Her şey o gün başladı.
On üç yaşına bastığım günün sabahı elektrikle çarpıldım. Ekmek kızartan aletin
fişindeki kırıktan bedenime doluşan elektronlar nedeniyle mutfağın taşlarının
üstünde kısa bir süre baygın kaldım. O sırada babam, annem ve kız kardeşim
uykudaydı.
Sabahın altısında uyandığımda karnım açlıktan
kazınmaktaydı. Yarı uykulu bir durumda kızarmış ekmeğe tereyağ sürmek ve
üzerine vişne reçeli eklemek hayaliyle mutfağa gittim. Annem dün herkesi kırık
fiş üzerine uyarmış ve babamı bu tehlikeyi bertaraf etmek için memur etmişti.
Bu tür işleri halletmekte babamın üstüne yoktur, ama yazlığımıza yedi saatlik
araba yolculuğunun ardından daha dün akşam gelmiştik. On buçuk aydır kapalı
duran evin bir çok yerine dokunulması gerekmekteydi. Buzdolabı yeterince soğutmuyordu.
Bulaşık makinesi hiç çalışmıyordu. Televizyonda bazı kanallar nanaydı. Ocağın
tübü bitmek üzereydi. Geçen sene evimize dönerken koyduğumuz böcek ilacı, fare
zehiri gibi kimyasal önlemlerin zehirli izlerinin acilen silinmesi
gerekmekteydi.
Babamın eli çok beceriklidir. Adam geçen
yıldan kalan angaryaların envanterini ciddi ciddi bir kağıda not etmiş ve işe
girişmişti. Sabah ondan sonra kalksam elektrikle çarpılmayabilirdim yani.
Neyse bedenimde fink atan elektronlar bir
şekilde beni öldürmedi. Sakat da kalmadım. Zihnim son derece yerinde, ağzımda
paslı bir tatla yerimden doğruldum. Aradan dakikalar geçti. Sağlığım
kötülemedi. Tam tersine karnımın açlığı gurultulu bir düzeye yükseldi. Zımba
gibiydim maşallah. Kazayı ucuz atlatmıştım.
Annem çok pimpiriklidir. Kendimi iyi
hissettiğim için elektrikle çarpıldığımı kimseye anlatmayacaktım. Yoksa şimdi
hemen ailecek bir hastaneye gider ve orada akşamı bulurduk. Ben karnımı
doyurmak ve denize girmek istiyordum. Yanımda yeni deniz gözlüğüm ve paletlerim
vardı. Onları kullanmak için sabırsızlanmaktaydım.
Babamın elbecerisi ve sebatkârlığı bende de
mevcuttur. On beş dakika içinde bozuk fişi yenisiyle değiştirdim ve ekmeklerimi
kızarttım. Karnım doyunca keyfim yerime gelmiş ve kazanın o şok edici etkilerini
tamamen atlatmıştım. Öyle sanmaktaydım daha doğrusu.
Günün gerisi normal yazlık etkinlikleriyle
geçti. Denize girdim. Güneşlendim. Öğle yemeği ve kahvaltı birleştirilmişti.
Sonra iPod’umla meşgul oldum. Arka arkaya tweetler savurdum. Cep telefonumla
çektiğim tatilin ilk günü fotoğraflarımı facebook hesabımdan yayınladım.
Öğleden sonra bütün aile plajdaydık. Denize doyamıyordum. Çok özlemiştim.
Üzerimde bir efori vardı. Bunu tatil enerjisine yormaktaydım. Akşam yemeğinden
sonra komşunun oğlu Tamer’le takıldım. Yaşıtımdı. Eskişehir’de oturuyorlardı.
Geçen sene bana pek kafa dengim gibi görünmüştü. Birlikte bilimkurgu filmleri
izlemiş ve bilgisayar oyunları oynamıştık. Bir yıl sonra farklıydı. Henüz
farkın ne olduğunu tam ayırd edemiyordum, ama bir çeşit sınırlılık, yavaşlık,
hatta yavanlık diyebileceğim noktalar söz konusuydu. Daha ilk karşılaşmamızda
sıkılmıştım ahbaplığından.
Gece yarısı ilk günün koşuşturması nedeniyle
herkesin pili bitmişti. Saat birde aşağı kattaki oturma odasında bir ben kalmıştım.
İnanılmaz bir şekilde zindeydim.
Saat iki civarında uykum yoktu hâlâ. Ne
televizyon izliyor, ne de başka bir şey yapıyordum. Düne kadar bir saniye bile
elimden bırakamadığım telefonumun yerini bile hatırlamıyordum.Öylesine
oturuyordum ve hiç canım sıkılmıyordu. Ne yaptığımı saat üç civarında sezmeye
başladım. Dinliyor ve kokluyordum.
Eskiden beri koku hassam çok kuvvetlidir.
Kulaklarım da öyle. Buna karşılık sekiz derece miyop gözlerim vardır. Bütün
ailemizde bu derece ilerlemiş görme engeli bir bende var. Babam elli bir
yaşında ve hâlâ okuma gözlüğü kullanmamakla övünür. Kız kardeşim ve annem
gözlük kullanmıyor. Amcalarım, yeğenlerim, teyzelerim de yüksek miyopluk sorunu
yoktu. Rahmetli dedem ‘Piyango sana çıkmış oğlum’ derdi. Bir piyango söz konusuydu
gerçekten, ama gözle mözle ilgisi yoktu. Bunu keşfetmeme çok az kalmıştı.
Lenslerim ya da gözlüğüm olmadan görüş alanım
çok sınırlıdır. O kadar ki, beş metre ötemden çizgileri bozulmuş, geometrileri
kaymış ve perspektifi adeta unutmuş bir dünya başlar. Aile dostumuz olan uzman
bir göz doktoruna göre gözlerim bu sınırdan ileri gitmeyecekti. Çünkü son beş
yılda miyobum hiç ilerlememişti. Buna can simidine sarılır gibi sarılmıştım.
Nesnelerin dünyasını hiç göremeyeceğim anları düşünmek bile istemiyordum.
Sabah beşte hâlâ uykum gelmemişti. İlk kez
bir olağanüstülüğün farkına vermekteydım. Kendimi çok güçlü, tetikte ve enerjik
hisetmekteydim. Dışarı çıktım. Dolunay şeklindeki ay batmak üzereydi. Ufukta
iyice alçalmıştı. Ağaçlıklı yoldan yürüdüm ve plaja çıktım. Denizde karaya
doğru esen hafif rüzgarın oluşturduğu dalgacıkların fışırtısı vardı. Temiz
havayı ciğerlerime çektim. Bu nefeste bayağı zengin bir koku tayfı mevcuttu.
Deniz tuzu, tuzun içindeki iyot, sulara karışmış sentetik maddeler, denizanalarının
asidi, karadan esen rüzgarın sürüklediği kadın parfümü, ter, bol baharatlı etli
yiyecek kalıntısı, çöp bidonlarından yayılan sentez bozunma kokuları ve daha bir sürü koku
çizgisi.
Toprağı kazıp içine gömülen küçük yengeçlerin
hışırtılarını duyuyordum. İnanılmaz bir şeydi. Sanki bir doktor stetoskopuyla
plajın ciğerini dinlemekteydim. ‘A de bakayım. Üç defa öksür. Aferin.’
Kulaklarım ve burnum her zaman çok keskindi, ama bu hassasiyet mertebesi çok
yeni bir durumdu. Birden olan bitenlerle bir önceki sabahki elektrik
çarpılmasını birleştirdim. O çarpılmayla bir süreç başlamıştı.
Sabah kahvaltıda gece uyumadığımı belli
etmedim. Hâlâ kendimi acaip zinde hissetmekteydim. Kimse bir şey farketmedi.
Sadece kız kardeşim, ‘Telefonunu boşadın galiba?’ yollu bir espri yaptı. Sekiz
yaşındaki çok bilmiş kız haklıydı. İçimden telefona dokunmak gelmiyordu. Ne
çekilen mesajları, ne de arayanların kim olduğunu merak etmekteydim. Bana bir
şey olmuş ve bedenimde uyuyan bir ünite açılmıştı. Gelişimin hızı baş döndürücüydü.
Hem korkuyordum, hem de içim içime sığmıyordu. Birden bire koku alma ve işitme
duyum inanılmaz güçlenmişti. Kondisyonum da öyle. Gece hiç uyumadığım halde
dipdiriydim. On üçüncü yaş günü hediyem müthişti. Korkum dolunayın bana ilham
ettiği şey nedeniyleydi. Bir kurtadama dönüşüyordum sanırım. En başta ailem
olmak üzere insanlara bir zarar vermek istemiyordum.
Aradan üç beş gün geçti. Güçlenen hassalarım
ve bedenimle yaşamaya alıştım. Evdekilerin dikkatini çekmemek için geceleri
belli saatlerde yatağa uzanıyor ve bir miktar uyumayı başarıyordum. Bu uyku
evrelerinde acaip rüyalar görmekteydim. Rüyalar beklentilerimin aksine bilinen
anlamda kanlı şiddet sahneleri içermiyordu. Çok hızla yer değiştiriyor, tuhaf
yaratıklarla karşılaşıyordum. Kâbus değildi. Haz ve hız rüyalarıydı bunlar.
Yalnız insanlarla ilişkide kaçınılmaz olarak
yeni bir faza girmiştim. Bir hafta öncesine kadar dedemin tabiriyle pısırık,
babama göre utangaç, annemin deyişiyle çekingen, kız kardeşimin bakışıyla da
ödlektim. Hepsi de bu sıfatların önüne biraz ekini koymaktaydı. Beni seven
kimselerdi sonunda.
Bir olay patlak verdi. Bunu engellemem
neredeyse imkânsızdı. Komşu evde Sevgi adlı bir kız vardı. On beş yaşındaydı.
Uzun kestane renkli saçlı, hoş bir kızdı. On beş yaşında bir genç kız on üç
yaşında bir delikanlıyı çocuk olarak görür. Sevgi de öyleydi. Geçen yıl öyleydi
ama. Bu yıl bildiğiniz nedenlerden farklıydı. Hem görünümüm, hem de
davranışlarım kendini aşmıştı. Bunun derecesini kendim yeterince farkında
değildim. Annem sayfiyenin yaradığını, babam son gaz ergenliğe girdiğimi, kiz
kardeşim de arkama motor taktığımı söyleyerek aynı noktayı vurgulamaktaydı.
Hızlı bir değişim söz konusuydu.
Gelelim Sevgi’ye. Onu plajda her gün
görmekteydim haliyle. Evlerimiz yakındı. Markette ve akşam piyasalarında da
karşılaşmaktaydık. Ben her zamanki mesafeli tavrımı koruyordum, ama
direksiyonda olan kuvvetler vardı. Boyum yaşım için uzun sayılır. Bir yetmiş
iki santimetre. Omuzlarım da babam gibi geniştir. Bu kalıbın içini yeni bir güç
doldurmuştu. Işımam farklılaşmıştı. Sevgi beni ergenliğin başlangıç
aşamasındaki bir çocuk olarak görmüyordu artık.
Kızın kendini sevgili adayı gören bir
arkadaşı vardı. Can. On yedi yaşında bir seksen boyunda bir delikanlıydı.
İçtiği kolalar, biralar ve kıtlıktan çıkmış gibi aceleyle mideye indirdiği
pizzalar karın kısmına azıcık yuvarlak bir görünüm verse de, heybetli bir
görünüme sahipti. Kumral, mavi gözlü, yakışıklı biriydi. Sevgi’yle aralarında
cismani bir ilişki yoktu. Niyet vardı. Can birden beni bu niyet alanını
yapıbozuma uğratan bir virüs gibi görmeye başlamıştı. Kaç yaşında olduğumu
biliyordu. Işımam onu uyarmalıydı, ama babamın deyişiyle testosteron düzeyi
yüksekti. Geçen yıldan benle ilgili olarak hatırladığı şeyleri de fazlaca
ciddiye almaktaydı.
Can beni herkesin içinde madara etmeyi
kafasına koymuştu. Sevgi bunun farkında değildi. Ben de bu kadar hızlı
gerçekleşeceğini tahmin etmiyordum. Akşamları gençlerin toplandığı bir
kafeterya vardı. Oradaydık. On altıdan büyükler bira, daha küçükler gazlı
içecekler içiyordu. Benim önümde su vardı. Yeni hassam nedeniyle bazı şeyleri
yiyemez ve içemez bir hale gelmiştim. Örneğin kola, içine şeker ve meyan kökü
esansı katılmış katranlı bir sıvıydı artık benim için.
Sevgiyle beraberdik. Havadan sudan
konuşuyorduk. Kızın bakışlarında merak ve dişice ilgi salvoları vardı. Bu çok
hoşuma gitmekteydi. Hangi yaşıtım yetişkin biri gibi muamele görmek istemez?
Az sonra kafeteryaya Can geldi. Yalnızdı.
Bizi görünce masamıza doğru yöneldi. Oysa arkadaki masalarda arkadaşları
oturuyordu.
Hiçbir şey demeden masamıza oturdu ve “Bu
çoluk çocukla ne yapıyorsun?” dedi.
Yüzü sinirli gibiydi. Bir yanım korkmuştu,
ama tırsmayan ve tam tersine dedemin tabiriyle ‘hodri meydan’ diyen bir yanım
da kedi gibi sırtını kabartmıştı.
“Seni ilgilendirmez.”
Sevgi’nin sözünü sanki ben etmişim gibi Can
işaret parmağını neredeyse burnuma değdirerek, “Bu tıfılı mı tercih ediyorsun?”
dedi.
“Seni ilgilendirmez. Lütfen kalk git.”
Kızın delikanlıyı küçümser sözü nedense Can’ı
çok tahrik etti.
“Gitmiyorum ne olacak?”
Normal şartlarda Can’ın bu denli sert tepki
vermeyeceğini tahmin ediyordum, ama benim ışımamın onun içinde yarattığı bir
korku vardı. Bunun öfke olarak karşılığı sandığımdan büyüktü anlaşılan.
“Biz gideriz o zaman.”
Sevgi yerinden doğrulunca otomatik olarak ben
de kızı taklit ettim. Bir şey olmasın diye Can’ın yüzüne bakmıyordum. Bu durum
delikanlıyı fazladan tahrik etti belki de. Kızı bileğinden yakaladı. “Hiçbir
yere gitmiyorsun.”
Sevgiyle Can aynı anda bana baktı.
Kafeteryadakiler de öyle. Kızın bakışlarında ‘kurtar beni eğer o kimseysen’
ifadesi vardı. Can da ‘kılını kımıldat da göstereyim gününü’ ışıyordu.
Reflekslerimin durumunu söylemiş miydim. Çok hızlanmıştı. Tek harekette Can’ın kızın bileğini tutan kolunun bileğini
tuttup kendime doğru çevirdim. Bunu o kadar hızlı yapmıştım ki, hazır
beklettiği sol yumruğu yüzüme inemedi. Can acıyla haykırarak elini çözdü. Artık
karşı karşıyaydık ve delikanlı çok korkmuştu. Acayip de bozum olmuştu. Gözünü
karartarak üzerime saldırdı. Bir güreşçi gibi tek dalmıştı. Kolayca kaçtım.
Dengesi bozulmuştu. İstesem kıçına indireceğim bir tekmeyle bozum
ederdim, ama Allahtan kafam çalıştı da bunu yapmadım. Çünkü ardından Can’ı ve
bütün arkadaşlarını karşıma almam gerekecekti. Ayrıca böyle bir şey olursa her
şey ortaya çıkardı.
Sevgi’nin elini tutarak kafeteryanın kapısına
doğru yürüdüm. Korkuyla kaçıyor gibi yapmaktaydım. İnşallah yeterli gelir diye
dua etmekteydim. Can kafası çalışan biriydi. Arkamdan sövmekle yetindi. Çok
ısrar ederse başına gelecekleri sezmişti.
Sonraki günlerde Can ve şürekasıyla
kapışmamak için hep tetikte oldum. Onlardan uzak durmam bir çeşit tatmin
oluyordu. Ödleği oynuyordum. Onlar içlerinden öyle olmadığımı pekâlâ
biliyorlardı, ama prestijleri korunduğu için üstüme gelmiyorlardı. Bu arada Tamer’i
de boşlamıştım. Bunun için çabalamam gereksizdi neyse ki. Tamer kendine iki
yeni arkadaş bulmuştu. Onlarla çok meşguldü. Benim üzerime kafa yoracak zamanı
yoktu.
Bu arada artık neredeyse hiç telefon
kullanmamam ailemin dikkatini çekmişti. Onlara telefonun bana kulağıma oklu
kirpi dokundurmak gibi geldiğini söyleyemezdim. Tatil, güneş, kum, kafa dinleme
gibi mazeretlerim vardı neyse ki. Zaten o aralar teyzem ve kocası bizde kalmaya
gelmişlerdi. Yanlarında kız kardeşimin yaşıtı olan kızları da vardı. Böylece
kimsenin bana aşırı dikkat gösterecek hali kalmamıştı.
Sevgi’yle aramızda başka türlü bir bağ
oluşmuştu. Kız o gün istesem Can’ı lime lime edeceğimi hissetmişti. Hepimizin
huzurunu bozmamak için kaçtığımı da sezmekteydi.
Kız ve ailesi
babasının işlerinin yoğunluğu yüzünden yazlıkta çok az kalacaklardı. O
altı günde sevgili olmadık. Öpüşüp
koklaşmadık, ama aramızda güçlü bir arkadaşlık bağı kurulmuştu. Sonra da
birbirimizden kopuverdik.
Bu arada yeni güçlerimi kontrol etmeyi
öğreniyordum, ama bir sonraki dolunay yaklaşmaktaydı. Acaba bir kurtadama mı
dönüşecektim? Bana bu ihtimali düşündürten şeylerden biri sokak köpeklerinin
beni takip etmeye başlamasıydı. Eskiden beri köpekleri çok severim. Her
çeşidini. Annem ve kız kardeşim kedi ve köpek kılına karşı alerjik
olduklarından bir köpeğim olmamıştı.
Özellikle geceleri dışarıya çıktığımda bir
süre sonra peşimde dört beş köpek beliriyordu. Bunlar ben nereye gidersem
sessiz ve uysalca beni takip ediyordu. Onları hiç görmeden koku ve
kıykıylarından ayırd edebilmekteydim. Bu hal etrafın dikkatini çekebilirdi. Bir
gece ne yapabileceğimi düşünürken grubun lideri olan dişi köpeğin zihnine
dokundum adeta. Zeka ve içgüdü sahibi kıpır kıpır bir üniteydi. Ona arkamdan
gelebileceğini, ama bunu daha uzaktan yapması gerektiğini söyledim. Şaşılacak
bir şey oldu. Köpekler aramıza mesafe koydu. Düşüncemi iletebilmiştim. Müthiş
bir şeydi. Heyecandan gözlerim yaşarmış ve endişelerim depreşmişti. Genetiğimde köpekleri de ilgilendiren bir
yaratığa ait bilgiler olduğunu düşünmeye başladım. Buradan ‘Yakında bir
Kurtadam olacağım’ düşüncesine varmak için küçücük bir adım atmak kafiydi.
Gördüğüm filmler de korkumu artırmaktaydı.
Bir canavara dönüştüğümde çevremdekilere zarar vermemeyi nasıl başaracaktım? Bu
konuyu kimseye açamazdım. Meselenin en basit aşaması bile bir psikoloğun yağlı
müşterisi yapardı beni. Üzerime dikkati çekerdim. Fiziki gelişmem kolayca
ölçülebilecek bir aşamadaydı. Beni iptal ederler ya da ömrümün sonuna kadar
laboratuvarda tutarlardı.
Aradan biraz daha zaman geçti. Bu arada
kıllarım ve dişlerim uzamadı. Dolunayın olduğu gece çığrımdan çıkmadım, ama
bana ne olduğunu, daha doğrusu yakın bir gelecekte neye doğru evrileceğimi
sezdim. Bir test yaptım çünkü. O günün sabahında ev ahalisi bir arabaya doluşarak
teyzemin yirmi kilometre ötedeki yazlığına gittiler. Gece de orada
kalacaklardı. Arkalarında yarım tencere zeytinyağlı barbunya, dibi biraz tutmuş
salçalı pilav bırakmışlardı. Tam o gece yalnız kalmam harika bir raslantıydı.
Tasarladığım test basitti. Gece yarısı
gözlerimde gözlük ve lens olmadan dışarı çıkacaktım. Bu iki yardımcımdan biri
olmadan beş metre ötesini bile doğru dürüst seçmem mümkün değildi. Delice bir
plandı, ama sabahları uyandığımda gözümde ne gözlük, ne de lens oluyordu. Normalde
yataktan kalkacak olduğumda hemen bunlardan birini arardım. Son günlerde
bunlarsız bir çok şeyi yaptıktan sonra gözümde gözlüğüm olmadığını
farkediyordum. Bu durum beni bu testi yapmak için cesaretlendirmişti.
Oturma odasında oturarak gece yarısı olmasını
bekledim. Televizyon kapalıydı. Telefonumun şarjı biteli bir haftayı geçmişti.
İnternette sörf yapmayalı günler geçmişti. Bu arada hiçbirşey de okumamıştım.
Pişman değildim, çünkü kulaklarımın ve burnumun verdiği raporlar müthişti.
Görseli aşmaktaydım usul usul.
Böylece hımbıl dakikalar ilerledi ve o an
geldi. Lenslerim yukardaki yatak odamdaydı. Gözlüklerim de aşağıdaki yemek
masasının üstünde. Evin bahçe kapısı tarafından plaj tarafına yürüdüm. Uzaktan
gitar sesi geliyordu. Konuşuluyor, gülünüyordu. Sesleri dinledim. Bir kız iki
delikanlıydılar. Bira içiyorlardı. Çok bira tüketilmişti. Boş şişelerin
ağızlarında rüzgarın çıkardığı hafif sesler vardı. Bir kavala verilen yetersiz
nefes gibiydi. Kızarmış patates, hardal, ketçap kokusu almaktaydım. Sigara
içiliyordu. İki ayrı yönlüydü. Üç kişiydiler ve en az elli metre
mesafedeydiler. Söyledikleri her şeyi yanımdaymışlar gibi açıkça duyuyordum.
Kız Beyonce’u sevdiğini söylüyordu. Gitarı çalana ısmarlama yapıyordu. Diğeri
ise konuyu değiştirmeye çabalıyordu. İki erkek kızın gönlünü çelmeye
çabalıyordu. Melodi çıkartan parmaklar Beyonce’den bir parça çalamasa da
öndeydi. Sesleri yeniydi. Onları daha önce duymamıştım. Bu gece cumartesiydi.
Hafta sonları sadece iki gün için gelenler oluyor ve küçük sayfiye kasabasının
nüfusu böyle zamanlarda üçe beşe katlıyordu.
O tarafa doğru yürüdüm. İlk adımlarım
acemiydi. Birkaç kez tökezlendim. Çünkü hâlâ görerek yürümek istiyordum. Öyle
kurulmuştum. Yakın zamana kadar başka bir yöntem bilmiyordum. Kör olsaydım
hatırladığım ya da dokunduğum alanları tarayacaktım. Bu defa her şey çok
farklıydı. Sesler, kokular bir arada özel bir navigasyon sistemi sunmaktaydı.
Hafif rüzgarın kumun üzerindeki gezinişinde bir sinyaller kümesi mevcuttu.
Nerede çukur var, nerede tümsek ayıredebildiğimi farkedince heyecandan elim
ayağım titredi.
Adımlarımı çok daha yerinde atarak yürüdüm. O
dişi köpeğin liderliğindeki sekiz sokak köpeği yüz metre kadar arkamdaydı.
Hızımı piyade yürüyüşü seviyesine getirdim. Durmadan düşmeyi bekleyerek mide kaslarımı
germeyi yavaş yavaş bıraktım. Gözlerim zaten hemen önümdeki toprağı
görebilmekteydi. Uzağı seçemiyordum, ama uzağın yolladığı bilgiler müthişti.
Plajın bitimindeki asfalt yolu kokuyla görebiliyordum desem yeriydi. Üzerinde
hareket eden arabaların çıkardığı sesler ve arkalarında bıraktığı kokular çok
açıklayıcı kayıtlardı. Dahası koku ve ses hassasiyetimi kısıp açabildiğimi
farketmiştim.
Kokuları daha keskin alabilmek sanıldığı gibi
iğrençliği ya da katlanılamazlığı getirmiyordu.
Bir merdiven gibiydi.
Her ses ve koku basamağı başka başka mesajlar taşıyordu. Seslerde de kokularda
olduğu gibi bir geçmiş saptayınca kalbim duracak gibi oldu.
Tam üç kişinin yanlarından geçiyordum. On
metre kadar sağımdaydılar. Onlara göre ben denizin başladığı yerdeki ıslak
şeritte yürüyen biriydim. Plajda az da olsa başkaları da vardı. Yirmi metre
kadar önümde yürüyen bir çift vardı örneğin. Konuştukları her şeyi duyuyordum.
Oturdukları
kafedekileri çekiştiriyorlardı. Adam kızı aşırı samimiyet gösterdiği biri için
hafiften suçluyordu. Soluklarındaki koku tayfından bir ara sigara tüttürdükleri
belliydi. Kadının parfümü annesinin baharatlı dediği tiptendi.Batıcı uçları
vardı adeta. İkisi de terlemişti biraz. Ter kokuları da buram buramdı. Ter
kokularında cinsiyeti ve yaşları belli eden doneler vardı açıkça. Adam yirmi
beş, kız yirmi başları falan olmalıydı.
Seslerdeki geçmiş katmanlarını o sağımdaki üç
kişi sayesinde saptadım. Kızın midesinde bir şey oluyordu. Arka arkaya iki kez
geğirdi. Aslında öğürüyordu. Kusacak diye düşünürken midesini tersyüz etme
işini yapıverdi. Müzik durmuştu. Plaj kumu kusuğu ağırlamak için en uygun
maddelerden biriydi. Kız midesinde ne varsa çıkardıktan sonra tası tarağı
toplayıp bir iki metre öteye taşındılar. Gitar çalan kıza çok bira içtiğini
söyledi. Diğer erkek bir çıkarsamada bulunmadı. Aynı sözleri yinelemek
istemiyordu belli.
“Çok oldu. Daha içersem kusacağım.”
Kızın bu sözleri niye söylediğini düşünürken
bunun daha ben evdeyken söylenmiş bir cümle olduğunu farkettim. Dikkatimi o
tarafa yönelttiğim için o üç kişinin çevresinde dolanan enerji kayıtları
canlanmıştı.
Böylece artık hızla bir şeye dönüştüğüm
açıkça kanıtlanmış oluyordu. Öyle kıllı mıllı vahşi bir kurtadam olmuyordum,
ama insan zekalı bir kurdun sahip olduğu hassalara sahiptim. Reflekslerim
muhteşemdi. Kaslarım hızla gelişmekteydi. Bunların üstüne başka şeyler de
eklenmişti. Köpeklerin zihnine girebiliyordum. Durdum. Başımı kaldırıp
dolunayın olduğu tarafa baktım. Önce bir buhar tabakasının ardında duran bir
ampula bakıyor gibiydim. Sonra birden ay gözümün önünde tabak gibi açıldı. Sırf
gözle izlenen dünyayı aşmıştım. Nesnelerin dünyasını başka yöntemlerle yeniden
keşfedecek ve artık o yöntemle de izleyebilecektim.
Belki de bütün bunlara rağmen artık bir
kurtadamdım. Yaşım göz önüne alınırsa en yeni model bir ‘Kurtergen’dim. Başka
bir kurtadamın salyasıyla değil, tellerden geçerek gelen bir varlığın elektron
darbesiyle aşılanmıştım. Daha doğrusu genetiğimde kapalı duran bir kapı
aralanmıştı.
Belki de benle başlayacak bir ‘Kurtergen’
serisi söz konusuydu ve bütün dünya nefesini tutmuş bunu bekliyordu. Neden
olmasın?
Ağustos 2012, Amsterdam
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder