıcı olarak daha büyük satış yerlerinde şef
olabilme imkânı vardı. Bu giderek gerçekleşme yüzdesi azalan bir hayaldi. Çünkü
rekabet çok hızlıydı. Kayırılmak şarttı. Onun kayırıcısı yoktu. Paralı bir
müşteri ayartarak zengin bir kadınla evlenmek de istatistiklere bakıldığında
çok düşük bir olasılıktı. Para biriktirip iş yapacak bir yerde ıtriyat dükkânı
açmak da öyle. Kısacası bu limandan mutlu ve sorunsuz bir geleceğe kalkan vapurlar
sadece masallarda mevcuttu.
Telefon çalınca
Atilla ona bakan Faila’ya ben alırım işareti yaparak almaca uzandı.
“Atilla, ben
annenim.”
Atilla’nın
beyninde bir düşünce kalediyoskobu açılmış gibiydi. Zıt fikirlerin arasındaki
hızlı bir çekişmenin ardından ‘anneyle’ ilgili alan güçlendi.
“Annecim.”
“Nasılsın oğlum?”
Atilla
müşterilerle konuşan Faila’nın yan gözle ona baktığını farkında olmadan almacı
yerine bıraktı. Arkada hem depo, hem de çalışanlar için ayrılmış bulunan küçük
bölmeye gitti. Askılıktan sarı ceketini aldı. Küçük aynada yüzüne baktı. Her
şey uygun diye düşündü ve tezgâhtar kızın şaşkın bakışları altında rahat ve
acelesiz adımlarla kapıdan çıkıverdi.
Tam
karşılarındaki blucin giysiler satan dükkânın kapısında duran uzunca boylu,
kısa saçlı esmer bir kız eliyle nereye işareti yaptı. Atilla kıza aynı şekilde
işaret yaparak yoluna devam etti. Pasajdan çıkınca her zaman yaptığı gibi
minibüs durağına doğru yönelmedi. Hemen
solunda kaldırıma yanaşmış bir taksi müşteri indirmekteydi. Taksiye doğru
yönelirken durakladı. Daha ilerideki bir taksi ön farlarıyla selektör yapmıştı.
Ön kapıyı aralayan şoföre aldırmadan o tarafa doğru yürüdü. Sokakların
kalabalık olduğu bir zamandı. Adımlarını hızlandırdı. Taksinin sağ arka
kapısını açtı ve koltuğa kuruldu. Siyah kısa saçlı, orta yaşlı biriydi şoför.
İçeri girince tek bir sözcük etmemişti. Atilla kapıyı kapatır kapatmaz araç
hareket etti. Atilla’nın bunlara şaşan yanı tutuktu. Arkasına yaslanarak
gözlerini kapattı. Zihninde bir manzara belirmişti. Bir pencereden uçsuz
bucaksız bir çöle bakmaktaydı. Huzur soluyordu. Tekdüzeliğin yatıştırıcı
sarmalına girmişti. Endişeli düşünceleri, durumu yadırgayan dikenli fikirleri
yalıtan bir ortamdaydı.
“Burası.”
Cihangir’de Önder
apartmanının önünde durmuşlardı.
“Bu sizin için.”
Atilla şoförün
uzattığı siyah küçük çantayı aldı. Ağır değildi. “Mersi.”
“4. kat. 8
numara. Asansör bozuk. Merdivenlerden çıkın.. Anahtar çantada. Dış kapı en alt
düğmeye basınca açılıyor. Adınız Sermet. Sermet Tanseli.”
“Anladım.”
“Rasgele Sermet
bey.”
Atilla arabanın
uzaklaşmasına kayıtsız en alt zile bastı. Kapı vınlamayla açıldı. Bakımlı ve
yeni bir apartmandı. İçeride çıt yoktu. Basamaklardan yavaşça yukarı çıktı. 8
numaranın önüne gelince çantanın fermuarını açtı. Bir halkaya asılı çifte
anahtarlarla kapıyı açtı ve içeri girdi.
8 numaralı daire
bir aile mekânı değildi. Az eşyalı, dinlendirici ortamlı bir bekâr eviydi.
Mutfağa gitti. Buzdolabında yarısı içilmiş Smirnoff votka, iki yarım litrelik
kutu Grolsch marka bira, üç domates, dilimlenmiş kaşar peyniri, francola ekmek,
brokoli ve bir demet taze soğan vardı.
Tül perdeleri
örtülü oturma odasına giderek deri divana oturdu ve elindeki çantanın
içindekileri kalın cam levhalı sehpanın
üstüne boca etti. Sermet Tanseli adına çıkarılmış bir nüfus cüzdanı, bir adet
bordo renkli samsung cep telefonu, 29 mayıs tarihli bir uçak bileti ve orta
büyüklükte beyaz bir zarf. Uçak bileti tek yapraklık bir elektronik biletti.
Sermet Tanseli denen zat saat 22.00’de kalkan uçakla İzmir’e gidecekti. Bu gece
yani. Saatine baktı. Saat 14.30’du. Eli zarfa uzanıp dışarıdan yokladı. Bir
deste kağıt. Zarfı kenardan yırtarak açtı. Paraydı. 30 adet yüzlük, 6 adet
yirmilik ve iki adet metal teklik olmak üzere tam 3122 liraydı. Paraları
otomatik olarak arka cebinde taşıdığı cüzdanına yerleştirdi. Sonra ayağa
kalktı. Ceketini çıkardı.
Oturma odasının
tül perdelerini arkasında güneşli bir hava vardı. Tülü çekmeye kalkışmadı. Bunu
tülden bile hafif bir yanı yapmış, haliyle bir sonuç alamamıştı.
Daireyi tanımak için dolaşmaya başladı. Yatak odası bordo
renk nevresim örtülü iki kişilik yatak, iki beyaz baş ucu komodini, iki kanatlı
beyaz bir dolaptan ibaretti. Tek yatak odalı dairenin diğer yerleri gibi
duvarlarda resim, biblo vb. bir şey asılmamıştı. boştu. Komodinlerin çekmeceleri de öyle.
Daire bu haliyle ona tahsis edilmiş bir otel suitine benzemekteydi. Anonimdi.
Ceketini çıkartıp
mutfaktaki sandalyelerden birine astı ve kendine peynirli bir sandviç
hazırladı. Yanına bira ve votka içecekti. Az sonra zihni alkolle buğulanmış
durumda divanda oturmaktaydı. Son aylarda içki içmediği için bira ve votka
acaip vurmuştu. İş güç yok, tatildesin diyen sese kulak verip bir şarkı
mırıldanmaya başladı. Birazdan uykuya dalacaktı. En son on iki yaşındayken
söylediği bir parçayı mırıldanmaya başladı.
*
“Sermet bey plan
değişti. Şu tarafa lütfen.”
Bunu diyen kısaca
boylu, tıknaz, keçi sakallı bir adamdı. Kısa kumral saçları kafasında peruka
gibi duran cin bakışlı biriydi. Sermet’in içinde kaç hepsinden ahmak diye haykıran yan çok güçsüzdü. Annesi
direksiyondaydı. Söz dinlemesini ve bu adamla beraber gitmesini
öğütlemekteydi.
Sermet uysalca
elinde koyu kahverengi büyükçe bir ateşe çantası olan siyah ceketli adamın
arkasından yürüyerek erkekler tuvaletine girdi. Kel kafalı iriyarı bir adam
incecik bir tarakla tenha saçlarını elektriklemekteydi. Beyaz gömleğinin karın
kısmı fıçı gibiydi. Lacivert kravatı cafcaflı bir ambalaj öğesi gibi
durmaktaydı.
Atilla adamla
birlikte pisuarda yan yana durdu. Şişman adam çıkıp gidince siyah ceketli adam,
“Adım Ahmet.” Dedi. “Kaçış mühendisinizim. Plan değişti. Şu çantayı alın. Ve
kabine girip hızla soyunun. İçindeki şeyleri giyin. Çıkardıklarınızı çantaya
tıkın ve derhal çıkışa gidin. Uçuşunuz iptal edildi. Telefonla sizi arayıp
talimat vereceğim.”
Atilla
kabinlerden birinde soyundu. Siyah pantolon ve sarı ceketini çıkardı. Çantadan
çıkan krem rengi yazlık takım elbiseyi giydi. Kendi giysilerini çantaya tıktı.
Dışarı çıktı. İki genç yan yana çiş yapmaktaydılar. Ona özel bir merak
yapıştırmadılar. Atilla aynada kendine baktı. Elbise üzerine hokka gibi
oturmuştu.
Tuvaletten dışarı
çıktığında komutu dinledi ve terminalden dışarı çıktı. Taksilerin bulunduğu yer
saat geç olduğu için tenha sayılırdı. Sıradaki taksiye bindi ve Cihangir’de
kaldığı evin adresini verdi.
Yolda giderlerken
telefonu çaldı.
“Atilla, ben
annenim.”
Atilla annesinin
dediklerini dinledi. İyi geceler dileyip telefonu kapattı. Aklında kadının
söylediği şeylerden hiçbiri kalmamıştı, ama ne yapacağını çok iyi bildiği
duygusuna sahipti.
Önder
apartmanının 8 numaralı dairesi bıraktığı gibiydi. İçki bardağının sehpanın
camı üzerindeki bıraktığı iz duruyordu. Atilla yeni ceketini çıkarıp divanın
üstüne attı ve mutfağa gitti. Buzdolabı kendini azıcık yenilemişti. Votka
şişesi hâlâ yarım doluydu. İçtiği biralardan birinin yerine yenisi konmuştu.
Karnı açlıktan gurluyordu. İçkileri yenileyen kimse neden yemek işini
düşünmemişti acaba? Tam o sırada zil çaldı.
Atilla içi rahat
bir şekilde kapıya gitti. Cüzdanındaki iki tekliği çıkartarak avucunda tuttu.
Beyninde bir bilgi ampulcuğu yanmıştı. Annesinin ısmarladığı pizza gelmişti.
“Sermet Tanseli.”
“Benim.”
“Pizzanız buyrun.
Ücreti ödendi.”
Atilla sol eliyle
yassı kutuyu tuttu ve delikanlının eline iki tekliği sıkıştırarak kapıyı örttü.
Annesinin
ısmarladığı pizza nefisti. Ekmek kısmı pişkin, peyniri az, bol siyah zeytinli,
enginarlı ve domatesliydi. Hızla lokmaları yutarken beklenmedik bir şey oldu.
Dairenin kapısı açıldı. Sonra yavaşça örtüldü. Birisi gelmişti. Plansız bir
etkinlik olmalıydı. Çünkü nabzı ilk kez hızlanmıştı. Ayağa kalkıp oturma odasına
gitti. Kendi yaşlarında, ince yapılı biri şaşkınlıkla ona bakmaktaydı. Gözleri
endişe yüklüydü. Üzerinde sarı ceket, siyah pantolon ve eflatun gömlek vardı.
Çantada duran giysilerinin tıpa tıp aynısıydı.
“Kimsiniz?”
Delikanlı benzeri
değildi. Ondan daha esmer, daha uzun boyluydu. Dudakları daha inceydi.
Bakışları huzursuzluk ışımaktaydı.
“Adım Atilla.”
“Hüviyet var mı
üzerinde?”
Atilla cebinden
kimliğini çıkartarak muhatabına uzattı. Annesinin yapma diyen sesi yeterince
etkin değildi bir nedenden. Adam baktı ve serbest sol eliyle ceketinin iç
cebinden kendi hüviyetini çıkartıp uzattı. Fotoğraftaki küçük fark hariç kimlik
harfi harfine kendisininkiyle aynıydı. Karışısında duran zat da Sermet
Tanseli’ydi.
*
“Anladın mı şimdi
dönen dümenleri?”
Atilla diğer
Atilla’nın, neyse ki soyadları farklıydı, anlattığı şeyleri kolayca kavramıştı,
ama kabullenmesi çok zordu. Dünya çapında etkin bir firma beynini yıkadığı
kimseleri av hayvanı olarak kullanmaktaydı. Avcılar çoğu genç delikanlılar ve
kızlar olan kurbanları takip ederek buluyorlardı. Bu heyecan verici oyun çok
gizli bir şirket tarafından organize edilmekteydi. Bunların Türkiye’de de
şubeleri vardı. İstanbul’a gelen yabancı avcılar, yerlilerle birlikte avları
takip ederek enselemeye çalışıyorlardı. Bunun için astronomik ücretler
ödemekteydiler. Av konumundaki gençler kendi gibi ailevi bağları güçlü olmayan,
koca metropolde neredeyse yalnız olan kimselerdi. Av konumundaki kimseler çok
nadiren de olsa tasalluta uğramakta ya da öldürülmekteydi. Kız ya da erkek
tecavüze uğrayanlar da oluyordu, ama nadirdi. Genellikle kaçış mühendisleri
tarafından ustaca yöneltilip arama heyecanı yaratmakta kullanılıyorlardı.
Birkaç kaçıştan sonra kullanım süreleri doluyordu. Beyne verilen şoklar daha
fazlasına dayanamamaktaydı. Adaşına verilen son şok etkili olmayınca adım adım
bütün hikayeyi çakmıştı. Bıçağı boynuna dayadığı kaçış mühendislerinden biri
her şeyi anlatmıştı.
“Anlar gibiyim.”
“Senin numaran da
14 tıpkı benim gibi. Bu bir arıza.”
“Nereden
biliyorsun 14 olduğumu?”
“Kimlik
numarandan. Son üç rakam bize aittir. İkimizinki de 014 ile bitiyor. Bana da bu
dairenin anahtarları verildi. Bana da 3122 lira harcırah verildi. Tek fark
benim oyuna iki gün önce girişimdir. Oyuna yanlışlıkla bir yerine iki av sürdü
kerizler. Bir kaos yaşıyorlardır şu anda.”
“Ne yapıcaz peki
şimdi?”
“Bir planım
vardı. İyiki seni buldum. İkimiz daha çok gürültü çıkartır ve daha inandırıcı
oluruz. Birlikte önce gazetecilere durumu anlatan mailler yollayacağız. Sonra
birkaçıyla ilişki kurup birlikte polise gideceğiz. O zaman bize bir şey yapmaya
cesaret edemezler. Bu evden arazi olucaz. Sota bir yer buluruz. Sonra adım adım
dediklerimi yaparız.”
Atilla başıyla
olumladı. Annesinin bu plana niye olanca gücüyle karşı çıkmadığını düşünerek
şaşmaktaydı.
“Hemen gidiyoruz
o zaman.”
Hemen sözcüğü
sihirli bir kelime gibiydi. Telaffuz edilir edilmez oturma odasına birisi
gelmişti. Kapının açıldığını farketmemişlerdi. Mavi ince kazak ve beyaz pantolon
giymiş, orta yaşlı biriydi. Belki de yatak odasında saklanmıştı. Orta boylu
iddiasız fizikli bir adamdı, ama sol elindeki susturucu takılı kocaman
tabancayla çok iri ve tehlikeli bir görünümü vardı.
“Hiçbir yere
gitmiyorsunuz.”
Kopça gözlü
adamın sağ elinde bir telefon vardı. Namluyu onlara yönelik durumda tutarak cep
telefonuna konuştu. “Yakaladım. 14’leri enseledim. Ben KartalXQ7. Talimat
bekliyorum.”
Talimat çok
kısaydı. Adam gözlerinde sevinçli bir pırıltıyla telefonu cebine koyup bir adım
yaklaştı ve “Sizlere eller yukarı demeyi unuttum.” Dedi.
Atilla adaşıyla
aynı anda ellerini havaya kaldırdı. “Ne oluyor?”
“Tuzağa düştük.
Fırla yoksa...”
Atilla’nın zihni
ne demek istediğini anlamıştı, ama kasları çok tutuktu. Adaşı kalbine giren bir
kurşunla yere yıkılıp hareketsiz kalınca dizlerinin bağı çözüldü, ama yere
yığılmadı. Katil tabancanın namlusunu aşağı indirip eliyle sakinleş işareti
yaptı. Sonra cebinden telefonu çıkarıp bir numara tuşladı. Bunu yapabilmek için
tabancayı pantolon kemerine takmıştı. Atilla’dan bir korkusu yoktu demekki. Bu
arada zihninin bağımsız çalışan bölgesi çift 14’ün kasıtlı yapıldığını, bu tür
oyunlarda oyunculardan birinin ölerek safdışı edildiğini kavramıştı. Bu defa
kendi sonradan eklenendi. Paçayı kurtarmıştı. Bir sonraki defa bilinmezdi ne
olacağı. Bir sonrası varsa tabii.
Atilla kendine
uzatılan telefonu aldı, yerde yatan cesede bakmamaya çalışarak kulağına
götürdü.
“Atilla ben senin
annenim.”
*
“Çok şanslısın
vallaha. Dün patron ne geldi, ne de aradı. Cuma olduğu halde. Nerdeydin
Allahaşkına?”
Atilla minnetle
Faila’ya baktı. Sağolsun onu idare etmişti. Canı çıkmış olmalıydı tek başına.
“Bir kız arkadaş.” Dedi. “Ona kafam bozuktu. Birden dellendim.”
Kız bu izahı pek
inandırıcı bulmamıştı. Aşk hikayelerini tüm ayrıntısıyla bilirdi ama, ısrar
etmedi. “Dikkat et. Kriz var. Bu zamanda.”
Dükkânda müşteri
olmadığı bir andı. Atilla kıza sarıldı. “Sağol Faila. Benim de sana bir
yardımım...”
Kızın cebi
çalınca Atilla devam etmedi. Faila telefonunu açtı bir iki kelime konuştu ve
kapattı. “Annem. Eve gelirken marul getir diyor. Sesini bir duysan. Boru gibi,
günde iki paket sigara içmek yüzünden.”
Atilla’nın o
serbest bölge dediği yer bir an için dirilmişti. “Benim annem yok. Dokuz yıl önce
öldü.’dedi ve içini çekti. Gözleri hafifçe dolmuştu. Faila bir şey hissetmişti.
Tam bunu soracağı sırada içeriye iki müşteri birden girdi. Kız hemen o tarafa
yöneldi.
Atilla sol elinin
tersiyle gözlerini sildi ve kendilerine ayrılmış bölmeye gitti. Aynadaki yüzüne
baktı. Biraz bekledi. Beklediği gibi şartel yeniden açıldı. Annesi... Ve yeni
hayatının kurgusu geriye dönmüştü.
“Benim annem
sigarayı ağzına bile sokmaz.” Dedi ve tebessüm etti. Gözbebeklerindeki burukluk
iyice arkalara çekilmişti. Hazırdı kalabalık bir cumartesi gününü göğüslemeye.
Amsterdam - 2009
--------------------------------------------