29 Haziran 2017 Perşembe

14 Numaralı Kaçıcı







Atilla Ay kapıdan çıkan müşterinin ardından göz ucuyla baktı. Kırk başlarında, orta boylu topluca bir kadındı. Bir hafta içinde üçüncü gelişiydi. 120 ml’lik Alix Avien parfümü satın almıştı. İlk iki gelişinde A&A haricinde bütün markaları denemiş ve sonunda kararını vermişti.
  Diğer tezgâhtar Faila, asıl adı Fazıla’ydı, iki genç kadın müşterisine standart hipnoz kelimelerini telaffuz etmekteydi. Kadınsı romantizmi yansıtan koku, bergamut, vanilya özlü, ne çok çicek, ne de tatlı, en az on iki saat etkin, diğer kokularla eşleşmeyen özgün karakter...
  Cuma öğleden sonra 13.32’ydi. Dükkânda hafif bir tenhalık belirmişti. Kesif bulutların arasındaki beklenmedik yarıktan gelen güneş ışınları. Atilla’nın canı çok kahve çekmişti. Daha kapanışa upuzun saatler vardı. İradesine hakim olarak kahve içmedi ve canı bitki çayı çekmediği için alt rafta duran mango suyu kutusuna uzandı. Pasajın tenha bir yerinde alelacele içeceği günün beşinci ve sonuncu sigarası için daha önünde iki buçuk saat vardı.
  Itr-ı Tâze koskoca İstanbul’da benzerine çok az raslanan bir üsluptu. İlânlarda böyle yazıyordu ve büyük ölçüde doğruydu. Bilinen markaların yanı sıra kendi markaları olan dürüst mamüller satıyorlardı. Arı sütlü krem diyorlarsa gerçek arı sütlü kremdi. Saçlar için sattıkları Ginseng’li şampuanlar çok rağbet görmekteydi. Zeytin yağından yapılan sabunlarının kalitesi çok üstündü. Bunun karşılığı olarak pahalıydılar. Doğal şeyler artık bütün dünyada pahalanmaktaydı. Itr-ı Tâze’nin müşterileri bunun farkındaydı. Bu yüzden tuzlu fiyatları kabullenmişlerdi. 
   “A&A günüm bugün.”
  Kadın göğsündeki isim etiketine bakarak bunu deyince Atilla mütevazı bir beyaz gülümsemeyle karşılık vermişti. Dişleri arka taraflardan birkaç eksikliydi, iki de çürüğü vardı ama, gülümsemesi bembeyazdı. Burada cildi parlak, dişleri beyaz, ince yapılı olmayan ve gözleri pırıl pırıl yanmayan biri çalışamazdı. İçeri giren müşteri tezgâhtarlarda geçmişte kalan gençliğini ve raflarda bu diriliğin gölgesini yakalama hayalini aynı anda görmeliydi. Patronu İzzet bey iş konuşmasında böyle izah etmişti durumu. Sanat tarihi okumuştu. Kültürlü adamdı.
  Atilla’nın en iyimser tahminle son kullanım tarihine toslamasına altı yıl falan vardı. Kötü beslenir,içki ve sigarayla kendini harap ederse bu tarih daha öne alınırdı. Otuza gelince deneyimli bir satıcı olarak daha büyük satış yerlerinde şef olabilme imkânı vardı. Bu giderek gerçekleşme yüzdesi azalan bir hayaldi. Çünkü rekabet çok hızlıydı. Kayırılmak şarttı. Onun kayırıcısı yoktu. Paralı bir müşteri ayartarak zengin bir kadınla evlenmek de istatistiklere bakıldığında çok düşük bir olasılıktı. Para biriktirip iş yapacak bir yerde ıtriyat dükkânı açmak da öyle. Kısacası bu limandan mutlu ve sorunsuz bir geleceğe kalkan vapurlar sadece masallarda mevcuttu.
  Telefon çalınca Atilla ona bakan Faila’ya ben alırım işareti yaparak almaca uzandı.
  “Atilla, ben annenim.”
  Atilla’nın beyninde bir düşünce kalediyoskobu açılmış gibiydi. Zıt fikirlerin arasındaki hızlı bir çekişmenin ardından ‘anneyle’ ilgili alan güçlendi.
  “Annecim.”
  “Nasılsın oğlum?”
  Atilla müşterilerle konuşan Faila’nın yan gözle ona baktığını farkında olmadan almacı yerine bıraktı. Arkada hem depo, hem de çalışanlar için ayrılmış bulunan küçük bölmeye gitti. Askılıktan sarı ceketini aldı. Küçük aynada yüzüne baktı. Her şey uygun diye düşündü ve tezgâhtar kızın şaşkın bakışları altında rahat ve acelesiz adımlarla kapıdan çıkıverdi.
  Tam karşılarındaki blucin giysiler satan dükkânın kapısında duran uzunca boylu, kısa saçlı esmer bir kız eliyle nereye işareti yaptı. Atilla kıza aynı şekilde işaret yaparak yoluna devam etti. Pasajdan çıkınca her zaman yaptığı gibi minibüs durağına doğru yönelmedi.  Hemen solunda kaldırıma yanaşmış bir taksi müşteri indirmekteydi. Taksiye doğru yönelirken durakladı. Daha ilerideki bir taksi ön farlarıyla selektör yapmıştı. Ön kapıyı aralayan şoföre aldırmadan o tarafa doğru yürüdü. Sokakların kalabalık olduğu bir zamandı. Adımlarını hızlandırdı. Taksinin sağ arka kapısını açtı ve koltuğa kuruldu. Siyah kısa saçlı, orta yaşlı biriydi şoför. İçeri girince tek bir sözcük etmemişti. Atilla kapıyı kapatır kapatmaz araç hareket etti. Atilla’nın bunlara şaşan yanı tutuktu. Arkasına yaslanarak gözlerini kapattı. Zihninde bir manzara belirmişti. Bir pencereden uçsuz bucaksız bir çöle bakmaktaydı. Huzur soluyordu. Tekdüzeliğin yatıştırıcı sarmalına girmişti. Endişeli düşünceleri, durumu yadırgayan dikenli fikirleri yalıtan bir ortamdaydı.
  “Burası.”
  Cihangir’de Önder apartmanının önünde durmuşlardı.  
   “Bu sizin için.”
  Atilla şoförün uzattığı siyah küçük çantayı aldı. Ağır değildi. “Mersi.”
  “4. kat. 8 numara. Asansör bozuk. Merdivenlerden çıkın.. Anahtar çantada. Dış kapı en alt düğmeye basınca açılıyor. Adınız Sermet. Sermet Tanseli.”
  “Anladım.”
  “Rasgele Sermet bey.”
  Atilla arabanın uzaklaşmasına kayıtsız en alt zile bastı. Kapı vınlamayla açıldı. Bakımlı ve yeni bir apartmandı. İçeride çıt yoktu. Basamaklardan yavaşça yukarı çıktı. 8 numaranın önüne gelince çantanın fermuarını açtı. Bir halkaya asılı çifte anahtarlarla kapıyı açtı ve içeri girdi.
  8 numaralı daire bir aile mekânı değildi. Az eşyalı, dinlendirici ortamlı bir bekâr eviydi. Mutfağa gitti. Buzdolabında yarısı içilmiş Smirnoff votka, iki yarım litrelik kutu Grolsch marka bira, üç domates, dilimlenmiş kaşar peyniri, francola ekmek, brokoli ve bir demet taze soğan vardı.
  Tül perdeleri örtülü oturma odasına giderek deri divana oturdu ve elindeki çantanın içindekileri  kalın cam levhalı sehpanın üstüne boca etti. Sermet Tanseli adına çıkarılmış bir nüfus cüzdanı, bir adet bordo renkli samsung cep telefonu, 29 mayıs tarihli bir uçak bileti ve orta büyüklükte beyaz bir zarf. Uçak bileti tek yapraklık bir elektronik biletti. Sermet Tanseli denen zat saat 22.00’de kalkan uçakla İzmir’e gidecekti. Bu gece yani. Saatine baktı. Saat 14.30’du. Eli zarfa uzanıp dışarıdan yokladı. Bir deste kağıt. Zarfı kenardan yırtarak açtı. Paraydı. 30 adet yüzlük, 6 adet yirmilik ve iki adet metal teklik olmak üzere tam 3122 liraydı. Paraları otomatik olarak arka cebinde taşıdığı cüzdanına yerleştirdi. Sonra ayağa kalktı. Ceketini çıkardı.
  Oturma odasının tül perdelerini arkasında güneşli bir hava vardı. Tülü çekmeye kalkışmadı. Bunu tülden bile hafif bir yanı yapmış, haliyle bir sonuç alamamıştı.
Daireyi tanımak için dolaşmaya başladı. Yatak odası bordo renk nevresim örtülü iki kişilik yatak, iki beyaz baş ucu komodini, iki kanatlı beyaz bir dolaptan ibaretti. Tek yatak odalı dairenin diğer yerleri gibi duvarlarda resim, biblo vb. bir şey asılmamıştı.  boştu. Komodinlerin çekmeceleri de öyle. Daire bu haliyle ona tahsis edilmiş bir otel suitine benzemekteydi. Anonimdi.
  Ceketini çıkartıp mutfaktaki sandalyelerden birine astı ve kendine peynirli bir sandviç hazırladı. Yanına bira ve votka içecekti. Az sonra zihni alkolle buğulanmış durumda divanda oturmaktaydı. Son aylarda içki içmediği için bira ve votka acaip vurmuştu. İş güç yok, tatildesin diyen sese kulak verip bir şarkı mırıldanmaya başladı. Birazdan uykuya dalacaktı. En son on iki yaşındayken söylediği bir parçayı mırıldanmaya başladı.

*

  “Sermet bey plan değişti. Şu tarafa lütfen.”
  Bunu diyen kısaca boylu, tıknaz, keçi sakallı bir adamdı. Kısa kumral saçları kafasında peruka gibi duran cin bakışlı biriydi. Sermet’in içinde kaç hepsinden ahmak diye haykıran yan çok güçsüzdü. Annesi direksiyondaydı. Söz dinlemesini ve bu adamla beraber gitmesini öğütlemekteydi. 
  Sermet uysalca elinde koyu kahverengi büyükçe bir ateşe çantası olan siyah ceketli adamın arkasından yürüyerek erkekler tuvaletine girdi. Kel kafalı iriyarı bir adam incecik bir tarakla tenha saçlarını elektriklemekteydi. Beyaz gömleğinin karın kısmı fıçı gibiydi. Lacivert kravatı cafcaflı bir ambalaj öğesi gibi durmaktaydı.
  Atilla adamla birlikte pisuarda yan yana durdu. Şişman adam çıkıp gidince siyah ceketli adam, “Adım Ahmet.” Dedi. “Kaçış mühendisinizim. Plan değişti. Şu çantayı alın. Ve kabine girip hızla soyunun. İçindeki şeyleri giyin. Çıkardıklarınızı çantaya tıkın ve derhal çıkışa gidin. Uçuşunuz iptal edildi. Telefonla sizi arayıp talimat vereceğim.”
  Atilla kabinlerden birinde soyundu. Siyah pantolon ve sarı ceketini çıkardı. Çantadan çıkan krem rengi yazlık takım elbiseyi giydi. Kendi giysilerini çantaya tıktı. Dışarı çıktı. İki genç yan yana çiş yapmaktaydılar. Ona özel bir merak yapıştırmadılar. Atilla aynada kendine baktı. Elbise üzerine hokka gibi oturmuştu.  
  Tuvaletten dışarı çıktığında komutu dinledi ve terminalden dışarı çıktı. Taksilerin bulunduğu yer saat geç olduğu için tenha sayılırdı. Sıradaki taksiye bindi ve Cihangir’de kaldığı evin adresini verdi.
  Yolda giderlerken telefonu çaldı.
   “Atilla, ben annenim.”
  Atilla annesinin dediklerini dinledi. İyi geceler dileyip telefonu kapattı. Aklında kadının söylediği şeylerden hiçbiri kalmamıştı, ama ne yapacağını çok iyi bildiği duygusuna sahipti. 
  Önder apartmanının 8 numaralı dairesi bıraktığı gibiydi. İçki bardağının sehpanın camı üzerindeki bıraktığı iz duruyordu. Atilla yeni ceketini çıkarıp divanın üstüne attı ve mutfağa gitti. Buzdolabı kendini azıcık yenilemişti. Votka şişesi hâlâ yarım doluydu. İçtiği biralardan birinin yerine yenisi konmuştu. Karnı açlıktan gurluyordu. İçkileri yenileyen kimse neden yemek işini düşünmemişti acaba? Tam o sırada zil çaldı.
  Atilla içi rahat bir şekilde kapıya gitti. Cüzdanındaki iki tekliği çıkartarak avucunda tuttu. Beyninde bir bilgi ampulcuğu yanmıştı. Annesinin ısmarladığı pizza gelmişti.
  “Sermet Tanseli.”
  “Benim.”
  “Pizzanız buyrun. Ücreti ödendi.”
  Atilla sol eliyle yassı kutuyu tuttu ve delikanlının eline iki tekliği sıkıştırarak  kapıyı örttü.
  Annesinin ısmarladığı pizza nefisti. Ekmek kısmı pişkin, peyniri az, bol siyah zeytinli, enginarlı ve domatesliydi. Hızla lokmaları yutarken beklenmedik bir şey oldu. Dairenin kapısı açıldı. Sonra yavaşça örtüldü. Birisi gelmişti. Plansız bir etkinlik olmalıydı. Çünkü nabzı ilk kez hızlanmıştı. Ayağa kalkıp oturma odasına gitti. Kendi yaşlarında, ince yapılı biri şaşkınlıkla ona bakmaktaydı. Gözleri endişe yüklüydü. Üzerinde sarı ceket, siyah pantolon ve eflatun gömlek vardı. Çantada duran giysilerinin tıpa tıp aynısıydı.
  “Kimsiniz?”
  Delikanlı benzeri değildi. Ondan daha esmer, daha uzun boyluydu. Dudakları daha inceydi. Bakışları huzursuzluk ışımaktaydı.
  “Adım Atilla.”
  “Hüviyet var mı üzerinde?”
  Atilla cebinden kimliğini çıkartarak muhatabına uzattı. Annesinin yapma diyen sesi yeterince etkin değildi bir nedenden. Adam baktı ve serbest sol eliyle ceketinin iç cebinden kendi hüviyetini çıkartıp uzattı. Fotoğraftaki küçük fark hariç kimlik harfi harfine kendisininkiyle aynıydı. Karışısında duran zat da Sermet Tanseli’ydi.

*

  “Anladın mı şimdi dönen dümenleri?”
  Atilla diğer Atilla’nın, neyse ki soyadları farklıydı, anlattığı şeyleri kolayca kavramıştı, ama kabullenmesi çok zordu. Dünya çapında etkin bir firma beynini yıkadığı kimseleri av hayvanı olarak kullanmaktaydı. Avcılar çoğu genç delikanlılar ve kızlar olan kurbanları takip ederek buluyorlardı. Bu heyecan verici oyun çok gizli bir şirket tarafından organize edilmekteydi. Bunların Türkiye’de de şubeleri vardı. İstanbul’a gelen yabancı avcılar, yerlilerle birlikte avları takip ederek enselemeye çalışıyorlardı. Bunun için astronomik ücretler ödemekteydiler. Av konumundaki gençler kendi gibi ailevi bağları güçlü olmayan, koca metropolde neredeyse yalnız olan kimselerdi. Av konumundaki kimseler çok nadiren de olsa tasalluta uğramakta ya da öldürülmekteydi. Kız ya da erkek tecavüze uğrayanlar da oluyordu, ama nadirdi. Genellikle kaçış mühendisleri tarafından ustaca yöneltilip arama heyecanı yaratmakta kullanılıyorlardı. Birkaç kaçıştan sonra kullanım süreleri doluyordu. Beyne verilen şoklar daha fazlasına dayanamamaktaydı. Adaşına verilen son şok etkili olmayınca adım adım bütün hikayeyi çakmıştı. Bıçağı boynuna dayadığı kaçış mühendislerinden biri her şeyi anlatmıştı.
  “Anlar gibiyim.”
  “Senin numaran da 14 tıpkı benim gibi. Bu bir arıza.”
  “Nereden biliyorsun 14 olduğumu?”
  “Kimlik numarandan. Son üç rakam bize aittir. İkimizinki de 014 ile bitiyor. Bana da bu dairenin anahtarları verildi. Bana da 3122 lira harcırah verildi. Tek fark benim oyuna iki gün önce girişimdir. Oyuna yanlışlıkla bir yerine iki av sürdü kerizler. Bir kaos yaşıyorlardır şu anda.”
  “Ne yapıcaz peki şimdi?”
  “Bir planım vardı. İyiki seni buldum. İkimiz daha çok gürültü çıkartır ve daha inandırıcı oluruz. Birlikte önce gazetecilere durumu anlatan mailler yollayacağız. Sonra birkaçıyla ilişki kurup birlikte polise gideceğiz. O zaman bize bir şey yapmaya cesaret edemezler. Bu evden arazi olucaz. Sota bir yer buluruz. Sonra adım adım dediklerimi yaparız.”
  Atilla başıyla olumladı. Annesinin bu plana niye olanca gücüyle karşı çıkmadığını düşünerek şaşmaktaydı.
  “Hemen gidiyoruz o zaman.”
  Hemen sözcüğü sihirli bir kelime gibiydi. Telaffuz edilir edilmez oturma odasına birisi gelmişti. Kapının açıldığını farketmemişlerdi. Mavi ince kazak ve beyaz pantolon giymiş, orta yaşlı biriydi. Belki de yatak odasında saklanmıştı. Orta boylu iddiasız fizikli bir adamdı, ama sol elindeki susturucu takılı kocaman tabancayla çok iri ve tehlikeli bir görünümü vardı.
  “Hiçbir yere gitmiyorsunuz.”
  Kopça gözlü adamın sağ elinde bir telefon vardı. Namluyu onlara yönelik durumda tutarak cep telefonuna konuştu. “Yakaladım. 14’leri enseledim. Ben KartalXQ7. Talimat bekliyorum.”
  Talimat çok kısaydı. Adam gözlerinde sevinçli bir pırıltıyla telefonu cebine koyup bir adım yaklaştı ve “Sizlere eller yukarı demeyi unuttum.” Dedi.
  Atilla adaşıyla aynı anda ellerini havaya kaldırdı. “Ne oluyor?”
  “Tuzağa düştük. Fırla yoksa...”
  Atilla’nın zihni ne demek istediğini anlamıştı, ama kasları çok tutuktu. Adaşı kalbine giren bir kurşunla yere yıkılıp hareketsiz kalınca dizlerinin bağı çözüldü, ama yere yığılmadı. Katil tabancanın namlusunu aşağı indirip eliyle sakinleş işareti yaptı. Sonra cebinden telefonu çıkarıp bir numara tuşladı. Bunu yapabilmek için tabancayı pantolon kemerine takmıştı. Atilla’dan bir korkusu yoktu demekki. Bu arada zihninin bağımsız çalışan bölgesi çift 14’ün kasıtlı yapıldığını, bu tür oyunlarda oyunculardan birinin ölerek safdışı edildiğini kavramıştı. Bu defa kendi sonradan eklenendi. Paçayı kurtarmıştı. Bir sonraki defa bilinmezdi ne olacağı. Bir sonrası varsa tabii.
  Atilla kendine uzatılan telefonu aldı, yerde yatan cesede bakmamaya çalışarak kulağına götürdü.
  “Atilla ben senin annenim.”  

*

  “Çok şanslısın vallaha. Dün patron ne geldi, ne de aradı. Cuma olduğu halde. Nerdeydin Allahaşkına?”
  Atilla minnetle Faila’ya baktı. Sağolsun onu idare etmişti. Canı çıkmış olmalıydı tek başına. “Bir kız arkadaş.” Dedi. “Ona kafam bozuktu. Birden dellendim.”
  Kız bu izahı pek inandırıcı bulmamıştı. Aşk hikayelerini tüm ayrıntısıyla bilirdi ama, ısrar etmedi. “Dikkat et. Kriz var. Bu zamanda.”
  Dükkânda müşteri olmadığı bir andı. Atilla kıza sarıldı. “Sağol Faila. Benim de sana bir yardımım...”
  Kızın cebi çalınca Atilla devam etmedi. Faila telefonunu açtı bir iki kelime konuştu ve kapattı. “Annem. Eve gelirken marul getir diyor. Sesini bir duysan. Boru gibi, günde iki paket sigara içmek yüzünden.”
  Atilla’nın o serbest bölge dediği yer bir an için dirilmişti. “Benim annem yok. Dokuz yıl önce öldü.’dedi ve içini çekti. Gözleri hafifçe dolmuştu. Faila bir şey hissetmişti. Tam bunu soracağı sırada içeriye iki müşteri birden girdi. Kız hemen o tarafa yöneldi.
  Atilla sol elinin tersiyle gözlerini sildi ve kendilerine ayrılmış bölmeye gitti. Aynadaki yüzüne baktı. Biraz bekledi. Beklediği gibi şartel yeniden açıldı. Annesi... Ve yeni hayatının kurgusu geriye dönmüştü.
  “Benim annem sigarayı ağzına bile sokmaz.” Dedi ve tebessüm etti. Gözbebeklerindeki burukluk iyice arkalara çekilmişti. Hazırdı kalabalık bir cumartesi gününü göğüslemeye.

                                                                              Amsterdam - 2009

                       --------------------------------------------


Ben Senin Neyinim?



Ahmet Taşveren  elindeki paketi mutfak masasının üstüne bırakırken evin usulca kıvam yenilediğini farketti. Sıcak börek paketinden dışarı taşan ısıyı hissetmek gibi bir şeydi. Kötücül, tiksindirici ve irkiltici bir değişim tarafından sarmalanmıştı. Saatine baktı. Nişanlısının gelmesine yarım saat kalmıştı. Duş yapmak, ikinci kez sakal traşı olmak ve spor bir kıyafet giymek için yeterli bir zamandı, ama bütün bunlar birden önemini sonsuza kadar yitirmiş gibiydi. Bir başka durum, zor bir atmosfer bulunduğu mekânın her milimetre kübüne nüfuz etmişti.
  Kendini zorlayarak ayaklarını harekete geçirdi ve oturma odasına gitti. Kapının ağzında az kalsın yere yığılacaktı. Dizbağları takattan kesilmiş,  midesi içinde bir kalıp buz varmış gibi büzülmüştü. Bir kadın... Genç kumral bir kadın halının üzerinde sırtüstü yatmaktaydı. Taba rengi eteği kalçalarına kadar sıyrılmıştı. Beyaz yüksek topuklu ayakkabılarından biri sol omuzuna yakın yan yatmış durmaktaydı. Diğer ayakkabısı meydanda yoktu. Bacaklarının arasında ayaklarına yakın duran bordo renkli baş örtüsü şiddet yükseltici bir görsel darbe gibiydi.
  Cam üstlüklü sehpanın üzerindeki gümüş şekerlik, anneannesinin el emeği tığ işleme süs bedeni sehpaya yaslanık yatan kadının üzerine yuvarlanmak istercesine iyice kenara kaymıştı. Ahmet’e beş metre yüksekliğindeki bir tramplende ilk kez durduğu anı hatırlatmıştı. Kendini yerçekiminin kollarına salmaya korkmuştu. Dikkat edince kan lekelerinin yanı sıra sarımsı yeşilimsi lekeleri farketti. İçlerinde iyi çiğnenmemiş yemek parçacıkları vardı. Kusuktu.
  Kadının hareketsiz bedeninden, divana, halıya bulaşmış kan ve kusuklardan çok yüzü geri dönüşsüzlük ışımaktaydı. İki gözü de yuvasında değildi. İki kanlı çukur işin bitti Ahmet yerin iki âlemde de cehennem diye haykırmaktaydı.
  Şokun yarattığı ağır çekimle saatine baktı. Daha randevusuna 26 dakika vardı. Emine... Nişanlısı Emine dakik biriydi. Yirmisinden bu yana babasının firmasını çekip çevirmekteydi. O halde bu... Cinayet. Ellerine baktı. Tırnaklarını kontrol etti. Temizdi. Burnuna götürdü. Kan kokmuyordu. Gömleğine, pantolonuna bulaşmış bir leke göremiyordu. Niye cinayeti birine havale edemiyordu o halde? Katil benim sözcüğü beyninde otomatiğe bağlanmış bir zikir büklümü gibi dolanmaktaydı.
  Bakışları ayaklarının ucuna kadar gelen ve devam eden izlere takılınca içini yakan üşütücü pişmanlık çığ gibi büyüdü. Kadının kanına basan biri halıda, parkede iz bırakarak hole çıkmıştı.
  Ahmet izleri takiben yürüdü.
  “Allahım sen beni yoldan çıkarma. Allahım... Güzel Allahım.”
  Gözleri dolmuştu. Kalbi ağır ağdalı pişmanlık eğirmekteydi. Aylardır midesinde uyuklayan ülseri uyanmış yukarıya küçük geğirikler yollamaya başlamıştı. Birazdan acı sinyallerine de geçecekti kuşkusuz.
  İzler bir değil iki kişiyi işaret etmekteydi. Birbirine dolanmış dört ayağın ürünü olan izlerin yoğunlaştığı yer yüklük olarak kullandığı ikinci tuvaletti. Kapıda durup tokmağı kavradı ve yavaşça nefesini salarak kapıyı araladı.
 Kapı açılınca ışığı yakan otomatik sistem çalıştı. Yerleri paspaslamakta kullandığı kırmızı plastik leğenin üzerinde siyah kot giymiş, bir genç adam oturmaktaydı. Sırtı sekizlik tuvalet kağıdı paketlerine yaslandığı için neredeyse dik oturmaktaydı. Kumral delikanlının zeytin yeşili kazağı kan içersindeydi. Sağ yana doğru kaykılmış duran başına bakmak bir felaketti. Çünkü onun da gözleri yoktu.
  Ahmet yüklüğün kapısını öylece bırakıp sokak kapısına doğru yürüdü. Midesi yanmaya başlamıştı. Evinde cinayet işlenmişti. Nişanlısı ve erkek kardeşi Rıfat vahşice öldürülmüştü. Daha randevusuna yarım saat vardı. Evin anahtarları kızda yoktu. Kendisi olmadan içeri giremezlerdi. Ama girmişler ve katledilmişlerdi.
  Kapının zili çalınca irkildi. Polis. Polis gelmiş olmalıydı. Başka kim olabilirdi bu saatte. Kozyatağı semtine yeni taşınmıştı. Eski tanıdıklarının çoğu yeni adresini bilmiyordu. Dost ahbap ilişkisinde vites büyütmüştü.
Bunu daha önce de yapmıştı. Gelir seviyesi arttıkça yer değiştiriyor, eski görüştüğü kimselerin çoğunu seyreden bir gemiden denize bırakılan artıklar gibi arkada bırakıyor ve kendi seviyesine uygun ahbaplar ediniyordu. Buna züğürt akrabaları da dahildi.
  Emine en yeni statüsünün sembolüydü. Sahibi olduğu inşaat firması yılda otuz daire yapar hale geldikten sonra meslekdaşı Halil beyin kızına talip olabilmişti. Kız işletmecilik alanında doktora yapmıştı. Almancası ve İngilizcesi çok iyiydi. Güzel ve baskın karakterliydi. Sıradan bir iletişim fakültesi bitiren Ahmet’i ezen bir yanı vardı, ama kıza talip olmuş ve gönlünü kazanmayı bilmişti. Bu evlilik kendisi için daha üst bir statünün, Boğaz’da bir yalının da habercisiydi. Son on dakikaya kadar tabii. Yeni durum farklıydı artık. Parlak geleceği göçmüştü tek kelimeyle.
  Kapının zili çaldı unutma.
  Ahmet kapıyı açmak için uzanan elini vücuduna ait olmayan bir nesne gibi algılamaktaydı. Küçük çocuk yanı uyanmıştı. Sessiz kalırsa, sinerse belki amcalar onu yok zanneder ve çeker giderlerdi.
  Amcalar her şeyi biliyor Ahmet.
  “Ben senin neyinim?”
  Ahmet kahverengi takım elbiseli, adama bakakalmıştı. Yaşı belirsizdi. Orta yaşlı ya da yetmişi aşkın biri olabilirdi. Avurtları çökmüş yüzünde birkaç günlük gümüş rengi sakalı vardı. Saçlarını üç numara kestirmişti. Koyu kahverengi gözleri görmüş geçirmişlik, acı ve elem yüklüydü.
  “Söyle.”
  Ahmet cevap vermek istiyordu, ama zihni kaotik düşüncelerini kelimeye tahvil edemeyince adamın yüzüne bakmakla yetindi. Gözleri dolmuştu. Aklına karşı dairenin kapısındaki gözetleme deliğinden seyrediliyor olabileceği gelince sevindi. 10 numarada oturan avukat şu anda yurtdışındaydı.
  “Niye tutuldun kaldın öyle?”
  Ahmet adamın yüzüne bakamaz hale gelmişti. Kapıyı örtünce tuttuğu nefesini saldı ve dönüp geriye baktı. Dairesi kendini yeniden uyarlamıştı. Hol zemininde kan lekeleri görünmüyordu. Temelsiz sevinmeye korkarak yüklüğe doğru yürüdü.
  “Bismillahirrahmanirrahim. Her şeye kadir Allahım sen beni...”
  Yüklükte ceset yoktu.  Her zaman görmeye alışık olduğu şeylerin içinden kanlı bir bedenin fışkırmasını bekleyen yanı usulca sönüverdi. Kapıyı açık bırakarak oturma odasına doğru koştu. Emine’nin gaybûbeti kalbe çoşku veren bir melodi gibiydi. Eğilip halıya yakından baktı. Tertemizdi. Dün eve temizlikçi kadın gelmişti. Her şey onun bıraktığı gibiydi.
  Kapının zili ikinci kez çalınca Ahmet korkuyla irkildi. Bu küçük bir araydı, dehşet geri geliyor beklentisi kedi gibi sırtını kabartmıştı. Saatine baktı. Randevusuna on dakika kalmıştı. Emine gelmişti herhalde. Rıfat’la birlikte. Kızın arabası tamirdeydi. Erkek kardeşi Rıfat getirecekti. Öyle konuşmuşlardı. Gözü yerlerde leke arayarak yürüdü. Yüklüğün ışığı yanıyordu ve cesetsiz dar mekân bir gülbahçesi gibi ferahlatıcıydı. 
   “Ben senin neyinim?”
  Yine o adamdı. Gam yüklü parlak gözleri üzerine çekim uyguluyor gibiydi. Ahmet’in nutku tutulmuştu. Adamın zihninden kendi zihnine bilgi yüklendiğinin hayal meyal farkındaydı.
  “Söyle.”
  “Ne istiyorsun benden?”
  Adam hafifçe tebessüm etti. “Soruma karşılık ver. Ver ve sav.” 
  Ahmet’in zihnine dolan bilgilerin basıncından konuşacak hali kalmamıştı. Kapıyı örtüverdi. Başını çevirip hole baktı. Sorunsuzdu. Sonra saatine baktı. Emine’nin gelmesine yedi dakika vardı. İçinden bir ses bu yedi dakika hayati önemde demekteydi.
  Oturma odası da bıraktığı gibiydi. Kapıda durakladı. Hem holü, hem de odayı görebilecek bir konumda kalmayı yeğlemekteydi. Sanki birini gözden kaçırırsa orada deminki kötücül şeyler beliriverecekmiş gibiydi. Bu his çok güçlüydü. Fantazi değildi. Avaz avaz bağıran bir gerçeklik duygusuyla sarsılmaktaydı. Beynine doluşmuş bilgi etkinleşmeye başlayınca zihni yeni bellek malzemesinden parçalar işlemeye başladı.

  7
  Kapıyı çalan adamı bir avluda otururken gördü. Tek başınaydı. Sıhhatsiz, keyifsiz ve mutsuz bir hali vardı. Sandığı kadar yaşlı değildi. Elli başlarındaydı. Bir hastalık adamı yemiş bitirmiş gibiydi. Yüksek gri beton duvarlara  bakıyordu. Gözleri dolmuştu. Üzerine yüklenmiş bir tanıdıklık duygusuyla sarsılmaktaydı. Bir yakın arkadaş ya da akraba olabilir miydi? Yüzünü nasıl unutmuş olabilirdi?

  6
  Niye ısrarla kim olduğunu bilmesini istiyordu acaba diye düşünürken adamı hapishanede gördü. Hücredeydi. Birkaç gazete, bir şişe su, iki tükenmez kalemle bir başınaydı. Yatağının üstünde kahverengi bir namaz seccadesi duruyordu. Adam ağır bir suç işlemiş olmalıydı. Hapiste olan kimi tanıyorum diye düşündü. Birkaç tanıdığı çeşitli suçlardan hapse girip çıkmıştı. Naylon fatura, vergi kaçakçılığı gibi adi suçlardı bunlar. Burada daha ciddi bir şey vardı. Cinayet.
  Kayıp gözler ne olacak Ahmet?
  Gözler kelimesi zihinde birkaç hızlı geçişli sahneyi canlandırıp söndürmüştü. Eli makaslı bir adam oturma odasında yatan kadının üzerine eğilmişti. Ahmet korkuyla hole ve oturma odasına baktı.
  Henüz yoklar.
  Henüz de ne demekti? Geliyorlar mıydı yani? Cesetler yürüyebilir miydi? Bu olmazdı, ama bitleri yüklü bir fotoğrafın açılması için gereken süre gibi bir şeydi belki. Esas sahne açılacaktı.

  5
  Tekrar o adamı gördü. Yüzü bitkindi, ama çok daha gençti. Bir mahkeme salonundaydılar. Seyirciler arasında adama öfke ve yazıklanarak bakanlar vardı. Emine’nin babasını, ablasını tanıdı. Adamın elinde bir silah olsa katili hiç çekinmeden vurabilecek bir ruh halindeydi. Katile örtülü bir sevgi ve acıyarak bakanların yüzleri çok aşinaydı, ama çıkartamıyordu. Oradan yalnız oturulan can sıkıntısı, kimsesizliğin ve pişmanlığın hüküm sürdüğü hücreye döndü. Adamı gördü. Hıçkırarak ağlıyordu.

  4
  Gözleri bul hemen, yoksa...
  Gözler lafını hafife almasını engelleyen his çok güçlüydü. Ahmet panikle kapı ağzından ayrılarak odaya girdi. Etrafa bakındı. Göz saklayacak bir sürü yer vardı. Hızla şekerliğin içine göz attı. Ardından büfenin çekmecelerine baktı. Divanın altını da ihmal etmedi. Odada göz möz yoktu. Zihninde hücresinde cefa çeken adama değin sahneleri bula kaybede koşar adımlarla mutfağa gitti. Orayı gözden geçirmek daha çetrefilli bir işti. Börek paketini bile ihmal etmeden yıldırım hızıyla her yere baktı.

  3
  Yüklükte de göz bulamayınca yatak odasına yöneldi. Dolabın çekmeceleri, zemini, şifonyer. Odadan çıkarken ter içinde kalmıştı. Bürosuna doğru yöneldi. Hol hâlâ ondan yanaydı. Zaman vardı demek ki. Duvarlardan birini örten kütüphane, dört çekmeceli büro, ıvır zıvırların durduğu tahta bir sandık. Hemen işe koyuldu.
  Çabuk ol süren bitiyor.

  2
  Hücresinde acı çekerek yılları bitirmeye çalışan adamla ilgili inanılmaz ayrıntılara bulanarak kütüphaneyi, büro çekmecelerini araştırdı. Adam birilerine mektup yazıyor, sonra yırtıyordu. Öyle sahiciydi ki bunları düşünmek, tükenmez kalemin mürekkebinin kokusunu bile alabilmekteydi. Yıllar geçiyor ve adam hızla yaşlanıyordu. Ölümü istiyor, ama ulaşamıyordu. Tam on bir buçuk yıl böyle yaşamıştı. Rakam kafasında çok sarihti. On bir buçuk yıl boyunca çekilen yalnızlığın, iç sıkıntılarının, gözden düşmüşlüğün ve de koyu pişmanlığın kayıt defterini sayfalarını çevirmekteydi sanki. Adamın yaşadığı her an beynine nakşedilmiş durumdaydı.
  Sıra orada.
  Ahmet elleri titreyerek babasının hediyesi olan tahta sandığın kapısını açtı. İçinde eski fotoğraf kutuları, ilkokul diploması, o sıralarda kullandığı bazı eşyalar cinsinden küçük bir geçmiş müzesi saklıydı. Sarı fotoğraf kutusunun üzerinde uçuk mavi bir mendile sarılı duran şeyi görünce içindeki soğukluk geri döndü. Bezin üstüne kırmızı lekeler çıkmıştı. Tam kapağı kapatacaktı ki, görünmez bir el bunu engelledi.
  Ahmet sinirleri altüst durumda elini uzatarak mendilden çıkını aldı. İçindeki yumruları avucunda hissetmekten ötürü midesi berbat durumdaydı. İki kere öğürdü. Neyse ki, karnı boştu. Ağzına gelen asitli sıvıyı yutarak geri yolladı.
  Çıkını çözünce Emine ve Rıfat’ın yeşil gözleriyle karşı karşıya geldi. Tam o sırada kapının zili çalınca elindekileri sandığın içine düşürerek doğruldu. Kapıyı açmasam ne olur diye düşünmekteydi, ama ayakları yola koyulmuştu bile.

  1
  “Söyle şimdi kimim ben?”
  Ahmet en sonunda adamı tanımıştı. Bunun şokuna rağmen konuşmayı başardı.
  “Bensin.”
  “Emine’yle planladığınız gibi altı ay sonra evlendiniz. İki yıl sonra da bir kıskançlık krizi nedeniyle kızı bıçaklayarak öldürdün. Üç aylık hamileydi. Birisiyle ilişkisi var sanmıştın. Seni engellemeye çalışan bacanağı da katlettin. Ortada ne fol vardı, ne de yumurta oysa. Kadının seni seviyordu ve sana ilk günkü gibi sadıktı. Kuruntunun ve aşırı kıskançlığının esiri oldun yani. Hapse girdin. Koğuşta kalacak yüzün yoktu. Gönüllü hücre hapsine talip oldun. Orada kalp krizinden ölene kadar on bir buçuk yıl yaşadın.”
  “Bu nasıl olabilir? Sen ve ben, burada...”
  Benzeri ona gülümsedi. “Ben sen değilim.”
  “Kimsin peki”
  “On bir buçuk yıl, her saniye pişmanlıktan kahroldun. İtibarsızlık, hor görülme, can sıkıntısı ve en kötüsü de namazında niyazında olan aile büyüklerine verdiğin utanç nedeniyle mahkumiyet seni yedi bitirdi. Bir sabah gün ağarırken kalp krizinden öldün. Hepsini hatırlıyorsun değil mi?”
  Ahmet başını salladı.
  “Pişmanlığının yoğunluğu ve samimiyeti bir şekilde hiper uzayı etkiledi. Paralel yaşamlardan birinde on bir buçuk yıllık çileyi çektin bitirdin. Ben sana ait geleceklerin birinden gelen bir ekoyum. Bu hayatta da aynı züllü yaşamaman için seni buldum. Sağ avucunu aç.”
  “Ne?”
  “Sağ avucunu uzat bana.”
  Ahmet istenileni yapınca adam sağ elinin işaret parmağıyla elinin ayasına dokundu. Ahmet’in bayağı canı yanmıştı. Adamın parmağının ucu akkor demir gibiydi. Azıcık bir dokunmayla elinin derisinden minik bir duman çıkmıştı. Ahmet şokla ısı yüzünden kabaran deriye baktı. Acısı beyninde zonklamaktaydı.
  “Bu..?”
  “Tövbenim senin ben. Birazdan nişanlın gelecek. O hücrede geçen yılları unutma ve kendine hayırlı bir gelecek kur.”
  Ahmet kapıyı örttükten on saniye kadar sonra kapının zili tekrar çaldı. Genç adam huşu içinde kapıya doğru yürüdü. Kapıyı açarken sağ elinin ayası sızladı. Bunun için de bir yalan bulması gerekecekti. En iyisi iş yerinde oldu demekti.
  “Merhaba. Sen de yeni geldin galiba?”
  Emine taba rengi eteğin üstüne krem rengi ince kazak giymiş ve kenarları altın sim işlemeli bordo renkli bir başörtüsü takmıştı. Çok güzel görünmekteydi. Ahmet karın boşluğunda ağır dönüşlü bir kıskançlık jiroskobunun çalıştığını hissedince dalgınlığından sıyrıldı ve başıyla olumladı. “Beş dakka falan. Rıfat nerede?”
  “Arabayı milimi milimine park etmesi lazım malum. Senin neyin var?”
  “Yok bir şey. İş yeri bugün biraz elden gitmiş durumdaydı da.”
  “Bizim de öyle, hiç sorma.”
  Önce yanakları sonra dudakları hafifçe birbirlerine değdi. Ahmet nişanlısına sevgiyle sarıldı. Sağ avucu sızım sızım sızlamaktaydı. Genç adamın gözleri dolmuştu. Önlerinde uzun ve mutlu yıllar vardı inşallah.
 

Kim işlediği zülüm arkasından tevbe eder, salih amele dönerse Allah elbette tövbe’sini kabul buyurur. Çünkü Allah Gafurdur, Rahimdir.
(Maide: 39)

Eğer dünyaya geri gönderilseler, yine sakındırıldıkları yola dönerler. Onlar gerçekten yalancıdırlar. (En'âm, 28)

                                        Amsterdam Kasım 2009

 


24 Haziran 2017 Cumartesi

ZORYAK (öykü)



Mesut Sarıdal sol elinin işaret parmağıyla yanağındaki kesiğe dokundu. Yüzeysel bir sıyrıktı. Kanama hemen durmuştu. Parmağına bulaşan kırmızı leke tünel çağrışımı için görsel bir bilet gibiydi. Zihnindeki grafitili tünel kayıtlarında bir dirilme oldu. Kısa yol kuruldu ve kendini orada buldu.
  “Geldin mi?”
  Gri kot pantolon ve siyah tişört giymiş on beş yaşında bir delikanlıydı bunu diyen. Ayaklarının dibinde iki galvanizli kova durmaktaydı. Yüzünde ergenlik sivilceleri olan delikanlının sabırsız ve kınayıcı ses tonu Mesut’a tatsız bir duygu vermekteydi. Daha gece beraberdik ya diyecekti vazgeçti. Bu tür göreceli zaman serzenişleri geçersizdi burada.
  “Renklerimiz ne.” Dedi onun yerine. 
  “Koyu renk gözlü delikanlı memnuniyetle ayağının dibinde olan pırıl pırıl kovalardan birini hafifçe tekmeledi. “Kobalt mavisi ve altın yaldızı.”
  Mesut’un bilinci açıktı. O sırada sabahın dokuzu olduğunu, evinin banyosunda bulunduğunu, hatta muhtemelen şu anda parmağının ucundaki kan lekesini seyrettiğini  biliyordu. Bu yarı loş tüneldeki mevcudiyeti yedek gerçeklik babındaydı. Son altı aydır Mesut bu yanın işgüzar girişkenliğini deneyimlemekteydi.
  “Bak sen.”
  “Hadi kap fırçalardan birini. Mavi benim, yaldız senin. İyi mi?”
  Mesut içini çekerek gülümsedi ve başıyla olumladı. Gidip altın yaldız dolu kovanın içinden kalın saplı fırçayı aldı ve duvara gri yüzeye kocaman bir Z yazdı. 
  “Aferin lan. Yazın bayağı okunaklı.”
  Arkadaşının adı Erdal’dı. 1577 Erdal Karan. Lise ikide bir yıl aynı sırada oturmuşlardı. Yakışıklı çocuktu ve espri makinesiydi adeta. Kızları mıknatıs gibi çekerdi. Liseden sonra bir daha hiç karşılaşmamışlardı. Bir raslantıyla ortak arkadaşlarından birinden iki yıl önce beyin kanamasından öldüğünü duymuştu.  Yaşıtıydı. 41 yaşında yaşam lambası sönmüş gitmişti.
  Müteahhitin malzemesinden para çaldığı açıkça belli olan bu tünelde eski arkadaşıyla karşılaşmaya altı ay kadar önce başlamıştı. Burada buluşuyor ve duvarlara aynı kelimeyi yazıp duruyorlardı. Her karşılaşmalarında tüneli boyasız buluyorlar ve yeniden renkli harflerle beziyorlardı.
  “Hadi seninkini de görelim bakalım.”
  Erdal pürtüklü gri yüzeye mavi boyayla O yazdı ve geri çekildi. Harfleri sırayla yan yana dizdiler. ZORYAK. Birinci kelime tamamlanmıştı. Bu ikinci aşama için başlangıç sinyali olmaktaydı. Mesut ikinci kelimenin ilk harfini yazınca, boyası damlayan fırçasıyla yanında duran arkadaşı, ”Şişşşttt şişşşttt geliyor!” dedi. Gelenlerin öncüsü olan koku burnunun direğini sızlatmaya başlarken Mesut kendini banyoda parmağındaki kan lekesine bakıyor buldu. Kalın bir kitabı elinden düşüren birinin yerden aldığında kaldığı sayfanın kapanmamış olduğunu farkederek ferahlaması cinsinden bir hisse kapıldı. Mesut bir hesap insanıydı. Kontrolünden çıkan şeyleri sevmezdi.
  Az sonra giyinmiş olarak oturma odasına girdiğinde sessizde tuttuğu cep telefonunda üç arama ve iki mesajın bulunduğunu gördü. İki arama ve bir mesaj sekreterindendi. Saat 11.00’deki randevusunu hatırlatmaktaydı. Mesut sol bileğindeki pırlanta işlemeli rolex saatine baktı. 10.39’du. Fanassi – Menrfa şirketinin Almanya sorumlusu Helmut Falraud ile buluşmasına ışınlanma dışı bir yöntemle yetişmesi mümkün değildi. Parmağındaki leke yardımıyla geçtiği yerde iki saate yakın zaman geçirmişti. Parmaklarına baktı. Tırnaklarını kontrol etti. Diplerinde boya lekesi yoktu, ama kaç defa sabunlamasına rağmen yağlı boya kokusunu hafifçe de olsa almaktaydı. O diğer kokuyu da.
  Sabah kalktığında sadece bir yudum içtiği kahve fincanını alarak oturma odasına geçilen geniş terasa çıktı. Boğaziçi köprüsü ayaklarının altındaydı. Gri bir kış günü makyajlıydı Istanbul. Üzerinde sadece bir şort ve beyaz fanila vardı. Soğuk tenine dokunmaya başlarken köprü üzerindeki trafik hareketliliğine şöyle bir göz atttı ve içeriye girdi. Fincanı içindeki kahveye dokunmadan sehpanın üzerine koydu ve telefonunu alıp son gelen mesajı okudu.
            Şu anda bürodayım.. İş çıkışı buluşalım..
             Qelepir’de 19.00 gibi.. Dün akşam neredeydin? Nurten..
  Nurten uzatmalı nişanlısıydı. Cümlelerin arasındaki çift noktalar bıkkınlık üniteleri gibiydi. Kadın evlenmek için sabırsızlanmaktaydı, ama Mesut o dalgaboyundan iyice kopmuştu. Güzel ve zeki bir genç kadındı. Varlıklı bir ailedendi. Onu hâlâ çok seviyordu, ama aralarına ZORYAK girmişti. Teninin çekiciliği bile sönmekteydi hızla. Kadın bunu farkındaydı. Geçici bir arıza sanıyordu. Öyle değildi.
  Arayan diğer numara eski ortağı Orhan’dı. Dün akşam Squash’a niye gelmedin diyecekti herhalde. Mesut telefonu sehpanın üzerine bırakarak çalışma odasına gitti. Bürosunun en alt gözündeki yassı kasanın şifresini açtı. Mor kadife zeminde
Fatih 13 model siyah bir tabanca ve iki dolu şarjör yatmaktaydı. Mesut bir atış poligonuna üyeydi. Bu silahı yıllarca önce satın almıştı.Eskiden bu kasanın içinde enerji artırıcı beyaz tozlar falan da olurdu. Birkaç aydır o tozlara el sürmemekteydi. İsteği kalmamıştı. Tabancayı aldı ve kontrol etti. Şarjörde 12, namluda 1 kurşun emrine amadeydi. Evvelsi gün tabancayı temizlemiş ve azami dolu hale getirmişti. Kasayı kilitlemeden kapattı. Çekmeceyi yuvasına sürdü.
   Tabanca kucağında oturma odasındaki divana oturdu. Ayaklarının altına bir puf koyarak gözlerini yumdu.  Değişim yoldaydı. Yol hızla tükeniyordu.
  Şişşşttt şişşşttt geliyor!
   Mesut Sarıdal, Fanassi – Menrfa Turkey ilaç firmasının genel müdürüydü. 2004 yılında kurulan firmadaki yükselme hızı birçokları için kıskançlık jeneratörüydü hâlâ. İki buçuk milyar doları aşkın bir satış potansiyelini idare etmekteydi.  Fanassi- Menfra birbirine rakip Fransız Rhone-Nourance ve Alman Hoeust AG adlı iki ilaç firmasının 1999 yılında birleşmesiyle oluşmuş dev bir trösttü. Dünya çapında 27 adet araştırma merkezleri vardı. Kardiyoloji, kan inceltici ilaçlar, tümör bilimi, sinir sistemleri, metabolizma bozuklukları, iç hastalıklar ve aşılar ana ilgilenme konularıydı. Kazançlarının üçte birini insan ömrünü uzatan mucizevi ilaç Menrfatoline’ne borçluydular. Bu ilacın formülü büyük bir gizlilikle korunmaktaydı.
  Haklarında yığınla şaiya çıkmıştı bu yüzden. Menrfatoline’nin kaplumbağa kanından elde edilen Tortezin’den elde edildiği şaiyası en revaçta olanıydı ve bu sav kendileri tarafından üretilmişti. Organik bir köken kullanıcıları rahatlatan bir etki yapmaktaydı. Kaplumbağa zararsız ve sempatik bir hayvan olduğu için kullanıcılarda olumlu etki yapmaktaydı. On yıl kadar önce Özbek bilim adamları kaplumbağa kanından elde edilen Tortezin adlı ilacın ömrü uzattığını ve hatta radyasyondan bile koruduğu iddiasıyla çıkıp bu ilaçları piyasaya sürmeleri işlerine yaramıştı.
  Menrfatoline ilk kez 2014 baharında piyasaya çıkmış ve birkaç yıl içinde dünya çapında en çok sözü edilen ilaç olmuştu. Şu anda aşağı yukarı dört yüz milyon insan Menrfatoline kullanıyordu. Kullanıcıların çoğu yaşlılardı. Ömürleri ortalama beş yıl uzamaktaydı. Rakip firmalar kendi ürettikleri ilaçla başa çıkamayınca karalama kampanyalarına başlamışlardı. Menrfatoline’e sigortalı zombi yaratma ilacı adını takmışlardı. Şu anda ilacın dünya çapında kullanılmasından bu yana dört buçuk yıl geçmişti ve Menrfatoline hâlâ bir numaralı yaşam uzatıcı olarak yerini korumaktaydı. Dünya çapında toplam 23 milyar dolarlık bir satış hacmine sahipti.
  Mesut telefonunun titreyerek belleğine mesaj biriktirmesine kayıtsız gözlerle baktı.  Gazetelere verdiği bir demeçte; yirmi dört saat ışık altında uyumadan yiyip içip olduğu yere pisleyen ve şişen tavukları yiyenlerin, minicik hücrede semirmiş koskoca besi hayvanlarını etinden yapılan hamburgerleri çocuklarına yedirenlerin yaşlıları hayatta tutan ilaç için zombi ilacı demeleri ne kadar ironik diyen Helmut Falraud’le maalesef bugün görüşemeyecekti. Yarın da. Hiçbir zaman. Çünkü ZORYAK geliyordu.
  ZORYAK kelimesiyle önce rüyasında tanışmıştı. Bundan bir iki hafta sonra Istanbul’da ve bir çok şehirde duvar yazıları şeklinde ortaya çıkmıştı. ZORla YAşatılanlar Kulübü sözcüklerinin kısaltmasıydı. Bu yazılar belirdikten sonra haklarındaki şikayetlerde büyük bir artış olmuştu. Mahkemelerde açılmış yüzlerce dava vardı şu anda. İnsanları altına işeyen, pisleyen, yaşlı, güçsüz, umarsız ve bilinci kısık durumda gereksiz yere hayatta tutmakla suçlanıyorlardı. Bitkisel hayat şeklinde bir öbür dünya kurdukları da sıkça dile getirilmekteydi. Hastaların yarıdan çoğunun sürekli kâbuslardan şikayet etmesi de konu edilmekteydi haliyle. Bu nedenle  Menrfatoline’ne suni cehennem ilacı adı da verilmekteydi.
  Şişşşttt şişşşttt geliyor!
  ZORYAK geliyordu. Emareler gırlaydı. BÖD’de, Bitkisel Öbür Dünya’da yaşayanların bir eyleme kalkışacak halleri yoktu, ama onların eşleri, çocukları çoğu belli etmese de şikayetçiydi. 23 milyar dolardan pay alan eczaneler, doktorlar, hemşireler. hastahane personeli, aracı firmalar, ilacı imal eden laboratuvarlar, karton kutusunu basan matbaacılar, hissedarlar, ortaklar Menrfatoline kullanımının sürmesini istiyordu haliyle. Bu ilaç piyasadan çekilirse sadece Türkiye’de yüz binin üstünde kimsenin gelirinde ciddi bir düşme ve işsizlik yaşanacaktı. Altına pisleyen, adını bile hatırlamayan yaşlı hastalar sayesinde ikinci arabasının taksidini ya da çocuklarının gittiği özel okulun ücretini ödüyordu bir sürü kimse.   
  Menrfatoline’nin suyu ısınmıştı diğer yandan. Mesut İki üç yıl içinde piyasadan çekileceğini düşünmekteydi. Çeşitli emareler vardı. Kurumdaki bazı üst düzey şahısların erken emekliliğe ayrılmaları gibi mesela. Bugünkü konuşmaları gerçekleşseydi Falraud’un buna benzer şeyler ima edeceğinden emindi. Birkaç yıl dayanın başka ilaca geçeceğiz diyecekti belki de. Mesut daha 43 yaşındaydı. Emeklilik için çok erkendi, ama bazı arıza belirtileri göstermişti. Vicdanı dirilmişti. Bu iş böyle bir lüks kaldırmazdı. Süratle safdışı edileceği kesindi. .
  Bütün dünya bitkisel öbür dünya kuran ilaç firmasına bayağı ilgi göstermekteydi. Bir sürü ZORYAK sitesi kurulmuştu. Amerika’da firmalarını suçlayan B klas bir film bile yapılmıştı. Adı Afterlife before death’di.
  Ohio, Cleveland’taki bir hastahanede çeşitli gariplikler yaşanıyordu. Bilgisayar kayıtlarında karmaşa, ışıklandırmalarda düzensizlik, o kadar temizlenmesine rağmen kadavra kokan koridorlar ve çalışanlara sürekli derpesyon yayan ortam. İki doktor sevgili başroldeydiler. Filmin sonlarına doğru dev hastahane binasında yatan ve Minervatoline kullanan yaşlı hastaların iradesinin bu olaylara sebebiyet verdiğini ve ilacın yapımında yüksek dozda spermine ve cadaverine kullanıldığını keşfediyorlardı. Yarı ölüler tam ayaklanırken serumla ilaç zerkini durdurup daha büyük bir felaketi önlüyorlardı. Bu arada ilaç firmasının silahlı ajanlarıyla da gerilim artırıcı serüven yaşıyorlardı.  
  Minerva, Menrfa aynı anlamı ifade etmekteydi. Menfra ya da Minerva Romalıların Helenleşmesi devirlerinde, milattan iki yüzyıl önce halkın inandığı şair, eczacı, tüccar, büyücü, sihirbaz, müzisyen ve bakire tanrıçaydı. Yunan tanrıçası Athena ile eş tutulacak kadar popüler olmuştu bir aralar. Bu anlam benzerliği nedeniyle açılan dava hâlâ sürmekteydi, ama yarım milyon dolara çekilen filmin yapımcıları birkaç milyonu cebe indirmişlerdi bile. Eğer tazminat ödemeye mahkum edilirlerse Afterlife before death iyice kültleşecek ve yapım firması bir sonraki filmlerinden epey para götürecekti. Zaman Fanassi – Menrfa aleyhine çalışmaktaydı yani.
  Aşırı kullanılmışlık, idrar, diyet yemeği dışkısı, giderilemez yaşlılık parfümü karışımı koku burnunun direğini sızlattığında Mesut gözlerini açtı. Oturma odasının hole açılan kapısının ağzında Erdal durmaktaydı. Üzerinde az önceki kıyafeti vardı. İki elinde birer pırıl pırıl galvanize kova tutmaktaydı. 
  “Geldin ha sonunda?”
  Erdal biraz mahçupça omuzlarını silkti. Evine ilk gelişiydi. Mesut tabancayı divana koydu, üstünü yastıkla kapatıp doğruldu. “Bu defa hangi renk?”
  “Sabahkinden. Mavi ve altın yaldız.”
  Mesut altın yaldız kovasının içinde duran fırçayı aldı ve “Nereden başlıyoruz?” diye sordu.
  “Şu duvar iyi.”
  Mesut başıyla olumladı ve elindeki fırçayla kirli beyaza boyanmış duvara kocaman bir Z harfi yaptı. Erdal yanına aynı büyüklükte bir O yerleştirdi. O’nun sağ yarısı 1200 dolara yaptırdığı Edward Hopper’ın Gece Şahinleri adlı tablosunun  harika kopyasını boyamıştı. Mesut buna zerre kadar aldırmadan O’nun yanına R harfini koydu.
  “Bir şey için özür dilerim.” Dedi Mesut fırçayı kovaya daldırırken. “Daha önce… Aklımdan çok geçirdim, ama kısmet şimdiyeymiş. Lise üçteyken yılbaşı gecesi partideydik. Yanında çok güzel bir kız vardı. Aysun. O gece sizi arabaya almamıştık. Yer vardı. Ben istemedim. Çekememezlikten. Ters yöne gideceğiz lafı mavaldı yani.”
  “Biliyorum.”
  Mesut Y harfini çizip fırçayı kovanın içine bıraktı ve arkadaşına baktı. Erdal boya yere damlamasın diye dikkatli tutmaktaydı. Özeninden değil, komiklik olsun diye yapıyordu. 
  “Başkasınla gittiniz ve kaza yaptınız. Bizim şoför neydi adı, İsmet, o da sarhoştu, biz de kaza yapabilirdik, ama piyango size çıktı.”
  Yaptığı A’ya beğeni ile bakan Erdal, “Bunun için vicdan azabı çektiğini söyleme sakın.” Dedi.
  Mesut ucu boya yüklü fırçayla yanına gitti ve K harfini boyadı. “Eğer unutmamışsam bir anlamı olmalı.” Dedi.
  Erdal içini çekti ve “Sanırım öyle.” Dedi. “Aysun’a bir şey olmadı. Benim sağ ayağım kırıldı sadece. Azıcık topal kaldım. Hayatımda ne değişti bu yüzden bilmiyorum. İnan ki. Unutmaman hoşuma gitti ama.”
  “ZORYAK için de seni seçtim.”
  Erdal başını salladı. “Doğru. ZORYAK biziz. ”
  Mesut altı ay önce rüyasında ilk kez kendini o tünelde bulunca yanına eylemi için bir eş bulmayı düşünürken iki kova dolusu boyayla Erdal gelivermişti. Zihninin tayin ettiği biriydi yani.
  “Şişşşttt şişşşttt geliyor! sözcüğünü rahmetli dedem ederdi sık sık.” Dedi Mesut. “Onun çizgi romanlarında bu başlıkla bir serüven de vardı. Çapkın Hırsız’dı. Hiç unutmam.”
  “Tinercileri kiralayıp sokaklara ZORYAK yazdırman harika bir fikirdi. ZORYAK biziz ve de… Sana bir şey soracağım. O ilacı kullananların büyük bir kısmınının kâbuslar içinde yüzdüğü doğru mu?”
  “İstatistikler yüzde 2 diyor.” Dedi Mesut hafifçe sırıtarak.
  “Sence kaç?”
  “Yüzde 40 falan olmalı. Adamları yıllarca Kâbusistanda yaşatıyoruz. ”
  “Niye işi bırakmadın önceden?”
  “Bıraksam ne olacaktı? Yerimi alabilecek en az on kişi vardı. Belki yirmi..”
  “O da doğru.”
  “Bunun için çok şeyim. Bazen…”
  “Üzülme Mesut ben varım bak yanında.”
  Mesut tam cevap vereceği sırada kapının zili çaldı. Mesut saatine baktı. Temizlikçi kadın bugün gelmeyecekti. Birini beklemiyordu. Tahmin ettiği kimse olmalıydı. Kapının kilidi içine giden anahtarla açılma sesi verince bundan emin oldu.
  “O mu?”
  “Nişanlım Nurten.”
  “Biliyor mu olan bitenleri?”
  Mesut başını olumsuz anlamda salladı. “Birkaç kez psikoloğa gittiğimi, son haftalarda işlerimi aksattığımı ve bir şeylerin yolunda olmadığını sadece.”
  “Bakalım görecek mi?”
  Mesut başını içeri giren genç kadına çevirdi. “Merhaba Nurten.”
  “İş yerine telefon ettim. Gitmemişsin. Telefona da cevap vermeyince… Bu ne..?”
  Kestane rengi uzun saçlı, biraz uzun yüzlü olmakla birlikte harika iki iri mavi göze sahip olan genç kadının yüzündeki şok ifadesi altın yaldızlı boya kadar belirgindi. Bakışları duvardaki yazılara yöneldi. Sonra yerdeki kovalara. Erdal’a ve işe gitmeyen nişanlısına.
  “Kendimi tanıtayım adım Erdal.”
  “Mem… Memnun oldum. Ne oluyor burada Mesut?”
  Neyse ki, Erdal sıksın diye elini uzatmamıştı kadına.
  Mesut çok şık bordomsu ince bir palto giymiş kadına gülümsedi. “Erdal liseden arkadaşımdır. Bir süredir birlikte graffiti yapıyoruz. İlk kez buradayız yalnız.”
  “İşe niye gitmedin?”
 “ZORYAK nedir biliyorsun değil mi?”
  Nurten başıyla olumladı. Gözleri dolmaya başlamıştı. ZORYAK’ı Türkiye’de milyonlar iyi tanımaktaydı. Televizyonlardaki haberlerde binlerce defa gösterilmişti. Mahkeme celselerinde terim olarak kullanılıyordu. Genç kadın oturma odasının boyanmasının birlikte inşa ettikleri gelecek planlarının yerle bir olması anlamına geldiğini hızla okumuştu.
  “Mesut nedir bunlar?”
  Kadının hâlâ bir şeyleri değiştirmek için umudu vardı. Şu anda Avusturya’da ski yapan annesi ve babası Nurten’i çok beğenmekteydi. Tam da biricik oğullarını çekip çevirecek bir kadındı. 32 yaşındaydı. Hemen çocuk yaparlarsa aile denen kadim çemberin içinde mutlu olabilirlerdi.
  “Nurten sigortacıdır. Kendi şirketi var.” dedi.
  Erdal takdirle başını salladı. Nurten korkmaya başlamıştı. Burnunun kırışmasından kokuyu almaya başladığı da belliydi. ZORYAK materyalize olmaktaydı. Mesut işi daha fazla uzatmamaya kararlıydı. Elindeki fırçayı kovaya bıraktı. Gidip yastığın altına koyduğu silahı aldı.
  Erdal’ın yüzünde kıl oynamamıştı. Nurten’se on dakika içindeki ikinci derin şokunu yaşamaktaydı.
  “Ne… Ne yapıyorsun Mesut?”
  Mesut, “Sen görmeseydin buna cesaret edemezdim.Şişşşttt şişşşttt geliyor!” Dedi ve tabancayı sağ şakağına dayayarak tetiği çekti.
                                                                                         Amsterdam Ocak 2010

                               -------------------------

DİLEKBEK

“Gelecek mi?”
  Başımla olumladım ve “Dilekbek.” dedim.
  Besim Tunalı’nın korkulu bakışlarında belli belirsiz bir merak şeraresi yandı söndü. Bu kelimenin anlamını sormasını boşuna bekledim. Mazinin gönderdiği arızalı bir gerçekliğin yarattığı dehşetin etkisindeydi. Yaz gecesi esinleten eylül ılıklığına rağmen üşüyormuş gibi bir hali vardı. Kobalt mavisi ceketinin ön düğmesini iliklemişti. Elleri titrediği için canı çok çekmesine rağmen sigara içmiyordu. Son on dakikada iki kez işemişti. 
  On dokuz yıl önce bir ilkbahar öğleden sonrası şu anda tam durduğumuz yerde başlayan sıradan bir olayın gecikmeli ve netameli neticesinin çeşitli şekillerde kurbanıydık. Geçen haftadan sonra hayatımız bir daha asla eskisi gibi olmayacaktı.
  1990 yılının nisan ayında bir grup insanın hayatına bir el dokundu. Bunu dev bir kelebek şeklinde yaptı. Kader kelebeğinin dökülen pulları diyesim geliyor.
  Sermet’le birlikte yaz sıcaklarını hatırlatan bir pazar günü minibüsle Urla’ya gittik. 15 Nisan pazar gününün sonradan babamın taptığı aktris Greta Garbo’nun ölüm tarihi olduğunu keşfedecektim. Bunun o gün olacaklarla bir ilgisi yoktu. Bir rastlantıydı sadece.
  O yıllarda henüz bomboş olan bir yerde indik. Patikadan içerilere doğru yürümeye başladık. Çocukluğun son demlerinin itkisiyle bir sürü anlamsız şeyden konuşup durmaktaydık. Bahar havasının baştan çıkarıcılığıyla sarmalanmıştık. Sınıftan arkadaşımız Hasan’ın babasının çiftliğinde dört arkadaş buluşacaktık. Çiftlikte kangal köpekleri vardı. Onlarla oynamayı seviyordum. Çiftliğe komşu arazinin sahibinin, dört beş tane atı vardı. Bazen onlara da biniyorduk. Uysal atlardı, ama dizginsiz, eyersiz ata binmek ve düşmemek bayağı beceri isteyen bir şeydi. O ana kadar en az on kez ata binmiş, ama şansıma hiç düşmemiştim. Bu nedenle Sermet tek defalık düşmesini ara sıra kaşıdığı gurur yarası haline getirmişti. Ben de köpeklerden biri tarafından, üstelik kıçından ısırılan yegâne kişiydim. Ne hissettiğini iyi anlıyordum.
  “Hey bu da ne?”
  O şeyi gören Sermet’ti. Yoksa yanından geçip gidecektik. Sağımızdaki yamaçta desenleri kırmızının tonlarıyla bezeli bezeli bir kelebek durmaktaydı. Çok büyüktü. Hayatımda filmlerde bile böylesini görmemiştim. Toplam kanat açıklığı otuz santim falan olmalıydı. Kanatlarını yavaş yavaş kıpırdatmasa maket zannedebilirdim. Kırmızı kelebeğe hayretle bakarken kanatlar hava ittirdi, yavaşça yükselerek ağaçları aştı ve gözden yitiverdi. Geriye keseceğimiz kıtır kalmıştı sadece. Kimse bu büyüklükte bir kelebek gördüğümüze inanmazdı. Nitekim öyle de oldu.
  “Gördün değil mi?”
  Başımı salladım. “Evet.”
  “Bir dilek tutalım.”
  Birden bana çok mantıki görünmüştü bu fikir. Böyle bir deneyim az buz şey değildi.
  “Tamam.”
  “Bir değil, üç.”
  “İyi lan.”
  Neden üç, diye sormadım. Üçün tılsımı insanlığın ortak malıydı. Allahın kayrası üçtü. Şişenin içinden çıkan cin onu bulanın üç arzusunu yerine getirirdi. Annemin baktığı fallarda her şey üç vadede hallolurdu. Kargalar arka arkaya üç kez gaklardı.
  “İlki ne olsun?”
  Omuzlarımı silktim. Aklıma bir sürü şey geliyordu, ama bunlardan hiçbiri en ön sırada durmuyordu henüz.
  “Melisa. Melisa’yı çıplak görelim. Çırılçıplak.”
  Sermet’le aynı sokakta oturuyorduk. Melisa o sıralarda on altı yaşında olan komşu kızıydı. Yuvarlakları bayağı iddialı, harika bir vücuda sahipti. Plajda mayoyla bol bol görüyorduk, ama çıplak... Önümüzdeki birkaç yıl sonrasına uzanan anlamlı bakışlarla uzlaştık.
  “İkinci dilek peki?” . 
  “Maserati.” dedim.
  Bu da ilki kadar sihirli bir kelimeydi. Birden zihnimde çakıvermişti. Oturduğumuz sokakta Roma’da yaşayan bir avukat vardı. Her yaz İzmir’e tatile geliyordu. Son gelişinde lacivert bir Maserati 222’yle gelmişti. Uzaydan yeryüzüne inmiş bir araç gibiydi. Motorunun sesini diğer arabalardan hemen ayırt edebilmekteydik. Mahallenin bütün erkeklerinin bittiği bir araçtı.
  Arkadaşımın yüzünde uçuşkan bir tereddüt belirdi yok oldu. ve  “Tamam.” dedi. “Üçüncü de şey olsun. Besim. Besim bizi sırtına alsın, buradan şu ağacın olduğu yere kadar getirsin götürsün.”
  Besim bizim sınıftan bir arkadaşımızın abisiydi. Bundan bir ay kadar önce hileli yöntemlerle kardeşinin bilyelerini üttüğümüz bahanesiyle ceplerimizdeki bütün bilyelere el koymuştu. Sermet direnince de midesine şiddetli bir yumruk indirerek mazeret kabul etmediğini belli etmişti. Sermet’in acıdan çok utançtan gözleri dolmuştu. Bir delilik yapıp dayak yemesini engellemek için yalvarmıştım adeta. Herife ben de acayip gıcık olmaktaydım, ama on sekiz yaşının fizik gücüyle ikimiz bile başa çıkamazdık. Üstelik üzerinde sustalı taşıdığı rivayet edilmekteydi. 
  “Eşek gibi anırarak taşısın.” dedim.
  Sermet’in gözleri parladı. Kumral, yeşil gözlü iri kemikli yakışıklı bir çocuktu. Daha o yaşta kızların dikkatini çekerdi. Tokalaştık.
  Çiftlikte Hasan ve babası vardı sadece. Diğer arkadaşımız Sabri gelmemişti. O sıralar cep telefonları olmadığından nedenini öğrenmek için ertesi günü beklememiz gerekecekti.
  “Üşendim.” diyecekti Sabri sırıtarak. İyi ki üşenmiş diyorum. Yoksa şimdi o da dehşet vadisinin dibindeki otları yolacaktı. Sıradan bir üşengeçliğin bu denli yarar sağlaması haksızlıktı valla.
  Hasan ve babası alaylı bakışlarla kelebek öykümüzü dinlediler. Bundan ders alıp başka hiç kimseye anlatmamamız gerekirdi. Dayanamayıp çocukluk heyecanıyla tanıdığımız herkese anlatıp durduk ve bol bol alay balyaladık. O gün çok güzel geçti. Atlar yoktu, ama bizi hoş bir sürpriz bekliyordu. Hasan’ın babası bize 22’lik tabancayla atış yaptırdı.
  3’ler iş başındaydı yine. Üç çocuk bir portakal kasasının üzerinde duran boş bir yoğurt kâsesine beş metre mesafeden üçer kurşun attık. Hasan bir tane tutturdu. Ben hiçbirini isabet ettiremedim. Sermet yılların atıcısıymış gibi üçünü de vurdu ve arkadaşımızın babasından yıldızlı aferin aldı. Ardından fırından taze çıkmış börekler yendi. Üç çocuk çevrede gezinti yaptık ve sonra arkadaşın babasının arabasıyla geri döndük. 15 Nisan pazar günü olanlar bunlardan ibaret.
  Gelecek yıl orta okulda Sermet’le aynı sınıftaydık. Yaz tatilinde hastalandı. Kanser dediler. İnce barsak kanseri o yakışıklı ve yağız delikanlı adayını iki ayda yiyip bitirdi. Pastırma yazı kıvamlı bir eylül gecesi, Douglas Bower and David Chorley’in İngiltere’de bir mısır tarlasında ip ve kalasların yardımıyla Crop Circles  denen şekilleri oluşturdukları sırada öldü. Uzaylıların izi diye ortalık ayağa kalkmıştı.
  Sermet’i kaybettikten sonra bir daha o denli yakın bir arkadaşım olmadı. En fıttırık düşüncelerin bazen tek ağızlı iki borulu bir huniyle kafalarımıza aynı anda aktığı süreç bitmişti. Ruh ikizi terimi daha çok kız ya da erkek tavlamakta kullanılan bir jargondur, ama aramızdaki ilişkiyi tanımlayabileceğim başka bir sözcük bilmiyorum. Arkadaşımın ölümü bir yanımı köreltmişti. Daha doğrusu ben öyle sanmaktaydım.
  Sermet’i en son gördüğümde, ölmesi için eve getirmişlerdi. 1991 eylülünün ilk haftasıydı. Verilen morfinler zihnini bulandırmıştı. Beni tanıması zaman aldı. Otuz kiloya inmişti. İskelet gibiydi. Hüngür hüngür ağlamaktaydım. Bir ara bana yaklaş işareti yaptı. Yüzü de acaip çökmüştü, ama gözlerinde hâlâ can vardı. Kulağımı dudaklarına yaklaştırdım. Tek kelime fısıldadı. Sesi çok hafif çıkmıştı. Yalnız kelimeyi bütün açıklığıyla duymuştum.
  “Dilekbek.”
  Aradan 19 yıl geçti. 31 yaşındayım. Bekârım. İnşaat mühendisliğini bitirdim. Babamdan kalan müteahhitlik firmasını çalıştırıyorum. Babam iki yıl önce kendini tamamen emekliye ayırdı. Annemle birlikte yaz kış Ayvalık’taki evlerinde kalıyorlar. Hayat iki nokta arasına gerilmiş bir ip gibi dümdüz, sürprizsiz ve sıradan akmakta. Sevgilimle aramızın bozuk olduğu günler. Kız kendini naz kürüne çekmiş durumda.
  Bir hafta önce beni facebook kanalıyla eski bir tanıdık buldu. Adı Melisa Özbahar’dı. Önce hatırlamadım. Çünkü Melisa, Sermet’in ölümünden birkaç yıl sonra üniversite öğrenimi için Almanya’ya gitmişti. Bir daha da hiçbir yerde karşılaşmamıştık. Beni bulduğunda Berlin’deydi. Feysbukdaşına gönderdiği ilk notta örtülü bir panik vardı.
Ferhat, seni bulmam ne kadar iyi oldu bilsen. Eski arkadaşlar olarak acilen konuşmamız lazım. Bu kanalla anlatamam. Yüzyüze. Acil bir durum var. Yarın İzmir’e geliyorum. Akşama mutlaka görüşelim.
  Sıcak bir eylül akşamı Karşıyaka’ya gittim. Sahildeki teraslardan birinde buluştuk. Siyah dar bir pantolon, yarı topuklu siyah ayakkabılar ve uçuk mavi tişört giymişti. Hâlâ çok alımlıydı. Benden dört yaş büyüktü, ama bunu hiç göstermiyordu. Çevredeki bakışlar sık sık üzerine yönelmekteydi.
  Melisa sanki sıkı fıkı dostlarmışız gibi bana sarıldı. Yüzünü yakından görünce korktuğunu anladım. Hikayesini anlatınca her tarafımı buz kesti. Çünkü şifre kelimeyi telaffuz etmişti.
  “Dilekbek nedir, biliyor musun?”
  Dört gün önce, gece Berlin’deki evinde yatmağa hazırlanırken içeriye bir yığın şey doluşmuştu. Tasviri zordu. İrili ufaklı hareketli nesneler. Kapıdan içeri girerek etrafını çevrelemişlerdi. Hiçbir şeye çok benzemedikleri için ne olduklarını kestirmek mümkün değildi. Sürekli olarak şekil değiştiriyorlardı. Dokundukları eşyadan etkilenerek yoğunlukları da farklılaşıyordu. Dokunma duygusuna yükledikleri dehşet müthişti. Aynı anda soğuk, sıcak, ağdalı, vantuzlu, yapışkan, jöle gibi yıvışıklardı. Korkudan laçka olan genç kadın bayılmak üzereyken koluna konan kırmızı bir kelebek konuşmuş ve “Birinci dileği yerine getir. Yoksa her gece geleceğiz. Artarak ve hırçınlaşarak. Ferhat Demirci’yi bul. Eski mahalle arkadaşın. O biliyor. Geç olmadan. Ona ‘Dilekbek’, de.”
  Melisa nasıl bayılmadığını bilmiyordu. Kelebek uçup odadan çıkınca diğer şeyler de onu takip etmişlerdi. Kadın bunu psikolog bir arkadaşına anlatınca adamın tavsiyesi uyku ilacı ve teskin edici preparatlar olmuştu. Melisa avukat olmuştu. İşleri yoğundu. Aşırı stres böyle sonuçlar da verebilirdi. İkinci gece aldığı ilaçlara rağmen aynı şeyler daha sertçe yinelenince kadın beni aramaya başlamıştı. İzmir’deki ailesi beni kolayca bulabilirdi, ama facebook bunu beş dakikada yapınca o yöntemi yeğlemişti. Kariyerinde yükselmekte olan bir avukat olarak bu tür bir öyküyü başkalarıyla paylaşmak istemiyordu.
  Genç kadına durumu özetledim ve tuttuğumuz birinci dileği anlattım. Haliyle havsalası almıyordu. Böyle bir şey olabilir miydi? Evren sandığımızdan daha interaktif bir yerdi. Bazen kalpten çok istenen bir şey gerçek olurdu. Bizim dileklerimizin gerçekleşme yoluna girmesi için aradan tam on dokuz yıl geçmişti.
  İki saat boyunca konuyu ince eledik sık dokuduk. Çözüm için yapılacak şey çok açıktı. Melisa mantık insanıydı. Saat on bire doğru kadının ablasının evine gittik. Ablası kocasıyla beraber Paris’te tatildeydi. Öyle olmasa bana da gidebilirdik, ama o ev hemen yakınımızdaydı. Ayrıca sevgilimle ortak tanıdığımız biri Melisa’yla eve girdiğimizi  de görebilirdi. Hava çok güzeldi. Dışarısı insan taşıyordu.
  Genç kadın kapıyı açtı ve içeri girmem için işaret etti. İlk adımı kendisi atmak istemiyordu. İç mimar olan ablası evini harika döşemişti. Divanlar, koltuklar, limon sarısı badana, inanılmaz teknik düşünülmüş zevkli ışıklandırma ve daha bir yığın aksesuvara kayıtsızca bakmakla yetindim. Hissettiğim gerilim müthişti. Birazdan olacakları hayal etmek bile tek başına kalp çürütücü bir süreçti.
  “Burada mı?”
  Melisa’ya başımla evet işareti yaptım. Oturma odasındaydık. Kadın kararsızlığını çabuk yendi. Üzerindekileri çorapları da dahil çıkardı ve öylece durdu. Çok güzeldi hâlâ, ama ne yazık ki, bu durumun tadını çıkaracak ruh halinden kilometrelerce uzaktaydım. Parmağımla işaret edince anlaştığımız soruyu sordu.
  “Birinci dilek tuttu mu?”
  “Dilekbek.” dedim.
  Çok yakınlarımdaki bir elektriklenmeyi vücut kıllarımda ve saçlarımda hissetmekteydim. Bu kadarı yeterliydi.
  “Ben gidiyorum Melisa. Teşekkür ederim anlayışın için. Özür dilerim bu durum için.”
  Kadının gözleri dolmuştu. Dudakları aralandı ama ağzından bir söz dökülmedi. Benim de diyaframım genişlemişti. Kalbim yerinden fırlayacak gibi atmaktaydı. Sermet bir şekilde buralardaydı. Hissediyordum. Dairenin kapısına doğru yürüdüm. Bir elektrik alanı önümden gidiyordu. Bunu çok açıkça hissedebilmekteydim. Kapıyı açınca dışarı süzülen akımla birlikte adımımı attım ve kapıyı örttüm. Asansör beş metre ötedeydi. O tarafa yürüyüp asansörü çağıran düğmeye bastım. Sermet’in her an materyalize olmasını bekleyen yanım çok güçlüydü. Saniyeler aktı. Böyle bir şey olmadı.
  Binadan dışarı çıktığımda durup yukarı beşinci katın ışığına baktım. Melisa işi atlatmıştı. Hissediyordum. Sermet’in ya da  o dilek tutma anında açığa çıkan enerjinin genç kadınla işi bitmişti. Giderek seyrelen korku anlarından geçerek normal hayatına dönecekti. Ona özendim birden. Beni bekleyen iki aşama daha vardı. Daha da kötüsü bu sürece kördüğüm atmak mümkün olacak mıydı acaba?
  Eve gidince dairenin bütün ışıklarını açtım. Televizyonda komik bir film buldum. Bir şişe viski açtım ve içmeye başladım. Şişeyi yarıladığımda divanda sızmak üzereyken aklıma gelen şeyler beni biraz diriltti, ama arka arkaya içtiğim iki dubleyle bunu da aştım.
  Sabah midem berbattı. Başım ağrıyordu. Büroya telefon ederek sekreterime geç geleceğimi söyledim. O gün sıradan sorunlarla boğuşurken dün olan bitenler biraz kenara itilmişlerdi. Ben öyle sanmaktaydım. Gelen mektuplardan birini açtığımda küçük bir şok yaşadım. Altınova’da yıllar önce babam tarafından satın alınan ve yeri değerli olmadığı için son yıllarda bahsi bile geçmeyen yarım dönümlük arazinin olduğu yerde beş yıldızlı bir otel inşa edilecekti. Bunun için görüşmek istiyorlardı.
  Derhal verilen telefon numarasını aradım. Şirketin temsilcisinin yeri Alsancak’taydı. Arabamı park yer yerinden çıkarmama gerek yoktu. Yürümeyle on dakika mesafedeydi. Öğleden sonra dörtte, Demirci işhanındaki lüks büroda Swiss otel temsilcisiyle görüştüm ve anlaştım. Adam 120.000 dolar teklif edince hemen kabul etmiştim. Babam duysa yarım misli fazlasını kopartmak için nazlanmadığıma bozulurdu. Ona her şeyi sonra anlatacaktım. Araştırmıştım. 2009 model 433 beygir gücündeki GranCabrio Masereti’nin fiyatıydı bu. Zaman dardı. Hissediyordum.
  Maseretiyi satın aldıktan sonra Besim Tunalı’yı buldum. Çankaya’da spor malzemeleri satan bir mağaza çalıştırıyordu. Onu ikna etmek için çok şey anlatmama gerek yoktu. Melisa’yı rahatsız eden hayat artığı şeyler iki gecedir ziyaretine gelmekteydi.
  “Ne anlama geliyor bu Dilekbek?”
  İçimi çekerek Besim’e baktım. Dar omuzlu, orta boylu, iddiasız fizikli biriydi. On iki yaşındayken bize Golyat gibi görünmüştü.
  “Sermet’in uydurması.” dedim. “Dilek işi malum. Bek, İngilizce back anlamına belki. Futbol terimi olan bek ya da. Her şeyin sonradan olup bittiğine bakarsan. Bekanın bek’i de olabilir.”
  “Bütün bunlar…”
  Gözleri dolmuştu. Dudakları titriyordu. Haline acıyordum, ama bu durumda elimizden ne gelirdi. Saniyeler ağır akışlı akarken etrafımızdaki havanın elektriklendiğini hissettim. Melisa’nın ablasının evinde hissettiğimden çok daha güçlüydü. Minik çıtırtılar duymaktaydım.
Bize en yakın yapı solumuzdaki yirmi metre mesafedeki iki katlı bir binaydı. Sağımızda temeli atılmış bir inşaat başlangıcı vardı. Büyük bir site olacaktı herhalde. Etrafı çitle çevriliydi. Yıllar önce o dev kelebeği gördüğümüz yer, gecenin on bir buçuğunda yeterince tenhaydı.
    Sermet beş metre kadar önümüzde patikadan bize doğru gelmekteydi. Sokak lambaları yeterli ışık vermekteydi. O nisan günündeki halindeydi. Krem rengi pantolon, uzun kollu bordo tişört. Ardından Melisa’nın tasvir etmekte çok aciz bırakan şeyler sürüklenmekteydi. İrili ufaklı, kıpırdak, çeşitli frekanslarda hışırtılar salan yaratıklardı. Bu dünyadan tanıdığım hiçbir şeye çok benzemiyorlardı.
  “Naapcaz Ferhat?”
  Besim paniğe kapılır kaçar ya da çığlık atmaya falan başlarsa her şey rayından çıkabilirdi. Elimle sol omuzuna tıpışladım ve  “Bana bırak.” dedim.
  Sermet bize iki metre yaklaşınca durdu. Çevresindeki şeyler kıpır kıpırdı. Eski canciğer dostumu çocuk haliyle görmek, kalbimi kanattığı için korkum biraz geri planda kalmaktaydı.
  “Hazırız Sermet.” dedim. “İlk kim binecek eşeğe?”
  “Sen.”
  Sermet’in sesi aynı hatırladığım gibiydi. Yüzü görünüşü de öyle. Etrafındaki o şeyler olmasa korkulacak hiçbir sinyal yoktu üzerinde. Gözlerinde içten pazarlılık, yüzünde mezarından kalkmış bir cesedi çağrıştıracak solukluk, çürümüşlük cinsinden bir gariplik arayan gözlerim bunları görememekteydi. Bir mazi projeksiyonu gibiydi neyse ki. Besim’e baktım. Ne yapacağımızı önceden konuşmuştuk. Başını salladı. Bu durumdan bir an önce sıyrılmak istiyordu. Arkasını döndü. Sıçrayıp sırtına bindim. Aradan geçen zamanda ağırlığım bir misli artmıştı. Besim biraz zorlanarak da olsa hızlı adımlarla yürümekteydi.
  “Eşek gibi anır.” dedim.
  “Aaaaiii, aaaaiii.”
  Başka şartlar altında kahkahalarla gülmem gerekirken gözlerim doldu. Hepimizin adına üzülmekteydim. Tekrar başlangıç noktasına geri döndüğümüzde sırtından indim. Besim’in nefesi sıkışmıştı. Yanakları göz yaşlarıyla ıslaktı.
  “Sıra sende.”
  Sermet yürüdü, Besim’in sırtına sıçradı. Birlikte anırtı sesiyle gidip geldiler. Sermet adamın sırtından indi. Besim bir kamyon karpuz indirmiş gibi nefes nefese kalmıştı. Alnı ter içindeydi, ama az önceki ağlamaklı hali kaybolmuştu. Garabete uyum sağlamaya başlamıştı.
  “Şimdi ne olacak?”
  “Sorsun.” dedi Sermet.
  “Üçüncü dilek tuttu mu?” dedi Besim.
  Arkadaşıma baktım, başını salladı ve “Senle biraz yalnız kalmak istiyorum.” dedi.
  Ceketimin sağ cebinden arabanın anahtarlarını çıkartarak Besim’e uzattım. Yeni arabamı ana cadde üzerindeki bir fırının önüne park etmiştim. “Sen beni arabada bekle.”
  Besim anahtarları aldı ve tek bir söz etmeden yanımızdan uzaklaştı. Onun işi bitmişti. Bense sürecin henüz düğümlenmediği sezgisiyle haşır neşirdim.
  “O kelebek... Neydi?” dedim.
  Sermet çocuklara has bir şekilde omuzlarını silkti. “Bilmiyorum.”
  “İki dilek de yerine geldi. Arabayı görmek istiyor musun? Maserati.”
  Arkadaşım gülümsedi. “Gelirken gördüm. Çok etkileyici bir araç. Benim ağzımdan çıkan dilek sözü Maseratiydi, ama yüreğimde başka bir şey vardı.”
  “Neydi?” dedim. Ağzım kurumuştu birden. Arabaya bakmasıyla bu işten sıyıramayacağımı anlamış olmanın huzursuzluğunu hissetmekteydim.
  “Sen Masereti lafını etmeseydin ben başka bir şey söyleyecektim. O gün dedemin 90. yaşgünüydü. O kuşak parti falan vermez malum. Babam hediye almıştı yine de. Üzerine benim adımı da yazmıştı. Bu ilhamla 90. yaşgünümü birlikte kutlayalım diyecektim. Kalbimden dedim ama. İki dilek tuttu. Üçüncüsü için beklememiz gerekecek.”
  Yaşadığım şok nedeniyle sessiz kaldım. Arkadaşım eğilip yerden yuvarlak ve yassı bir taş aldı. Deniz kenarlarında çok raslanan gri ateş taşıydı. Bir liradan biraz büyüktü. Bana uzattı.  
  “Bu davetiyen.”
  Taşı hayalde gibi alıp baktım ve pantolonumun cebine koydum.
  “Partime davetlisin.”
  Aklımdan bin tane soru geçmekteydi, ama kelimeleri telaffuz etmekten acizdim.
  “Ne düşündüğünü algılıyorum. Eskiden bazen olduğu gibi. Bana, bu şeylerin olduğu yere geleceksin. Elli dokuz yıl sonra. Eğer bu arada ölürsen, birlikte mumları üfleyeceğim anı bekleyeceğiz. Şimdi git. Besim’i bekletme. Seni her zaman çok sevdim.”
  Sevgili arkadaşıma sarılma arzusuyla dolmuştum. Gözyaşlarım fışkırarak akıyordu.
  “Bana dokunma. Sen Besim’den farklısın benim için. Yağlı boya. Eskiden öyle derdik.”
  Ağzımdan anlamsız kelimeler çıktı ve sonra geriye arabaya doğru yürüdüm. Bir ara durup arkama baktım. Sermet ve birlikte olduğu şeyler gözden silinmişti. Elimin tersiyle yanaklarımdaki ıslaklığı sildim. Acaip bir şekilde hızla sakinleşmekteydim. Damardan teskin edici bir serum almaktaydım sanki.
  Az sonra şehir merkezine yaklaştığımızda Besim, “Bitti değil mi?” diye sordu. Bunu sormak için olay yerinden uzaklaşmayı beklemesi komiğime gitmişti. Hiç halim olmamasına rağmen sırıttım. “Merak etme.” dedim ve parmağımın ucuyla pantolon cebimdeki yassı taşa dokundum. “Bitti.”

                                                                                        Amsterdam Şubat 2010