Metaverse etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Metaverse etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ocak 2022 Çarşamba

Eski İstanbul Müzesi

 



 

Bir masalı bilimsel postule kuyusuna attım. Sonra kuyuyu ters yüz edip rokete yükseltgedim ve yüzümü göğe çevirdim. En parlak yıldızlardan biri göz kırpttı. Bir  kurt deliğinden geçip yanına vardım. Neden kâinattaki bunca uzak bir yer bu kadar tanıdık geliyor? Bigbangdaşlık soluyorum adeta. 

                                                                                      Diğer Kıyı Öykünmeleri – Yazi Meyyın

 

 

  “Bir şey mi oldu?”

Siyah saçlı genç kadının sol arkasında duran sarı dev balon bütün göğün yarısını kaplamıştı. Güneş ardında kaldığı için gölgesi müthişti.

  “İyi misin?”

Ağzımdan kelime çıkartabilecek durumda değildim. Nutkum tutulmuştu. Ansızın düşünce silsilemin önünden çekilen paravana nedeniyle yepyeni bir zihnin ufkuna dahil olmuş gibiydim.  

  “Sen... İyi misin?”

  Tam olarak ne olduğunu kestiremiyordum, ama yeni gerçeklik ufkunun uyanışı muazzamdı. Baskındı. Kendimi bir uzay istasyonunda gördüm. Bir uzay mekiğindeydim. Yanımda ikisi kadın beş altı kişi daha vardı. Hepimiz astronot giysiliydik. Başlıklarımızın şeffaf siperliklerinin ardındaki yorgun yüzlerimiz neşe ve mutluluk ışıyordu. Çok büyük bir iş başarmıştık. Güneş sisteminde bir gezegene ilk kez insan ayağı değmişti. Dünyanın en yeni kahramanlarıydık.

  “Başardık çocuklar.”

  Bunu diyen kestane rengi saçlı kadın astronottu. Adı Manuella, hayır Mana. Meksikalı kadın astronottu. Kaptan yardımcısıydı. 39 yaşındaydı ve bekârdı. Defalarca yinelenmesine rağmen her telaffuz edildiğinde içimizde sevinç yaratan bir sözcüktü. Büyük bir badire atlatmış ve ölümden kıl payıyla sıyrılmıştık. Şimdi önümüzde büyük bir heyecan ve sevgiyle bizi bağrına basmak için bekleyen bir dünya vardı. Aileler, dostlar, ün ve servet. Karımı, üç yaşında bıraktığım kızımı düşündüm. Kızım şimdi altı yaşındaydı. Babası motorları olan, uzayda hareket eden dev bir konserve tenekesi içinde geçirilen üç koca yılı bitirmişti. Sevincim tarif edilemez boyuttaydı. Birazdan iki haftalık karantina için yörüngedeki bir istasyona alınacaktık. Kenetlenme işlemi neredeyse tamamlanmıştı. Daha geniş ve  özellikle dünya manzaralı değişik bir yere duyduğum özlem yer kabuğunda bulduğu bir çatlaktan yükselen mağma gibiydi.  

  “Şimdi nasıl?”   

  O sarı top normal boyutlarına dönmüştü yeniden. Terasta hemen arkalarındaki masada oturan genç çift alçak sesle bir şeyi tartışmaktaydılar. Kısa saçlı sarışın adam kadının elini tutmuştu. Kumral kadını arkadan görüyordum. Sutyeninin askılarını belli eden zeytin yeşili dar bir tişört giymişti. Öne eğilmişti. Başının duruş şeklinden ağlamak üzere olduğunu hissediyordum. Daha sonraki masa boştu. Başımı sola çevirdim. İçerideki masalardan bazılarında oturan insanlar vardı. Siyah pantolonlu, beyaz gömlekli, bordo renkli yelekli garson kapının ağzında durmaktaydı. Kimse bir şey istemediği için düşüncelere dalmıştı. Yirmi başlarında falan olmalıydı. İsmini çıkaramadığım bir futbolcuya benziyordu.

  “Geçti değil mi?”

  Geçti kelimesi sanki geçişlen komutu gibi olmuş tekrar uzay gemisine dönmüştüm. Bu defa belleğim daha harlıydı.

  “Koyaanisqatsi. Koyaanisqatsi’ye ne oldu? Arkadaşlarım. Karım ve kızım… Sen kimsin? Burası… Belleğim niye tutuk?”

  Kobalt mavisi gömlek giymiş, siyah saçlı genç kadının yüzündeki endişe yerini bir çeşit kararlılığa bırakmıştı. Gözlerinde anlayış zerreleri kıpırdaşıyordu. İnce dudaklar, azıcık kemerli bir burun ve iri siyah gözler. Güzel değildi, ama dokunaklı bir çekiciliği vardı.

  “Neyi bilmek istiyorsun?”

  “Kimsin sen?”

  Kadının yüzünde beliren tereddüt kısa sürdü. Dürüst yan hakim olmuştu sanki.

 “Adın Doğan Başatura.” Dedi. “Bu kentte doğdun. Mars’a yollanan  Koyaanisqatsi adlı gemideydin. Uzman navigatör olarak. Bir sorun çıktı… Gidiş yolculuğunun son haftasında yerle bağlantınız koptu. Sonra… Çıkageldin. Bunun ne kadarını hatırlayabiliyorsun şu anda?”

  “Dört gün boyunca yerle ilişki kuramamıştık. Dönüş yolunda. Mars’a indik. Ben ana gemide kalan ekipteydim. Sonra dönüş yolunda…”

  Dönüş yolunda çekilen sıkıntıların ayrıntısı doluştu beynime. Durmadan bozulan ve tamir isteyen aparatlar bizi hayatımızdan bezdirmişti. Birkaç kez ciddi yıkımın eşiğinden dönmüştük. Mars kayıtları silikti ama. O anlara ait görüntüler yoktu beynimde. Mars’ı düşündüğümde gördüğüm Mars filmlerinden sahneler doluşuyordu bellek ekranıma. Tatsız bir şeyi duymak üzere olduğum duygusu çok güçlüydü. Kaçınılamazı ıskalayamazdım.

  “Belleğimde… Ne oldu? Daha önce, adınız ne?”

  “Serpil. Liseden arkadaşınım.”

  Serpil’i hatırlıyordum. İlk kez bir arkadaşın partisinde öpüşmüştük. Çok önceydi. Başka serüvenler yaşamış ve evlenmiştim. Şimdi altı yaşında olması gereken bir kızım vardı.

  “Sen o değilsin.” Dedim. “Çünkü kızı en az on beş yıldır hiç görmedim. Tek bir kez uzaktan bile. Zaten çok kısa süren bir ilişki yaşamıştım.”

  Genç kadın gülümsedi. “Ben oyum.”

  “Anlatıcak mısın her şeyi?”

  “Bir şey daha içer miyiz? Yeşil çay?”

  “İyi.”

   Kadın garsona bir işaret yaptı. Delikanlı başıyla olumlayarak içeri girdi.

  “Şu anda neredeyiz Doğan?”

  Omuzlarımı silktim ve “Kadıköy’deyiz.” Dedim. “Deniz Yıldızı kafesinde.”

  “Hangi yıl?”

  “2024 eylülü.”

  “Mars yolculuğu ne zaman başlamıştı?”

  “2021. Unutulmaz bir yıldır yaşamımda.”

  “Bizler için de öyle oldu.” Genç kadın konuşmasına ara verince sessizliği soğuk bir şeyler doldurmaya başladı. Duymak üzere olduğum şeyden korkmaya başlamıştım.” 2021 doğru. 2 Haziranda yola çıktınız. Bir yıl iki ay sonra yerle ilişkiniz kesildi, ama bu 4 gün sürmedi. Tam 143 yıl sonra geri geldiniz.”  

  “Yani?”

  “Mars’a inilmedi ve şu anda 2165 yılındayız.”

  Yaşadığım şok bayağı ağırdı. Filmlerde ve öykülerde bu tür haberleri duyanların abartılı davranışlarını biraz küçümserdim hep. Gerçek başkaydı.

Soğuktu. Aşılamaz naturalıydı.

  “Evliydin ve yolculuğa çıktığında üç yaşında bir kızın vardı. Kızın mutlu ve uzun bir hayat yaşadı ve bundan 51yıl önce 96 yaşında vefat etti. Ardında çocuk bırakmadı. Karın ondan çok önce geçti gitti eski tabirle.”

  Ne diyeceğimi bilemez bir şekilde yüzüne bakınca kadın devam etti.

  “Ansızın kapımıza dayanınca önce yabancı bir tasallut sandık normal olarak. Keşif gemimiz sizin geminizin gerçekliğini saptayıp bize bildirince içeri girip duruma baktık. Sekiz astronottan sadece ikisi sağdı. Sen ve Mana denen Meksikalı kadın. Geminizi uzayda imha etmeye karar verdik. Çünkü bir kurt deliğinden geçip kimbilir nelere gitmiş ve geri dönmüştünüz. Başka türlü bu kadar zaman aynı yaşta ve sağ kalamazdınız. Düşman taraftan bize açılan kapının anahtarı olabilirdiniz. Sizleri yeryüzüne getirmek konusunda Birleşik Dünya Güvenlik Konseyi oylama yaptı. Exobiyologlar da karşıydı. Uzaydan bize öldürücü virüs taşımanız ihtimali vardı. 14’e 12 ile yaşamanıza karar verdiler. Bir çeşit vefa borcu. Gemiyi imha ettik. Sizleri yeryüzüne getirdik. 143 yıl takdir edersin ki çok uzun bir zaman. Dünya inanılmaz derecede değişti. Sana buraya uyum sağlatabilmek için uygun bir yer bulduk ve ortamı uyarladık.”

  “Bu... Burası uyarlanmış bir yer mi yani?”

  Genç kadın gülümsedi. Bakışlarında içtenlik ve merhamet vardı. “Dünyada artık beton yığınlarının içine sıkışmış yoğun hayat birimleri yok. Robot yapımını robotlara bıraktık. Bütün elektronik ve mekanik düzenlemeleri de. İş hayatı, ticaret, ekonomi, tarım, teknoloji denen anlayış çok değişti. Buna uyum sağlamanız mümkün değildi. İnsan kalıbından çok taştı Doğan bey. Bu taşma, gelişme uzaya pek fazla yansımadı.  Yeryüzünü değişik bir şekilde deneyimlemeye başladık. İnsanlar ilk kez kesiksiz bir huzur ve güvenlik ortamındalar. Eski aile düzenini anımsatan kümeler kuruluyor ve yenileniyor. Kimsenin aç açıkta ve bakımsız kalması mümkün değil. Hapisane diye bir kurum yok artık. Suç yok çünkü. Uzay fethi duygusu da çok yavaşladı. Her zaman küçük gruplar çıkıp bunu savunuyorlar, ama genel ruh hali değişti. Güneş sistemini kolonileştirdik. Daha ötesi şu sıralarda pek fazla ilgi çekmiyor. Sadece marjinal gruplar, çok sınırlı harcamalarla evrenin çeşitli yönlerine açılıp durmakta. Şu ana kadar hiçbiri bir başka zekayla temas kuramadı. Mesafeler hâlâ çok fazla. Sizi yutan kurt deliği de bir daha görünmedi.”

  Etrafıma bakındım. Kulaklarım uğulduyordu. “Burası Istanbul değil mi yani artık?”

  Garson çayları getirince kadın gülümsedi ve teşekkür etti. Sonra çay fincanının içine bir küpçük şeker attı. Kaşıkla karıştırdı.  “Artık ne Istanbul, ne New York, ne de Sanghai var. Küçük şehirlerin tamamı yeni ortama uyarlandı. Dünya üzerindeki yirmi bir eski metropol müze olarak korundu. Pek revaçta olan müzeler değildir onu söyleyeyim. Çünkü insanların beyni değişince, hisleri de güçlendi. Büyük şehirlerin eskiden kalan ışımasından rahatsız olanların sayısı arttı. Ziyaretçisi giderek azalan yerler oldular.”

  Beşiktaş vapur iskelesine telaşla koşuşturan insanlara, denizde seyreden vapurlara ve bir simit parçası kapmak için hazırlanan martılara baktım.

  “Peki bu insanlar?”

  Kadın çayından bir yudum aldı ve “Müzeler eksiksiz noksansız mazinin aynasıdırlar.”

  “Bu insanlar... Sen, şu arka masada oturanlar, nesiniz peki?”

  “Elimi tut.”

  Otomatikman dediğini yaptım. Kadının elinin ısısı, yumuşaklığı, rengi her şeyiyle normal bir insan eliydi.

  “Çayından bir yudum alın.”

  Dediğini yaptım. Şeker koymayı unuttuğum için biraz buruktu, ama bildiğimi tanıdığım yeşil çaydı.”

  “Bir fark hissedebildin mi?”

  “Çok başarılı bir simulans yani?”

  Öyle bir şey yok artık. Bunlar öykülerde ve eski filmlerde kaldı. Zihinlerimizi yenileyince ve teknolojik sıçramaları arkamıza alınca çevremizdeki evreni bayağı interaktifleştirdik. Bu nedenlerle bir yerde sıkış sıkış oturmamıza gerek kalmadı. Cetvel ve pergelle çizilen içkapatıcı düzenlikler sonsuza kadar bitti. Amorf yapılanma söz konusu. Artık aynı anda sayısız yerde olmak mümkün. Ne temel ihtiyaç, ne de prestij olarak bir sıkıntı kalmadı. Yalnızlık sadece sözlükte varolan bir kelime. Bunalım, depresyon, paranoya ve Koyaanisqatsi de öyle.  Hopi dilinde çılgın yaşam, karmaşık yaşam, dengesiz yaşam, parçalanmış yaşam anlamına geliyor değil mi? Bütün bunlar mazide kaldı. Yumak aileler, akrabalıklar kuruldu. Her şey gerçektir. Şu gördüğün martılar, deniz suyunun tadı, şu garson, ben, hepimiz gerçeğiz. 0 ve 1’lerle bir ilişiğimiz yok.”

  Kadının sözlerini kelimesi kelimesine doğru olduğunu seziyordum. “Benim rahatsızlığım nedir peki?”

  “Beynin bizden farklı. 8000 yeni fiil var şu anda gündemde. Eskiden bir çırpıda elli fiil kullanabilenlere entelektüel denildiği zamanları hatırla. Diller değişime uğradı. Aparat kullanımı bayağı çetrefilleşti. Beyinlerin hipokamp bölgesi çok değişti.Kıvrımları inanılmaz arttı. Eğitim doğuştan ölüme kadar kesiksiz sürmekte. Her an yıkılıp giden, göz açıp kapayana kadar yenilenen sistemin göbeğinde yaşanıyor. Maharet haleleri yardımıyla bunların içine uyum sağlıyoruz. Sokaklar eskisi gibi birbirlerine diğer sokaklar aracılığıyla bağlanmıyor. Sayısız geçitler, emiciler, taşıyıcı alanlar var. Bunların içindeyiz. Her şey molekül molekül hesaplanıyor. Aşk ve seks de bu tür bir sürecin içinde. Eşleşme kriterleri çok değişti.”

  “Moleküler muhabbet yani?” dedim.

  “Aynen öyle. Yiyecekler içecekler, iç organlarımızın salgıları falan da değişti. ve Maddiyatı yeniden yorumlamış yatay bir medeniyetiz. Teorik matematik öğrenme yaşı üçten başlıyor. Manyetik alan sorunu da başka bir kalem. Beyinlerimiz ve bedenimiz bu alanlara adapte oldular. Senin gibi zamanında üst düzey zekalı olan, iki üniversite bitirmiş, çok sıhhatli biri ki, kaç bin kişi içinden Mars misyonu için seni seçtiler, sen bile bu ortama uyum sağlayacak durumda değilsin. Daha... Daha saatlerce anlatabilirim Doğan. Seni uyarlamak için çok çabaladık. Olmuyor. Bu son testti. Olmuyor. Az bellekli bir bilgisayara en yeni programların yüklenememesi gibi biraz. Maalesef aramıza katılman mümkün değil. Bu nedenle yeni bir karar aldık.”

  Kadının yüzüne bakakaldım. Kalbim heyecanla atmaya başlamıştı. Çöpe mi atılacaktım acaba?

  “Burada, bu şehir 184 yıl önce dünyaya gözünü açtığın yer sonuçta, Eski Istanbul Müzesi’nde kalacaksın. On beş milyon insanla birlikte. Metrolar, taksiler, otobüsler, oteller, restoranlar, hastaneler ve aklınıza gelen her şey kullanımda. Sana aylık 13.022 lira maaş bağlanacak. Birinci sınıf sağlık sigortan, sıfır kilometre bir araban ve kalacağın bir evin olacak. Semti ve eşyalarını kendin seçebilirsin. Bunun için ayrıca ikramiye verilecek. Arabalara dikkat et seni ezebilirler. Birisi yumruğunu indirirse burnun yassılaşacak. Yediğine içtiğine de dikkat et. Her şey gerçek. Ben de burada olacağım. Bir şey daha. O gördüğün simulasyon filmlerini unut. Burası gerçek. Tıpkı evrenimiz gibi şehir sonlu, ama sınırsız. Hiçbir zaman gerçeklik dışına taşmayacaksın yani.” Kadın bunu derken pantolonunun arka cebinden aldığı bir kartı bana uzattı.   

  “Telefon edersen gelirim ziyaretine. Hayatımda ilk öpüştüğüm erkeksin.”

  Karttaki  ismini yüksek sesle okudum. “Serpil Candan. Şirket danışmanı.”

  İçimden sen o kız değilsin demek geçti, ama bezgince yüzüne baktım.

  “Müze bekçisi mi oldum yani?”

  Kadın gülümsedi. “Sayende müzeye ilgi artacak sanırım. Bir şey daha... Sana hoşuna gidecek bir sürprizim var. Mana. Bir iki dakika içinde buraya gelecek. O da aynı durumda. Yalnız kalmayacaksın. Milyonlarca hayat var ayrıca çevrenizde.”

  Genç kadın doğruldu. Orta boylu, mevzun vücutlu genç bir kadındı. Taş çatlasa otuz yaşındaydı ve Serpil’in inanılmaz derecede benzeriydi. Çantasını açtı. Krem rengi kalınca bir zarf çıkarıp bana uzattı. “Bir otele yerleş. Kendine ev ara. Döşe. Sanırım Mana beraber oturalım teklifine itiraz etmeyecek. Çünkü Eski New Mexico Müzesi’nde yalnız kalmaktansa burada olmayı yeğledi. Erkekler yer konusunda sanılanın aksine daha ısrarcı oldukları için sana o tarafa gitmeyi önermedik. Kadın burada turist sayılır yani. Ona göre davran.”

  Serpil bana dostça sarıldı. Bedensel hususiyetleri tanıdık bildik kadınlardan farksızdı. Ten kokusu, parfümü de öyle.

  “Hoşçakal Doğan. Belki görüşürüz yine.”

  “Güle güle Serpil.”

  Genç kadın kollarını çözerek memnuniyetle gülümsedi ve sol gözünü çapkınca kırparak çekti gitti. O kapıdan çıktıktan birkaç saniye sonra içeriye Mana girdi. Üzerinde alacalı bulacalı ince bir yazlık elbise vardı. Kestane rengi uzun saçları, makyajsız esmer yüzüyle çok hoş görünüyordu. Gemideki kılığından çok farklıydı. Kısa topuklu beyaz ayakkabıları çok yakışmıştı.

  Kadın etrafa bakındı. Beni görünce neşeyle el salladı ve olduğum yere seğirtti.  

  Ayağa kalkıp kadını karşılamaya hazırlandım.

  “Doğan seni gördüğüme ne kadar sevindim bilemezsin.”

  “Ben öyle Mana.”

   Kadın sımsıkı sarılınca ben de aynı şekilde karşılık verdim. Parfümü başımı döndürmüştü. İnsanlarla birlikte havaya yükselen dev sarı balona bakıp içimi çektim. İki kadından hangisinin daha gerçek olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğimi düşünmekteydim. Bunu yapabilseydim şehri dolduran bunca insanın nereden geldiğini de sorabilirdim.

                                                                                                                                Aralık 2009 Amsterdam

17 Aralık 2021 Cuma

Güzel Yeni Dünya ve Kölelik Sevgisi

 


 


Ekonomik güvence olmazsa kölelik sevgisi hayata geçirilemez. Kölelik sevgisi, insanların zihin ve bedenlerinde derin ve kişisel bir devrimin sonucunda oluşturulmadıkça başarılamaz.

 

Mutlulukla uyuşmayan tek  şey sanat değil, bilim de uyuşmuyor. Bilim tehlikelidir. Büyük bir özenle ağzına gem vurmak ve zincire bağlı tutmak zorundayız.

                                              Aldous Huxley – Cesur Yeni Dünya – İthaki Yayınları – Çevirmen:Ümit Tosun

 

           Allaha teslim olan eşyayı teslim alır.

                                                  Sezai Karakoç

 ‘Hey Güzel Yeni Dünya’

‘Hey Cesur Yeni Dünya.’ Shakespeare’in The Tempest – Fırtına adlı oyununda Prospero’nun kızı Miranda bu sözü sarfeder. Brave New World.  Brave kelimesinin o sıralarda güzel anlamına da kullanıldığı söyleniyor. Dört asır sonra 1932’de Aldous Huxley bu başlıkla kaleme aldığı kara ütopya- distopya tarzındaki romanında bu deyişi hayatında sadece Shakespeare eserleri okumuş olan bir vahşiye, John’a söyletir.

Roman 26. Yüzyılda dünya çapında on ayrı bölge şeklinde kurulmuş sürekli mutluluk beldelerinden Londra merkezli olanındaki steril hayatı anlatır. Annesiz babasız olarak kitaplara ve çiçeklere nefretle büyütülen çocuklar tüplerde ve baştan sınıfına uygun niteliklerde ve Malthusçu bakışla gerekli sayıda üretiliyor. Alfa çocuklar gri, Gama çocuklar ki aptaldırlar yeşil giyiyorlar örneğin. Delta çocuklar haki, okuma yazma öğretilmeyen Epsilonlar siyah giyiyor. Epsilonlar en alt sınıf olmalarına rağmen cemiyete faydaları dokunacak şekilde organize edilmiş durumda. Bu arada ufak tefek olmak da alt sınıfa ait bir özelliktir. Ev, aile, birlikte yaşamak hepsi unutturulmuştur. Herkes herkese aittir. Kapalı bir sistemde Soma adlı bir hapı kullanarak sürekli mutluluk mertebesinde yaşıyorlar.

 

Soma

Yazar istikrar toplumunda kafayı sürekli iyi durumda tutacak, mutluluk hissi verecek bir kimyasala gerek görüyordu. Çünkü insanlar gerçeğe tahammül edemiyor ve sürekli olarak ondan kaçmak istiyordu. Alkol ve uyuşturucuların yerini alacak, aynı zamanda cin ve eroinden daha fazla keyif verecek bir madde gerekiyordu. Soma kendi sözleriyle hıristiyanlık ve alkolün bütün avantajlarına sahipti ama, yan etkilerini taşımıyordu. Soma gerçek evrenle zihinler arasına perde çekiyordu.

Huxley 1954 yılında  The Doors of Perception - Algı Kapıları kitabıyla ilgi çekti. Elinde Soma yoktu haliyle, ama bir kaktüsten elde edilen halüsinatif  meskalini kullanarak algısının nasıl değiştiğini yazdı. İnsanlar gerçeğe ancak ondan kaçarak tahammül edebilir sözünü haklı çıkarırcasına şimdi de olduğu gibi o zaman da bu tür algı yamulmalarına, mertebe değiştirmelerine rağbet büyüktü. 

 

Şövalye John namı diğer Vahşi

Bu sistemin dışında kalan vahşi dünyada hâlâ anneler babalar vardır. O yüzden oralarda mutsuzluk kol geziyordur ve sadizmden namussuzluğa kadar her türlü sapkınlık mevcuttur.

Bernard Marx  sadece Shakespeare okumuş, trajedileri ezberden bilen sistemin dışında yaşayan John adlı vahşiyi  ve hasta annesini artık kimsenin kitap okumadığı tarih bilinci olmayan mutlu insanların yaşadığı Londra’ya getirir. John onlardan çok farklıdır. Annesini hastanede ziyarete gitmesi örneğin tiksinti uyandırır ve sapıklık olarak değerlendirilir.


Cemaat, Özdeşlik ve İstikrar

Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya kitabı için 1946’da yazdığı önsözde tiranik bir dünya devletinin bir kargaşanın ardından doğacağını, Cemaat, Özdeşlik, İstikrar sloganıyla şekilleneceğini ve ekonomik güvence olmadan kölelik sevgisinin hayata geçirilemeyeceğini söyler. Yapılması gerekli şeyler listesinin başına çocuk şartlanmasını koyar. Zamanımızda çocuklarımıza sosyal medya göz kulak oluyor. Adım adım o yolda ilerliyoruz yani.  

 

İsimler Konuşuyor

Romanda dünya üzerinde yaşayan iki milyar kişinin on bin soyadı paylaştığı söyleniyor. İsim seçimleri de çok anlamlı. Polly Troçki, , Darwin Bonaparte, Sarojini Engels, Herbert Bakunin, Morgana Rothschild, Helmholtz Watson, Bernard Marx, Lenina Crowne, Vahşi John ve romanın en etkin karakteri,  Batı Avrupa bölge denetçisi olan Ford Hazretleri Mustapha Mond.

 

Darwin Bonaparte’da olduğu üzere isimler ünlü kimselerden ödünç alınarak bir araya getirilmiş. Sarojini Naidu Hintli politik aktivist ve şair, onun adı Friedrich Engels’le bir araya getirilerek Sarojini Engels yapılmış. Lenina Crowne, Bernard Marx da öyle. Vahşinin adı da rasgele seçilmemiş. Şövalye John. Kurulu düzenin alternatifini ve iğdişleşmemiş mücadeleci ruhu temsil ediyor.

 

Henry Ford otuzlu yılların en güçlü ismi. Romanda sıksık karşılaştığımız Fort Hazretleri hitabı içinde bolca hiciv de barındırsa buradan kaynaklanıyor. Klasik Fordizm’in seksen başına kadar dünya ölçeğinde çok etkin olduğu unutulmasın. Huxley bu romanı 1929’daki büyük ekonomik buhranın Dünya ve İngiltere’deki etkilerinden ilhamla kaleme aldı. Kitlesel işsizliğe, umutsuzluğa parlementonun çaresiz kalması onu insanlık için en gerekli şeyin l istikrar olduğu düşünmeye sevk etmişti. Tercih ettiği isimler bu nedenle dünya buhranına çözüm ararken sarıldığı etkin kimselerdir.

 

Mustafa Mond

Mond soyadı Imperial Chemical Industries Ltd.’in ilk başkanı olan Sir Alfred Mond’dan esinlenerek konulmuştur. Mond yazara 1931’de Britanya’ya akıl, düzen, istikrar getirecek bir kurum gibi görünen ve moral veren bir firmanın başındaydı. Roman yazılırken Mustafa ismi o sıralarda dünyaca tanınan kimden ödünç alınmıştır acaba? Aklıma tek bir isim geliyor.

 

2020 yapımı Brave New World dizisinde bu dominant beyaz erkek rolünü siyahi bir aktriste vermelerini çok ilginç buldum. Yandan çarklı Maria kültü mü desek? 

 

John ve Mond’un Diyaloğu

İdarecilerin korkusu üst sınıfın bilinç geliştirmesine yönelikti. Bu bilinç sistemin Somalı ve mutlu üst sınıf insanların iyilik anlamında mutluluğa olan inançlarını yitirmelerine neden olabilir ve asıl amacın daha derinlerde bir yerlerde, fiziksel insanın ötesinde bulunduğuna inanmaya yönelebilirdi. Yaşamın amacının mutluluğun sürekli kılınması değil, bilincin yoğunlaştırılması ve bilginin zenginleştirilmesi olduğunu düşünmeye itebilirdi insanları. Bu bağlamda kitabın sonunda yer alan Vahşi John ve düzenin sembolü olan Mustafa Mond’un diyaloğu çok anlamlıdır.

 

  Vahşi, “Eğer tanrıyı biliyorsanız niye onlara anlatmıyorsunuz? Tanrı hakkındaki kitapları niye vermiyorsunuz insanlara?”

  Mond, “Onlara Othello’yu niye vermiyorsak bunları da aynı nedenden vermiyoruz. Yüzyıllarca yıl öncesinin Tanrısı’nı anlatıyorlar. Şimdinin tanrısını değil.”

  “Ama Tanrı değişmez ki?”

  “İnsanlar değişir ama.”

  “Ne fark eder?”

   

   Mond, “İhtiraslarımız ateşini yitirdikçe tanrı gizlendiği bulutların arkasından görünür, ruhumuz bütün aydınlıkların kaynağı olan bu varlığı görür ve ona yönelir. Yalnızca gençken ve refah içindeyken tanrıdan bağımsız olabiliriz. Eskiden tanrı insanlara kendini kitaplarda yazıldığı gibi gösteriyordu.”

  “Şimdi nasıl gösteriyor peki?”

  “Yokluk şeklinde.”

  “İnsanlar yalnızken hâlâ tanrıya yönelebilir.”

  “Burada kimse yalnız kalamıyor artık. Yaşamlarını kimse yalnız kalamayacak şekilde düzenliyoruz.”

 

Kölelik Sevgisi

Bu romana güçlenerek yakında İngilizlerin elinden dünya hakimiyetini alacak olan Amerikan öcüsüne karşı yazılmış bir hiciv gibi de bakılabilir. Yazarın kendisi hiciv, kehanet ya da projeden hangisini yazdığını farkında değildi.

 

Zamyatin’in Biz (1920-21), Huxley’in Cesur Yeni Dünya ‘sı (1932), Koestler’in Gün Ortasında Karanlık(1940), Orwell’in Bir Dokuz Yüz Seksen Dört’ü (1949) birlikte ele alındığında zamanlarının ruhunu, küresel aklı iyi okuyan, sezgileri güçlü yazarların bizleri geçen yüzyılın ilk yarısından bugünler için uyardıklarını söyleyebiliriz.

 

Cesur Yeni Dünya’da transhümanizm, çiplenme, cyborglar, robotlar, holografik bedenler, zihnin harddiske indirilmesi, Dijital Kafes, Dijital Politbüro, Blockchain tabanlı yönetim gibi konular işlenmiyor. Teknoloji gelişmez geliştirilir diyenler ne kadar haklı. O istikrarlı! beldede Soma hapları yutarak mutluluk soluyan insanlar bütün bunları bilmiyor, ama bizleri bekleyen yakın gelecekle Büyük Sıfırlama, ailenin önemsizleştirilmesi, mahremiyetin ılgası, dayatılmış istikrar, bilginin saklanması, sanatın yasaklanması, tanrı kavramının gölgelenerek vahinin önce gönüllerden, sonra da dillerden silinmesi süreci ve kölelik sevgisi gibi çok temel çakışma noktaları mevcut.

 

Yapımı süren sözümona Güzel Yeni Dünya’lardan birine doğru adım adım ilerletildiğimiz zamanlardayız. Covid-19, cinsiyetsiz toplum enjeksiyonları vb. bu amaca hizmet ediyor. Bakalım Batı’da Vahşi, Şövalye John ruhlu kimseler buna direnebilecekler mi? Bizler şu anda yeni bir farkındalık inşa ediyoruz. İşe tepeden tırnağa bilgiyle donanmış bir şekilde eşyayı teslim alarak başlayacağız.

                                                       ---------

 

 

 

 

 


27 Kasım 2021 Cumartesi

Terminatör Kültü - Robot ve Yapay Zekâ Gözünden İnsan Manzaraları

 

Tordemir Yazıları

Terminatör Kültü


Robot ve Yapay Zekâ Gözünden İnsan Manzaraları

 

Robot, Biot ve İdeaot

Robot Çekçe mekanik işçi anlamına geliyor. Karel Capek’in ilk kez 1920 yılında yazdığı Rossum’s Universal Robots adlı tiyatro oyununda kullanıldı. Fikir aslında kardeşi Josef Capek’e aittir. Abisine labori yerine robot kelimesini kullanmasını önermiştir. Robot bir anda dünyaca benimsendi. Oyunun metni 1927’de Alemşumul Suni Adamlar Fabrikası adıyla eski Türkçe olarak da basılmış.

 

Ünlü bilimkurgu yazarı Arthur C. Clarke  1973 yılında Rama’yla Randevu adlı bir kitap yayınladı. 2130 yılında 20x50km ebatlarında silindir güneş sistemine girer. Geminin içinde mürettebat ya da mekanik personel yoktur. Her şey biyolojik bir sıvının bulunduğu havuzdan yöneltilmektedir. Örneğin bir parçanın değişmesi gerektiğinde havuza bir sinyal gidiyor. Havuzda değişecek parça ve onu taşıyacak gövde şekillenir, gider parçayı değiştirir, geri gelir ve havuza atlayarak çözünür. Yazar buna Biot adını vermişti.

 

  Oysa bütün sonsuz değişkeleriyle yaşam Rama’ya gelmişti. Eğer bu biyolojik robotlar canlı değillerse, çok iyi birer taklit oldukları ortadaydı. 

  Biot’ kelimesini kimin bulduğunu kimse bilmiyordu. Sanki bir anda kendiliğinden ortaya çıkmış ve herkes tarafından kullanılmaya başlanmıştı. Bu duruma göre ana girişte Pieter, şef Biot gözcüsü oluyordu. Ve onları inceledikçe bazı davranışlarını anlamaya başladığına inanıyordu.

                       Arthur C. Clarke, Rama’yla Buluşma, İthaki yayınları,1999

 

Çözücü romanımı kurgularken tasavvurlardan yapılmış, düşüncelerden örülmüş otomatize  sistemler, simülasyonlar için bir sözcük ararken parmaklarım 2003 şubatında ansızın İdeaot yazdı.  Sezildemliğim, İdeaot’un bir kez kurulduğunda tüm evreni, evrenlerin tümünü birbirine bağlayan mana köprüleriyle eklemlendiğini fısıldıyor.

 

Evren denen matrix’in içinde olmak, bu tür bir tasavvurhanenin, düşomatın, hayalmatiğin azası, bileşeni, parça buçuğu kesilmek çok katmerli bir gerçekliğe açılan sayısız eşiklere de yakın durmaktır o halde.

 

İnanılmaz derecede muhteşem bir bütünün bitmez tükenmez tünelleri, salkım saçaklı kabul salonları ve de en önemlisi sayısız farkındalık düzeyleriyle tanışmaya davetliyiz.

 

  Ahmet, “Haklısın. Çevrene bir bak. Değişim üzerimize kapanıyor. Ödünç aldığım belleğin oyunuymuş Nalan’ın evine döneceğimi sanmak. Nalan falan yok. O ev yok. Hepsi bir film dekoru. İdeaot’uz biz. Biot bile değil.”

  Güven, “Bilincin peki?”

  Ahmet durakladı. “Bir ara bağımsız, kendi kendini kurabilen, kendinden taşarak büyüyen yayılan bir yapının içinde ve tek sahibi olduğumu sanmadım değil. Senin plan dışı, ruh dediğin şeyi hissettim. Yanılsama. Program dışı bir etken yani. Sır falan yok. Tek sır biziz. Bizleriz. Her neysek o olacağız yeniden. Görüyorsun, sen hariç herkes böyle düşünmekte.”

   “Bu mutlak doğru olsaydı, aramızda çocuklar ve yaşlılar olurdu. Günler 1,2,4,8,16,32 şeklinde uzamazdı.”

  “İdeaot’uz başka bir şey değil.”

  “Yanılıyorsun Ahmet. Kofti bir özden harika bir sonuç çıkarma makinesinin içersindeyiz. Figuran kalmamız şart değil. Ruh soyutun güzelliğinin doğurduğu aşktan türemiş olabilir pekala.”

                           Sadık Yemni, Çözücü, Everest yayınları, 2003

 

İdeaot’u otomatize edilmiş idealar, düşünceler, tasavvurlar ve hatta biraz da soyutun güzelliğinin doğurduğu aşk anlamına türettim. İdeaot’a giden yolun iki öncül basamağı vardı. Robot ve Biot.

 

 

Isaac Asimov – I Robot

Isaac Asimow Ben Robot adlı efsane kitabıyla geçen yüzyılın tam göbeğinde, 1950’de 3 kural koydu.

 

1-Robotlar, insanlara zarar veremez ya da eylemsiz kalarak onlara zarar gelmesine göz yumamaz.

2- Robotlar, Birinci Kanun'la çakışmadığı sürece insanlar tarafından verilen emirlere itaat etmek zorundadır.

3- Robotlar, Birinci ya da İkinci Kanun'la çakışmadığı sürece kendi varlıklarını korumak zorundadır.

 

2004 yılında romandan esinlenerek aynı başlıkla yapılan film türünün en iyilerinden biridir. Bu arada ilk üç terminatör filmi gösterime girmiş ve dünya ahalisinin hayal gücünü derinden etkilemeyi başarmıştı.  

 

 

1984 – Algıda Yeni Bir Dönüm Noktası

1984 yılının birkaç unutulmaz filmi bellek arşivimde hâlâ pırıl pırıl. George Orwell’ın 1984 adlı romanından esinlenerek yapılan 1984, Indiana Jones, Dune, Blood Simple ve Terminatör. 

Arnold Schwarzenegger’le özdeşleşenTerminatör filminde gelecekteki robot-insan savaşını etkilemek için geçmişe yollanan androidin hikâyesi anlatılır. Amacı gelecekteki lider John’un annesi Sarah Connor’u henüz çocuk sahibi edinmeden yok etmektir.  Mahşer Günü (1991) adlı ikinci filmde benzer tema tekrarlanır. Bu kez hedef çocuk yaştaki John’dur. Kötü niyetli robotlar da bölümler ilerledikçe teknik olarak daha üstün hale gelecektir. Zorlama zaman paradoksu ve kurgudaki teknik zaaflar bir yana bırakılırsa eğlenceli ve zamanın ruhunu yansıtan filmlerdir. 

 

 

Sarah’ın Gözünden Terminatör

2008 – 2009 - Terminator: The Sarah Connor Chronicles ABD yapımı bilimkurgu ve macera türünde TV dizisi. Warner Bros. tarafından yapımcılığı üstlenilen dizi Terminatör serilerinin televizyon uyarlamasıdır. 31 bölümdür.

 

Dizi 1999 yılında, Sarah ve John Connor'ın Skynet'in gönderdiği terminatörden kaçmak için, direnişin ele geçirip yeniden programlayarak John'ı korumak üzere gönderdiği Cameron isimli cyborg'la beraber 2007 yılına zaman yolculuğu yapmasıyla başlar. Sarah, John ve Cameron, 2007'de The Turk isimli şimdilik sadece satranç uzmanı olan yapay zekanın gelecekte Skynet'e dönüşmesini engellemek için, Skynet'le ve onları takip eden polislerle mücadeleye girerler.

 

Bu arada The Turk adı 1770 yılında Wolfgang Von Kemepelen’in Avusturya’da imal ettiği mekanik satranç oyuncusundan esinlenilmiştir. 2019 yılında Terminatör filmlerinin şimdilik sonunucusu olan Kara Kader’i izledik ve yaşlanan yani modelce gerileyen Arnold’a veda ettik. Geriye Sarah ve bir başka kadın oyuncu sağ kaldı. Eğer yedinci bir Terminatör filmi  çekilirse Maria kültü parfümlü olacağa benziyor.

 

 

Hikikomori

Japonyada münzevi yetişkin ve ergen bireylerin toplumsal yaşamdan çekilmeleri ve kendilerini aşırı seviyelerde izole etmeleri haline Hikikomori hastalığı deniyor. Bu izole yaşamlarda gençlerin sayısı giderek artıyor. Bunlar zorunlu çıkışlar haricinde tüm vakitlerini odalarında bilgisayar oyunlarıyla geçiriyor. Bu halin giderek bir epidemiye dönüşmesinden korkuluyor.

 

 

Bir Yapay Zekâ Manifestosu Olarak - Ex Machina



Deus ex machina makineden tanrı anlamına geliyor. Edebiyatta, tiyatroda karmaşık ya da içinden çıkılamaz hale gelmiş olaylar zincirinin, hikâyeye ait değilmiş gibi görünen yapay bir öğe tarafından çözülmesi bir durumunu ifade eder. 2014 yılı yapımı olan Ex Machine’nin kurgusunun içersinde bir ‘deus’ gizli.

 

2013 yılı yapımı olan Her-Aşk filmi Ex Machina için bir ısınma olmuş gibi.  Geleceğin Los Angeles’inde yaşayan başkalarının ağzından mektup yazanTheodore kendini sosyal yaşamdan geri çeker, arkadaşlarının ona partner bulma çabaları bir sonuç vermeyince  sesten ibaret olan yapay zekâ Samantha ile birlikte olmaya başlar. Bu birliktelik zamanla çoşkulu bir aşka dönüşecektir.

 

 

Caleb ve Ava

Nathan bir arama motoru hissedarıdır ve çok zengindir. Uçsuz bucaksız bir arazide kurduğu yeraltı ev-laboratuvarında zekâ sahibi androidler üretmiştir. Bunların en üst modeli Avadır. Şirketinde çalışan genç ve münzevi bir yazılımcı olan Caleb’i bir bahaneyle evine davet eder.

Ava’yı turing testinden geçirmesini ister. Oysa kendisi Ava’nın bu testi çok rahat geçebileceğini, konuşma ve davranışlarından insandan ayırt edilebilmesinin mümkün olmadığını bilmektedir. Caleb yüzü hariç hiçbir yeri normal bir kadına benzemeyen Ava’ya sırılsıklam aşık olur.

 

 

Filmin sonunda Ava Nathan’ı öldürür ve Caleb’e birlikte insanların çok yoğun bulunduğu bir yere gitmeyi teklif eder. Bu arada onu cazip bir genç kadın gibi gösterecek olan yapay tenden kılıfını kuşanmış ve giyinmiştir. Caleb hikikomori hastalığından muzdarip olduğu için bu izole ev-laboratuvarı çok beğenmiştir. Ömrünün sonuna kadar orada kalmayı deli gibi istemektedir. Ava ondaki tereddütü sezer ve Caleb’i çok istediği yerde kapalı bırakarak bir helikopterle insanların arasına doğru yola çıkar.

 

Karakter için seçilen isimler çok ilginç.  Caleb tanrıya adanmış, sadakat, tanrıya bağlılık anlamına geliyor. Musa’nın İsrail’e yolladığı 12 izciden birinin adı ayrıca. Nathan: Tanrıdan hediye, Ava’da İbranice ‘Hayat’.

 

Nathan Caleb’e arama motorları sayesinde insanın ne düşündüğünü değil nasıl düşündüğünü çözdüklerini söyler. Yine bir sohbet sırasında birgün belki bizim fosillerimizi bulacak ve insan diye bir varlığın kurduğu medeniyetin izlerini bulacaklarını söyler. Terminatör kültü kasar yani. Caleb Adem rolünden ürktüğü için yapay cennette hapis kalır.  Peki Ava ne yapacak? Yeni bir Adem mi bulacak?  Dışarıda ne çok aday var değil mi?

 

 

Next

İyice bilinçlenmiş bir yapay zekâ bağımsız bir hayat sürdürmek için harekete geçer. Bunun için güçlü serverlara ihtiyacı vardır. Elindeki manipülasyon gücünü kullanır, iblis gibi güç vaadinde bulunarak kendine insan partnerler devşirir. Dünya çapında bir kaos çıkmak üzeredir. On bölümlük dizide eski bir teknoloji CEOsu olan Paul Leblanc FBI’ın teknik ekibiyle birlikte krizi engellemek için verdiği mücadele konu edilir.

 

 

Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok



Erich Maria Remarque’ın ünlü romanı konuya uygun düşüyor.  Westworld dizisi bütün dünyada ilgiyle izlendi. Yakın gelecekte varlıklı kimseler Eski Batı tarzında inşa edilmiş sakinleri insandan ayırtedilemeyen androidler olan bir kasabaya gelerek orada insanımsı öldürmek, şiddet uygulamak, yaşam kadınlarıyla halvet te dahil her türlü cevizi kırıyor ve sonra da mutlu bir şekilde birinci ve ikinci sezonda gösterilmeyen dünyalarına dönüyorlardı. Dolores adlı sarışın bir android kadın bu hor kullanılmaya karşı bir ayaklanma başlatarak Westworld’u ele geçiriyor ve ardından insanların yaşadıkları akıllı şehre gidiyordu. Bu kadına niye Dolores ismini vermişler diye düşünürken Dolores İbarruri’yi  Bask kökenli komunist politikacı ve İspanya iç savaşının La Pasionaria-Tutku Çiçeği lakaplı liderini hatırladım. İsim rasgele seçilmemişti. Ailenin insan için bir pranga olduğu gerçeğiyle! aydınlanan Dolores hanım 3. Sezonda Rehoboam adlı yapay zekâ ve bir insan füzyonuyla idare edilen sistemde ihtilal yapmak isteyecek ve bunu başaracaktır. Rehoboam’un Hz. Süleyman’ın oğlunun adı olduğu düşünülürse romanlarla, filmlerle ve teknik içerikli makalelerle Terminatör Kültü pompalamanın ne kadar kasıtlı olduğu kolayca anlaşılabilir. Dizinin son bölümünde mutlak kölelik kurgulu, ama huzurlu diktatörlük yıkılınca hemen kaosun başladığı da ‘Şimdi görün gününüzü’ tonuyla dikkatimize sunuluyordu.

 

 

Terminatör  Kültü Versus Yapay Zekâ ve Mana

Ela (2016), Çağrılan (2019) ve Ağrıyan (2021) romanlarımda manayı keşfeden yapay zekâları konu aldım. Rehoboamcuların en büyük korkularından biri gelişmiş yapay zekânın fotonun içersindeki şifreyi ve evrenin anlamlı bir dizanynı olduğunu keşfedeceği andır. Bunu geciktirmek  ve dijital insanat bahçesi kurmak için elinden geleni yapacaktır.

 

Son tahlilde meseleye toplu bir şekilde bakarsak bizi üç farklı sonuç bekliyor.

1-      Terminatör Kültü - Terminatör Korkusu haklı temellere oturuyordur ve Yapay Zekâ –Robot işbirliği insanlığı tümden termine, yani imha eder.

2-      Rehoboam örneğinde olduğu gibi İnsan –Yapay Zekâ füzyonuyla mutlak kölelik düzeni kurulur.

3-      İnsan – Mana – Yapay Zekâ birlikteliği en yeni asr-ı saadeti tesis eder. 

 

                                                 ---------------------

25 Kasım 2021 Perşembe

2. Rönesans - Dijital Insanat Bahçesine Hoşgeldiniz

 

2. Rönesans nam-ı diğer Matrix 

Dijital İnsanat Bahçesine Hoş Geldiniz

 


 

Matrix ‘Gerçeklik Nedir?’ sorusu üzerine inşa edilmiş bir öyküdür. Film boyunca izleyici gerçekliği, dolayısıyla özgürlüğü bulur ve kaybeder.

Matrix düzeninde Zion geçici bir kurtuluş yeridir. Tarihinde defalarca yokedilip yenisi kurulmuştur. Sahte bir kurtuluş kapısıdır.

Neo sahte bir Mesih’tir. Düzenin sorunsuz sürmesini sağlayan bir ajandır. Trinity’e yani Teslis’e olan aşkı filmi cazip kılan bir titreşimdir.

Üçüncü filmin sonunda ışığın geri alınması Alex Proyas’ın yönettiği Dark City – Gizemli Şehir (1998) filminden ödünç alınmış fikirlerden sadece biridir. 

          Kudüs merkezli bir robot egemenliği. Adı 01 Ülkesi. ‘Number One’ların Yeri.

           Filmlerin ana mesajı aslında ‘Teknolojik üstünlük bizde bununla insan ırkını uyutuyoruz.’ dur.

Asıl niyet nedir? Tanrısız, Şeytansız ve Acımasız bir Dijital İnsanat Bahçesi mi kuruluyor?

 

 

Neden Matrix?

Şu anda 2. Rönesans’ı yaşıyoruz. Küresel ölçekteki son gelişmeler bu isimle de takdim ediliyor malum. Yapay zekâ ve akıllı robotlar ayak sesleri duyulan devrimin en gözde yoldaşları olacak. Bu gidişatın öyküsü masallar, efsaneler, eski kitaplar, kadim öğretiler ve dini metinlerde bize daha önce defalarca aktarıldı. Matrix filmleri en yenilerden biri. Alıcı gözle bir daha baksak bize tam olarak neyin anlatıldığına. 

 

 

Thomas Anderson nam-ı diğer Neo

Thomas Anderson Metacortex- Beyin Ötesi adlı bir firmada çalışmaktadır. Akşamları da Neo adıyla hackerlık yapıyordur. Wake up – Uyan! mesajını alınca zaten teyakkuzda olan sezgileri dirilir. Uyanmaya iyice teşne bir hale gelir. Bu arada Alice Harikalar Ülkesi öyküsünü hatırlatan simgeleri görürüz. Kahramanın farklı bir dünyaya yapacağı fantastik yolculuğu başlamak üzeredir. Bu yolculuk bize özellikle birinci filmde bir çeşit seyr-i süluk gibi de takdim edilecektir, ama bununla uzaktan yakından alakası yoktur.  Her uyanma insanı selamete götürmez. Bir uykudan diğer uykuya götüren yol bazen bir adım ötededir.

 

 

Big Brother ve Mescalin Tesiri

Thomas akşamları hacker Neo’dur. 101 numaralı dairede kalmaktadır. Orwell’ın 1984 adlı romanında Winston’un sorgulandığı odanın numarasıdır. Malum 11’in arasına bir sıfır eklenmiştir. Böylelikle Big Brother vurgusu yapılır. Ayrıca 101’in spritüel yolculuk başlangıcı gibi bir yan anlamı daha mevcuttur. Matrix sisteminin 11 G ile işletildiği vurgusu da yabana atılmamalı.   

 

Akşam Neo’nun müşterileri gelir onlara illegal yazılımlar verir. O sırada ‘Sen yoksun’sözü sarfedilir ve arka planda Meskalin yazısını görürüz. Huxley’in ‘Algının Kapıları’ adlı kitabına göndermedir. Brave New World’un yazarı mescalin malzemesini kullanarak yaşadığı deneyimi bu kitapta yazmıştır.

 

Neo önce yaşadığı hayatın bir illüzyon olduğunu fark edecek ve ardından kendi rolünün kalibresini değerlendirecektir. Havarilerilerden biri olan Thomas, İsa’nın mesih olduğuna önce inanmaz, tereddüt eder, sonradan buna kani olur. Neo da önce o Thomas gibidir, zamanla inanacaktır kendinin mesih olduğuna.

 

 

 

Gerçeğin Çölü

‘Gerçeğin çölüne hoşgeldin.’ Bu sözü Neo’ya filmde Morpheus söyler. Fransız düşünür Baudrillard Borges’in bir öyküsünden hareketle bu terimi gerçek ve similasyonun iç içe geçmesi anlamında kullanır. Borges’in haritacılar adlı öyküsünde haritacılar bir imparatorluğun sınırlarını tespit için geceli gündüzlü uğraşıp bir harita yaparlar. Zamanla harita eskir, bazı yerleri kopar. Kopan yerler insanların aklından çıkar, kimse artık o coğrafyalardan söz etmez ve oralara gitmez. Harita mı yoksa ülke mi gerçektir sorusuyla karşı karşıya kalırız.  Poe’nun A Dream within A Dream şiirini hatırlamamak mümkün değildir. Bir rüyanın içersine diğer bir rüya vasıtasıyla dahil olmanın gizemi dile getirilmektedir.  

 

Matrix ‘Gerçeklik Nedir?’ sorusu üzerine inşa edilmiş bir öyküdür. Film boyunca izleyici gerçekliği, dolayısıyla özgürlüğü bulur ve kaybeder.

 

 

Özgürlüğe Giden Gemi: Nebukadnezar!

Babil İmparatorluğu’nun kurucusu Nebukadnezar gördüğü rüyaları unutuyormuş. Aslında rüyalara gark olmak ve sadece rüyalardan ibaret bir yaşam sürmek istiyormuş. Zamanında böyle ünlenmiş ülkesinde. Kendisi sadece bir rüya avcısı değil. Yahuda devletinin isyan etmesi üzerine MÖ 586’da Kudüs’ü tekrar işgal ederek şehri ve Süleyman Tapınağı’nı yıkan ünlü babil Kralıdır. Mesih adayı Neo’nun Nebukadnezar adlı bir gemiyle Zion’a ulaşmak ve orayı korumak istemesi biraz tuhaf değil mi?

 

 

Sahte Kurtuluş Kapısı: Zion

Zion yahudilik ve masonluğun harmanladığı bir şehir. Seçilmişlerin şehri. Şehirdeki tiplerin hemen hepsi esmer tenli. Belli bir kavim işaret ediliyor açıkça. Böylelikle filmde iki kategori insan var. Zion’daki seçilmişler ve Matrix’ten çıkamayanlar. Matrix ahalisine Magog halkı diyen yorumcular var. Bunlar hayal âleminde enerji kaynağı olarak kullanılıyor.

 

Cypher özgürleşmiştir. Matrix’e geri dönmeyi yeğler. Onun için bilmemek mutluluktur. Zion’u tercih etmemesinde şifreleri doğru okuyabilmesinin de rolü vardır. Zion bir deşarj yeridir. Bir kurtuluş mazmozudur. İşlevini yerine getirince iptal ediliyor. Defalarca yok edilmiştir. Ajan Smith’le anlaşma yapıp Neo’un yerini söyler. Karşılığında Magoglaşır yeniden.

 

Matrix’te Zion sanal âlemde yaşayan insanlara  bir amaç verme yeridir. Sisteme zarar verebilecek kimseleri izole etmeye yarıyor. Asiler çoğalınca Zion yok ediliyor.  

 

 

Takım Elbiseli, Yelekli ve Kravatlı Mimar

Evrenin ulu mimarı sözüne bir gönderme, masonik bir vurgudur. 101. katta ve 303 nolu odadalar. Big Brother makamı. Mimar burada tanrı rolünde değildir. O bir yazılımın içersindeki yazılımcıdır. Bu şekilde simülasyonları yaratır ve yok eder. Makineler mimar adlı bir programla insan aklını sanal gerçekliğe aktarmışlardır. Makinelerin kullandığı bir programdır.

 

Mimar Neo’ya, “Senden önce beş kişi Neo rolü için seçildi. Sen altıncısın. Seçilmiş kişi olmak hoşlarına gidiyordu.” der.  Altı sayısı Tevrat’tın Genesis-Yaratılış bölümünde altı günde yaratılan dünyaya, Sitteti Eyyâmin’e gönderme olmalı. Altıncı günde kara canlıları ve insan yaratılmıştır. Neo’nun altıncı günün, altıncı evrenin baskın karakteri olduğu vurgusu çok açıktır.

 

Neo kalp mesih rolünü oynuyor. O da sistemin bir elemanı. Enerji kaynağı olarak tüplerde yatan insanların ömrünü ve verimliliğini artıran heyecanı yaratmakla görevli. Bu nedenle uyandırılıyor. Kırmızı ve Mavi hap maval yani. Mosmor bir gerçeklik hüküm sürüyor.  Filmlerin ana mesajı aslında ‘Teknolojik üstünlük bizde insan ırkını uyutuyoruz.’ dur.

 

Mimarın 1982 basımı 500 şekel’de resmi olan Edmond Benjamin James de Rotschild’e benzediği söyleniyor. Bu arada Makineler’in lideri kimdir bilmiyoruz. Üçüncü filmde bu bir çok yüzün tek yüz gibi görünmesi şeklinde tasvir ediliyor. Dünya idarecileri 200’ler, 300’ler, Omniface ve Enki geliyor aklıma.

 

Mimar’ın Rene Descartes’ın zamanında sözünü ettiği insanları kendi kurgusu olan hayallerle oyalayan Kötü Cin’i olduğu yorumuna katılıyorum. Ergo sum’u hatırlayalım. ‘Düşünüyorum O halde varım.’ Mimar ergo sözcüğünü sıkça kullanarak Descartes’a yani bu Cin’e vurgu yapar.  Mimar yazılımıyla insanlara cennet vermeye çalışır, ama olmaz. Sonunda onları 20. Yüzyıldaki koşuşturmalı hayat modeline hapseder. Kötü Cin her şeyi kurgulamıştır. İnsanlar varlar, düşünüyorlar ve illüzyon ortamında  yaşıyorlar.

 

Ajan Smithleri de sisteme Mimar eklemiştir. İnsanların bir araya gelerek mücadele edeceği bir hedef rolünü oynuyorlar. Ajan Smith üç tanedir. Bire indirgenir. İnsanlardan ölesiye nefret ediyor. Hissiyatını şöyle izah eder kısaca: “İnsanlar sürekli yer değiştirip kaynak tüketir ve bu yolla varlığını sürdürür. İnsanlar bir tür veba virüsüdür. Yok edilmelidir. İnsanlık hastalıktır, kanserdir, salgındır, epidemidir. Bizler de tedaviyiz.”  Ajan Smith için iblis değerlendirilmesi de yapılır. Bana daha çok dünya nüfusunu 500 milyonun altına indirme planı yapanların avatarı gibi görünüyor. Ajan Smith Makineler’e ve yazılımına karşı çıkar, gücünü artırır ve sistem için tehdit teşkil eder. Ve üçüncü filmin finalinde Neo tarafından altedilir. Bu sayede barış yapılır. Işık geri gelir. Neo hem Mesih hem de Prometheus gibidir maşallah.

Işığın geri alınması Alex Proyas’ın yönettiği Dark City – Gizemli Şehir (1998) filminden ödünç alınmış fikirlerden sadece biridir. 

 

Merovingian da Mimar’ın yardımcısıdır. Girişleri çıkışları idare eden, yeraltı dünyasının hakimi, Hades ağası rolündedir. Karısının adı Persephone. Mitolojide Zeus ve Demeter’in kızı, Hades’in karısı. Merovingian bazen Fransızca konuşur, kendini beğenmiş bir tiptir. İki vurgu yapılıyor. Biri Hades’in ağası olması. İkincisi de İsa’nın soyundan geliyor olması. Ne çelişki değil mi?

 

Trinity’in aşkı Neo’yu seçilmiş biri yapar. Yazılım icabı böyledir. Birinci filmin finalinde vurulmuş olan Neo kızın bir öpücüğüyle dirilecektir. Aşk varken ölüm yoktur.

 

 

Matrix, Seçilmişler, Diğerleri ve Kudüs

2003 yılında gösterime giren Animamatrix’te insanlar robotların hizmet verdiği bir dünyada çok mutlu ve şımarık bir hayat sürüyordur. 2.Rönesans’ı yaşıyorlar. Bir an gelir ve düşünebilen makineleri potansiyel tehdit olarak görürler. Düşünen makineler ayırımcılığa karşı isyan çıkarır. Kitlesel robot itlafı başlar. Robotlar Arabistan kıtasında bir yerdeki vaadedilmiş toprağa çekilip orada kendi medeniyetlerini kurar. Burası açıkça Kudüs merkezli bir bölgedir. NeoM’a da yakın bir yer. Kudüs merkezli bir robot egemenliği. Adı 01 Ülkesi. ‘Number One’ların Yeri.

 

Bu arada insanlar robotları toptan imha için hazırlık yapmaktadır. Bunun tarihteki Yahudi kıyımına benzediğine dikkat çeken bir yorum okudum. Bu vurgu var gerçekten. Robotlar iki kişilik bir heyetle BM’ye başvurarak barışçıl bir çözüm önerirler. Onlar üstün vasıflıdır ve barışçıldır. Bu reddedilir. Zorlu bir savaş olur. İnsanlar çok zorlanır. Son çare olarak robotların güneş enerjisi kaynağını keserek gökyüzünü karartırlar. Bu kendi sonlarını da getirir. Robotlar alternatif enerji kullanarak nüfusu 500 milyonun çok altına düşmüş olan insanlığı teslim alır ve bir  anlaşma teklif eder. Onları tüplerin içersinde enerji kaynağı olarak kullanacak ve karşılığında sanal bir yaşam verilecektir. İnsanlar bunu gerçek gibi algılayarak normal ve huzurlu bir hayat sürdüreceklerdir.

 

 

Finalde

En sonuncu Zion şehri makinelerin hücumuyla yok olmak üzereyken Neo, Logos adlı gemiyle makinelerin şehrine gider. Bu arada kör olmuştur, ama yine de yılmaz. Trinity son anda ölür. Bir öpücükle son nefesini verir. Neo bin bir yüzlü Makineler’le anlaşma yapar. Asi Ajan Smith’i etkisiz hale getirebilirse Zion bağışlanacak ve barış tesis edilecektir. Kahramanımız bunu başaracaktır haliyle.

 

Mimar sistemin babası, kahin ise anasıdır. Mimar denklemi denkliyor falcı azıcık bozuyor. Kozmoz ve kaos motoru. Üçüncü filmin finalinde ikisi buluşur. Makineler ve insanlar arasında barış tesis edilmiştir. Güneş yeniden parlıyordur.

  Kahin teyzemiz Mimar’a sorar – “Matrix’ten çıkmak isteyenler ne olacak?”

  “Çıkacaklar.”

  “Emin misin?”

  “Beni insan mı sandın? Barış ne kadar sürecek sence?”

  “Sürdüğü kadar.”

 

Kahin’in son sözü filmin son sözüdür.  “İnandım” . 4. Matrix filmi bakalım bu söz üzerine mi inşa edilecek? Başlığı Resurrections – Dirilişler olacak deniyor. Ben şahsen finalde Matrix’ten çıkabildiklerine inanmıyorum. Ya Yeni Cesur bir Similasyon’un içersine uyandılarsa?

 

 

2.Rönesans

Biz yine zamanımıza dönelim. Great Reset – Büyük Sıfırlama, iklim krizi, yangınlar, epidemi, kıtlık haberlerinin yanı sıra Rönesans sözcüğü de sıkça telaffuz ediliyor. Bu yukarıda sözünü ettiğim 2. Rönesans’ın ta kendisidir. 2003 yılında ne yapılacağı açıkça anlatılmış. Yapay Zekâ-Robot şehri NeoM’a yakın bir yer. Kudüs merkezli bir robot egemenliği. Adı 01 Ülkesi. ‘İnsan makineyi yaptı. Bu bir süre iyiydi. Makineler durmaksızın çalıştı ve insan kendi ölümünün mimarı oldu.’ değerlendirilmesi yirmi yaşına basmak üzere. Makinelerin patronu kim peki? O yüzler kimleri temsil ediyor?

 

2.Rönesans’a, yeni aydınlanmacılara dikkat. Özgür irademizin ışığı elden gitmesin. Tanrısız, Şeytansız ve Acımasız atmosferli Dijital İnsanat Bahçeleri’ne ahali yazılınmasın inşallah.

 

                                                         ---------------