20 Ağustos 2017 Pazar

KURTERGEN (öykü)




Her şey o gün başladı. On üç yaşına bastığım günün sabahı elektrikle çarpıldım. Ekmek kızartan aletin fişindeki kırıktan bedenime doluşan elektronlar nedeniyle mutfağın taşlarının üstünde kısa bir süre baygın kaldım. O sırada babam, annem ve kız kardeşim uykudaydı.
  Sabahın altısında uyandığımda karnım açlıktan kazınmaktaydı. Yarı uykulu bir durumda kızarmış ekmeğe tereyağ sürmek ve üzerine vişne reçeli eklemek hayaliyle mutfağa gittim. Annem dün herkesi kırık fiş üzerine uyarmış ve babamı bu tehlikeyi bertaraf etmek için memur etmişti. Bu tür işleri halletmekte babamın üstüne yoktur, ama yazlığımıza yedi saatlik araba yolculuğunun ardından daha dün akşam gelmiştik. On buçuk aydır kapalı duran evin bir çok yerine dokunulması gerekmekteydi. Buzdolabı yeterince soğutmuyordu. Bulaşık makinesi hiç çalışmıyordu. Televizyonda bazı kanallar nanaydı. Ocağın tübü bitmek üzereydi. Geçen sene evimize dönerken koyduğumuz böcek ilacı, fare zehiri gibi kimyasal önlemlerin zehirli izlerinin acilen silinmesi gerekmekteydi.
  Babamın eli çok beceriklidir. Adam geçen yıldan kalan angaryaların envanterini ciddi ciddi bir kağıda not etmiş ve işe girişmişti. Sabah ondan sonra kalksam elektrikle çarpılmayabilirdim yani.
  Neyse bedenimde fink atan elektronlar bir şekilde beni öldürmedi. Sakat da kalmadım. Zihnim son derece yerinde, ağzımda paslı bir tatla yerimden doğruldum. Aradan dakikalar geçti. Sağlığım kötülemedi. Tam tersine karnımın açlığı gurultulu bir düzeye yükseldi. Zımba gibiydim maşallah. Kazayı ucuz atlatmıştım.
  Annem çok pimpiriklidir. Kendimi iyi hissettiğim için elektrikle çarpıldığımı kimseye anlatmayacaktım. Yoksa şimdi hemen ailecek bir hastaneye gider ve orada akşamı bulurduk. Ben karnımı doyurmak ve denize girmek istiyordum. Yanımda yeni deniz gözlüğüm ve paletlerim vardı. Onları kullanmak için sabırsızlanmaktaydım.
  Babamın elbecerisi ve sebatkârlığı bende de mevcuttur. On beş dakika içinde bozuk fişi yenisiyle değiştirdim ve ekmeklerimi kızarttım. Karnım doyunca keyfim yerime gelmiş ve kazanın o şok edici etkilerini tamamen atlatmıştım. Öyle sanmaktaydım daha doğrusu.
  Günün gerisi normal yazlık etkinlikleriyle geçti. Denize girdim. Güneşlendim. Öğle yemeği ve kahvaltı birleştirilmişti. Sonra iPod’umla meşgul oldum. Arka arkaya tweetler savurdum. Cep telefonumla çektiğim tatilin ilk günü fotoğraflarımı facebook hesabımdan yayınladım. Öğleden sonra bütün aile plajdaydık. Denize doyamıyordum. Çok özlemiştim. Üzerimde bir efori vardı. Bunu tatil enerjisine yormaktaydım. Akşam yemeğinden sonra komşunun oğlu Tamer’le takıldım. Yaşıtımdı. Eskişehir’de oturuyorlardı. Geçen sene bana pek kafa dengim gibi görünmüştü. Birlikte bilimkurgu filmleri izlemiş ve bilgisayar oyunları oynamıştık. Bir yıl sonra farklıydı. Henüz farkın ne olduğunu tam ayırd edemiyordum, ama bir çeşit sınırlılık, yavaşlık, hatta yavanlık diyebileceğim noktalar söz konusuydu. Daha ilk karşılaşmamızda sıkılmıştım ahbaplığından.
  Gece yarısı ilk günün koşuşturması nedeniyle herkesin pili bitmişti. Saat birde aşağı kattaki oturma odasında bir ben kalmıştım. İnanılmaz bir şekilde zindeydim.
  Saat iki civarında uykum yoktu hâlâ. Ne televizyon izliyor, ne de başka bir şey yapıyordum. Düne kadar bir saniye bile elimden bırakamadığım telefonumun yerini bile hatırlamıyordum.Öylesine oturuyordum ve hiç canım sıkılmıyordu. Ne yaptığımı saat üç civarında sezmeye başladım. Dinliyor ve kokluyordum.
  Eskiden beri koku hassam çok kuvvetlidir. Kulaklarım da öyle. Buna karşılık sekiz derece miyop gözlerim vardır. Bütün ailemizde bu derece ilerlemiş görme engeli bir bende var. Babam elli bir yaşında ve hâlâ okuma gözlüğü kullanmamakla övünür. Kız kardeşim ve annem gözlük kullanmıyor. Amcalarım, yeğenlerim, teyzelerim de yüksek miyopluk sorunu yoktu. Rahmetli dedem ‘Piyango sana çıkmış oğlum’ derdi. Bir piyango söz konusuydu gerçekten, ama gözle mözle ilgisi yoktu. Bunu keşfetmeme çok az kalmıştı.
  Lenslerim ya da gözlüğüm olmadan görüş alanım çok sınırlıdır. O kadar ki, beş metre ötemden çizgileri bozulmuş, geometrileri kaymış ve perspektifi adeta unutmuş bir dünya başlar. Aile dostumuz olan uzman bir göz doktoruna göre gözlerim bu sınırdan ileri gitmeyecekti. Çünkü son beş yılda miyobum hiç ilerlememişti. Buna can simidine sarılır gibi sarılmıştım. Nesnelerin dünyasını hiç göremeyeceğim anları düşünmek bile istemiyordum.
  Sabah beşte hâlâ uykum gelmemişti. İlk kez bir olağanüstülüğün farkına vermekteydım. Kendimi çok güçlü, tetikte ve enerjik hisetmekteydim. Dışarı çıktım. Dolunay şeklindeki ay batmak üzereydi. Ufukta iyice alçalmıştı. Ağaçlıklı yoldan yürüdüm ve plaja çıktım. Denizde karaya doğru esen hafif rüzgarın oluşturduğu dalgacıkların fışırtısı vardı. Temiz havayı ciğerlerime çektim. Bu nefeste bayağı zengin bir koku tayfı mevcuttu. Deniz tuzu, tuzun içindeki iyot, sulara karışmış sentetik maddeler, denizanalarının asidi, karadan esen rüzgarın sürüklediği kadın parfümü, ter, bol baharatlı etli yiyecek kalıntısı, çöp bidonlarından yayılan sentez  bozunma kokuları ve daha bir sürü koku çizgisi.
  Toprağı kazıp içine gömülen küçük yengeçlerin hışırtılarını duyuyordum. İnanılmaz bir şeydi. Sanki bir doktor stetoskopuyla plajın ciğerini dinlemekteydim. ‘A de bakayım. Üç defa öksür. Aferin.’ Kulaklarım ve burnum her zaman çok keskindi, ama bu hassasiyet mertebesi çok yeni bir durumdu. Birden olan bitenlerle bir önceki sabahki elektrik çarpılmasını birleştirdim. O çarpılmayla bir süreç başlamıştı.
  Sabah kahvaltıda gece uyumadığımı belli etmedim. Hâlâ kendimi acaip zinde hissetmekteydim. Kimse bir şey farketmedi. Sadece kız kardeşim, ‘Telefonunu boşadın galiba?’ yollu bir espri yaptı. Sekiz yaşındaki çok bilmiş kız haklıydı. İçimden telefona dokunmak gelmiyordu. Ne çekilen mesajları, ne de arayanların kim olduğunu merak etmekteydim. Bana bir şey olmuş ve bedenimde uyuyan bir ünite açılmıştı. Gelişimin hızı baş döndürücüydü. Hem korkuyordum, hem de içim içime sığmıyordu. Birden bire koku alma ve işitme duyum inanılmaz güçlenmişti. Kondisyonum da öyle. Gece hiç uyumadığım halde dipdiriydim. On üçüncü yaş günü hediyem müthişti. Korkum dolunayın bana ilham ettiği şey nedeniyleydi. Bir kurtadama dönüşüyordum sanırım. En başta ailem olmak üzere insanlara bir zarar vermek istemiyordum.
  Aradan üç beş gün geçti. Güçlenen hassalarım ve bedenimle yaşamaya alıştım. Evdekilerin dikkatini çekmemek için geceleri belli saatlerde yatağa uzanıyor ve bir miktar uyumayı başarıyordum. Bu uyku evrelerinde acaip rüyalar görmekteydim. Rüyalar beklentilerimin aksine bilinen anlamda kanlı şiddet sahneleri içermiyordu. Çok hızla yer değiştiriyor, tuhaf yaratıklarla karşılaşıyordum. Kâbus değildi. Haz ve hız rüyalarıydı bunlar.
  Yalnız insanlarla ilişkide kaçınılmaz olarak yeni bir faza girmiştim. Bir hafta öncesine kadar dedemin tabiriyle pısırık, babama göre utangaç, annemin deyişiyle çekingen, kız kardeşimin bakışıyla da ödlektim. Hepsi de bu sıfatların önüne biraz ekini koymaktaydı. Beni seven kimselerdi sonunda.
  Bir olay patlak verdi. Bunu engellemem neredeyse imkânsızdı. Komşu evde Sevgi adlı bir kız vardı. On beş yaşındaydı. Uzun kestane renkli saçlı, hoş bir kızdı. On beş yaşında bir genç kız on üç yaşında bir delikanlıyı çocuk olarak görür. Sevgi de öyleydi. Geçen yıl öyleydi ama. Bu yıl bildiğiniz nedenlerden farklıydı. Hem görünümüm, hem de davranışlarım kendini aşmıştı. Bunun derecesini kendim yeterince farkında değildim. Annem sayfiyenin yaradığını, babam son gaz ergenliğe girdiğimi, kiz kardeşim de arkama motor taktığımı söyleyerek aynı noktayı vurgulamaktaydı. Hızlı bir değişim söz konusuydu.
  Gelelim Sevgi’ye. Onu plajda her gün görmekteydim haliyle. Evlerimiz yakındı. Markette ve akşam piyasalarında da karşılaşmaktaydık. Ben her zamanki mesafeli tavrımı koruyordum, ama direksiyonda olan kuvvetler vardı. Boyum yaşım için uzun sayılır. Bir yetmiş iki santimetre. Omuzlarım da babam gibi geniştir. Bu kalıbın içini yeni bir güç doldurmuştu. Işımam farklılaşmıştı. Sevgi beni ergenliğin başlangıç aşamasındaki bir çocuk olarak görmüyordu artık.
  Kızın kendini sevgili adayı gören bir arkadaşı vardı. Can. On yedi yaşında bir seksen boyunda bir delikanlıydı. İçtiği kolalar, biralar ve kıtlıktan çıkmış gibi aceleyle mideye indirdiği pizzalar karın kısmına azıcık yuvarlak bir görünüm verse de, heybetli bir görünüme sahipti. Kumral, mavi gözlü, yakışıklı biriydi. Sevgi’yle aralarında cismani bir ilişki yoktu. Niyet vardı. Can birden beni bu niyet alanını yapıbozuma uğratan bir virüs gibi görmeye başlamıştı. Kaç yaşında olduğumu biliyordu. Işımam onu uyarmalıydı, ama babamın deyişiyle testosteron düzeyi yüksekti. Geçen yıldan benle ilgili olarak hatırladığı şeyleri de fazlaca ciddiye almaktaydı.
  Can beni herkesin içinde madara etmeyi kafasına koymuştu. Sevgi bunun farkında değildi. Ben de bu kadar hızlı gerçekleşeceğini tahmin etmiyordum. Akşamları gençlerin toplandığı bir kafeterya vardı. Oradaydık. On altıdan büyükler bira, daha küçükler gazlı içecekler içiyordu. Benim önümde su vardı. Yeni hassam nedeniyle bazı şeyleri yiyemez ve içemez bir hale gelmiştim. Örneğin kola, içine şeker ve meyan kökü esansı katılmış katranlı bir sıvıydı artık benim için.
  Sevgiyle beraberdik. Havadan sudan konuşuyorduk. Kızın bakışlarında merak ve dişice ilgi salvoları vardı. Bu çok hoşuma gitmekteydi. Hangi yaşıtım yetişkin biri gibi muamele görmek istemez?
  Az sonra kafeteryaya Can geldi. Yalnızdı. Bizi görünce masamıza doğru yöneldi. Oysa arkadaki masalarda arkadaşları oturuyordu.
  Hiçbir şey demeden masamıza oturdu ve “Bu çoluk çocukla ne yapıyorsun?” dedi.
  Yüzü sinirli gibiydi. Bir yanım korkmuştu, ama tırsmayan ve tam tersine dedemin tabiriyle ‘hodri meydan’ diyen bir yanım da kedi gibi sırtını kabartmıştı.
  “Seni ilgilendirmez.”
  Sevgi’nin sözünü sanki ben etmişim gibi Can işaret parmağını neredeyse burnuma değdirerek, “Bu tıfılı mı tercih ediyorsun?” dedi.
  “Seni ilgilendirmez. Lütfen kalk git.”
  Kızın delikanlıyı küçümser sözü nedense Can’ı çok tahrik etti.
  “Gitmiyorum ne olacak?”
  Normal şartlarda Can’ın bu denli sert tepki vermeyeceğini tahmin ediyordum, ama benim ışımamın onun içinde yarattığı bir korku vardı. Bunun öfke olarak karşılığı sandığımdan büyüktü anlaşılan.
  “Biz gideriz o zaman.”
  Sevgi yerinden doğrulunca otomatik olarak ben de kızı taklit ettim. Bir şey olmasın diye Can’ın yüzüne bakmıyordum. Bu durum delikanlıyı fazladan tahrik etti belki de. Kızı bileğinden yakaladı. “Hiçbir yere gitmiyorsun.”
  Sevgiyle Can aynı anda bana baktı. Kafeteryadakiler de öyle. Kızın bakışlarında ‘kurtar beni eğer o kimseysen’ ifadesi vardı. Can da ‘kılını kımıldat da göstereyim gününü’ ışıyordu.
  Reflekslerimin durumunu söylemiş miydim. Çok hızlanmıştı. Tek harekette Can’ın kızın bileğini tutan kolunun bileğini tuttup kendime doğru çevirdim. Bunu o kadar hızlı yapmıştım ki, hazır beklettiği sol yumruğu yüzüme inemedi. Can acıyla haykırarak elini çözdü. Artık karşı karşıyaydık ve delikanlı çok korkmuştu. Acayip de bozum olmuştu. Gözünü karartarak üzerime saldırdı. Bir güreşçi gibi tek dalmıştı. Kolayca kaçtım. Dengesi bozulmuştu. İstesem kıçına indireceğim bir tekmeyle bozum ederdim, ama Allahtan kafam çalıştı da bunu yapmadım. Çünkü ardından Can’ı ve bütün arkadaşlarını karşıma almam gerekecekti. Ayrıca böyle bir şey olursa her şey ortaya çıkardı.
  Sevgi’nin elini tutarak kafeteryanın kapısına doğru yürüdüm. Korkuyla kaçıyor gibi yapmaktaydım. İnşallah yeterli gelir diye dua etmekteydim. Can kafası çalışan biriydi. Arkamdan sövmekle yetindi. Çok ısrar ederse başına gelecekleri sezmişti.
  Sonraki günlerde Can ve şürekasıyla kapışmamak için hep tetikte oldum. Onlardan uzak durmam bir çeşit tatmin oluyordu. Ödleği oynuyordum. Onlar içlerinden öyle olmadığımı pekâlâ biliyorlardı, ama prestijleri korunduğu için üstüme gelmiyorlardı. Bu arada Tamer’i de boşlamıştım. Bunun için çabalamam gereksizdi neyse ki. Tamer kendine iki yeni arkadaş bulmuştu. Onlarla çok meşguldü. Benim üzerime kafa yoracak zamanı yoktu.
  Bu arada artık neredeyse hiç telefon kullanmamam ailemin dikkatini çekmişti. Onlara telefonun bana kulağıma oklu kirpi dokundurmak gibi geldiğini söyleyemezdim. Tatil, güneş, kum, kafa dinleme gibi mazeretlerim vardı neyse ki. Zaten o aralar teyzem ve kocası bizde kalmaya gelmişlerdi. Yanlarında kız kardeşimin yaşıtı olan kızları da vardı. Böylece kimsenin bana aşırı dikkat gösterecek hali kalmamıştı.
  Sevgi’yle aramızda başka türlü bir bağ oluşmuştu. Kız o gün istesem Can’ı lime lime edeceğimi hissetmişti. Hepimizin huzurunu bozmamak için kaçtığımı da sezmekteydi.
Kız ve ailesi babasının işlerinin yoğunluğu yüzünden yazlıkta çok az kalacaklardı. O altı  günde sevgili olmadık. Öpüşüp koklaşmadık, ama aramızda güçlü bir arkadaşlık bağı kurulmuştu. Sonra da birbirimizden kopuverdik. 
  Bu arada yeni güçlerimi kontrol etmeyi öğreniyordum, ama bir sonraki dolunay yaklaşmaktaydı. Acaba bir kurtadama mı dönüşecektim? Bana bu ihtimali düşündürten şeylerden biri sokak köpeklerinin beni takip etmeye başlamasıydı. Eskiden beri köpekleri çok severim. Her çeşidini. Annem ve kız kardeşim kedi ve köpek kılına karşı alerjik olduklarından bir köpeğim olmamıştı.
  Özellikle geceleri dışarıya çıktığımda bir süre sonra peşimde dört beş köpek beliriyordu. Bunlar ben nereye gidersem sessiz ve uysalca beni takip ediyordu. Onları hiç görmeden koku ve kıykıylarından ayırd edebilmekteydim. Bu hal etrafın dikkatini çekebilirdi. Bir gece ne yapabileceğimi düşünürken grubun lideri olan dişi köpeğin zihnine dokundum adeta. Zeka ve içgüdü sahibi kıpır kıpır bir üniteydi. Ona arkamdan gelebileceğini, ama bunu daha uzaktan yapması gerektiğini söyledim. Şaşılacak bir şey oldu. Köpekler aramıza mesafe koydu. Düşüncemi iletebilmiştim. Müthiş bir şeydi. Heyecandan gözlerim yaşarmış ve endişelerim depreşmişti.  Genetiğimde köpekleri de ilgilendiren bir yaratığa ait bilgiler olduğunu düşünmeye başladım. Buradan ‘Yakında bir Kurtadam olacağım’ düşüncesine varmak için küçücük bir adım atmak kafiydi.
  Gördüğüm filmler de korkumu artırmaktaydı. Bir canavara dönüştüğümde çevremdekilere zarar vermemeyi nasıl başaracaktım? Bu konuyu kimseye açamazdım. Meselenin en basit aşaması bile bir psikoloğun yağlı müşterisi yapardı beni. Üzerime dikkati çekerdim. Fiziki gelişmem kolayca ölçülebilecek bir aşamadaydı. Beni iptal ederler ya da ömrümün sonuna kadar laboratuvarda tutarlardı.
  Aradan biraz daha zaman geçti. Bu arada kıllarım ve dişlerim uzamadı. Dolunayın olduğu gece çığrımdan çıkmadım, ama bana ne olduğunu, daha doğrusu yakın bir gelecekte neye doğru evrileceğimi sezdim. Bir test yaptım çünkü. O günün sabahında ev ahalisi bir arabaya doluşarak teyzemin yirmi kilometre ötedeki yazlığına gittiler. Gece de orada kalacaklardı. Arkalarında yarım tencere zeytinyağlı barbunya, dibi biraz tutmuş salçalı pilav bırakmışlardı. Tam o gece yalnız kalmam harika bir raslantıydı.
  Tasarladığım test basitti. Gece yarısı gözlerimde gözlük ve lens olmadan dışarı çıkacaktım. Bu iki yardımcımdan biri olmadan beş metre ötesini bile doğru dürüst seçmem mümkün değildi. Delice bir plandı, ama sabahları uyandığımda gözümde ne gözlük, ne de lens oluyordu. Normalde yataktan kalkacak olduğumda hemen bunlardan birini arardım. Son günlerde bunlarsız bir çok şeyi yaptıktan sonra gözümde gözlüğüm olmadığını farkediyordum. Bu durum beni bu testi yapmak için cesaretlendirmişti.
  Oturma odasında oturarak gece yarısı olmasını bekledim. Televizyon kapalıydı. Telefonumun şarjı biteli bir haftayı geçmişti. İnternette sörf yapmayalı günler geçmişti. Bu arada hiçbirşey de okumamıştım. Pişman değildim, çünkü kulaklarımın ve burnumun verdiği raporlar müthişti. Görseli aşmaktaydım usul usul.
  Böylece hımbıl dakikalar ilerledi ve o an geldi. Lenslerim yukardaki yatak odamdaydı. Gözlüklerim de aşağıdaki yemek masasının üstünde. Evin bahçe kapısı tarafından plaj tarafına yürüdüm. Uzaktan gitar sesi geliyordu. Konuşuluyor, gülünüyordu. Sesleri dinledim. Bir kız iki delikanlıydılar. Bira içiyorlardı. Çok bira tüketilmişti. Boş şişelerin ağızlarında rüzgarın çıkardığı hafif sesler vardı. Bir kavala verilen yetersiz nefes gibiydi. Kızarmış patates, hardal, ketçap kokusu almaktaydım. Sigara içiliyordu. İki ayrı yönlüydü. Üç kişiydiler ve en az elli metre mesafedeydiler. Söyledikleri her şeyi yanımdaymışlar gibi açıkça duyuyordum. Kız Beyonce’u sevdiğini söylüyordu. Gitarı çalana ısmarlama yapıyordu. Diğeri ise konuyu değiştirmeye çabalıyordu. İki erkek kızın gönlünü çelmeye çabalıyordu. Melodi çıkartan parmaklar Beyonce’den bir parça çalamasa da öndeydi. Sesleri yeniydi. Onları daha önce duymamıştım. Bu gece cumartesiydi. Hafta sonları sadece iki gün için gelenler oluyor ve küçük sayfiye kasabasının nüfusu böyle zamanlarda üçe beşe katlıyordu.
  O tarafa doğru yürüdüm. İlk adımlarım acemiydi. Birkaç kez tökezlendim. Çünkü hâlâ görerek yürümek istiyordum. Öyle kurulmuştum. Yakın zamana kadar başka bir yöntem bilmiyordum. Kör olsaydım hatırladığım ya da dokunduğum alanları tarayacaktım. Bu defa her şey çok farklıydı. Sesler, kokular bir arada özel bir navigasyon sistemi sunmaktaydı. Hafif rüzgarın kumun üzerindeki gezinişinde bir sinyaller kümesi mevcuttu. Nerede çukur var, nerede tümsek ayıredebildiğimi farkedince heyecandan elim ayağım titredi. 
  Adımlarımı çok daha yerinde atarak yürüdüm. O dişi köpeğin liderliğindeki sekiz sokak köpeği yüz metre kadar arkamdaydı. Hızımı piyade yürüyüşü seviyesine getirdim. Durmadan düşmeyi bekleyerek mide kaslarımı germeyi yavaş yavaş bıraktım. Gözlerim zaten hemen önümdeki toprağı görebilmekteydi. Uzağı seçemiyordum, ama uzağın yolladığı bilgiler müthişti. Plajın bitimindeki asfalt yolu kokuyla görebiliyordum desem yeriydi. Üzerinde hareket eden arabaların çıkardığı sesler ve arkalarında bıraktığı kokular çok açıklayıcı kayıtlardı. Dahası koku ve ses hassasiyetimi kısıp açabildiğimi farketmiştim.
  Kokuları daha keskin alabilmek sanıldığı gibi iğrençliği ya da katlanılamazlığı getirmiyordu.
Bir merdiven gibiydi. Her ses ve koku basamağı başka başka mesajlar taşıyordu. Seslerde de kokularda olduğu gibi bir geçmiş saptayınca kalbim duracak gibi oldu.
  Tam üç kişinin yanlarından geçiyordum. On metre kadar sağımdaydılar. Onlara göre ben denizin başladığı yerdeki ıslak şeritte yürüyen biriydim. Plajda az da olsa başkaları da vardı. Yirmi metre kadar önümde yürüyen bir çift vardı örneğin. Konuştukları her şeyi duyuyordum.
Oturdukları kafedekileri çekiştiriyorlardı. Adam kızı aşırı samimiyet gösterdiği biri için hafiften suçluyordu. Soluklarındaki koku tayfından bir ara sigara tüttürdükleri belliydi. Kadının parfümü annesinin baharatlı dediği tiptendi.Batıcı uçları vardı adeta. İkisi de terlemişti biraz. Ter kokuları da buram buramdı. Ter kokularında cinsiyeti ve yaşları belli eden doneler vardı açıkça. Adam yirmi beş, kız yirmi başları falan olmalıydı.
  Seslerdeki geçmiş katmanlarını o sağımdaki üç kişi sayesinde saptadım. Kızın midesinde bir şey oluyordu. Arka arkaya iki kez geğirdi. Aslında öğürüyordu. Kusacak diye düşünürken midesini tersyüz etme işini yapıverdi. Müzik durmuştu. Plaj kumu kusuğu ağırlamak için en uygun maddelerden biriydi. Kız midesinde ne varsa çıkardıktan sonra tası tarağı toplayıp bir iki metre öteye taşındılar. Gitar çalan kıza çok bira içtiğini söyledi. Diğer erkek bir çıkarsamada bulunmadı. Aynı sözleri yinelemek istemiyordu belli.
  “Çok oldu. Daha içersem kusacağım.”
  Kızın bu sözleri niye söylediğini düşünürken bunun daha ben evdeyken söylenmiş bir cümle olduğunu farkettim. Dikkatimi o tarafa yönelttiğim için o üç kişinin çevresinde dolanan enerji kayıtları canlanmıştı.
  Böylece artık hızla bir şeye dönüştüğüm açıkça kanıtlanmış oluyordu. Öyle kıllı mıllı vahşi bir kurtadam olmuyordum, ama insan zekalı bir kurdun sahip olduğu hassalara sahiptim. Reflekslerim muhteşemdi. Kaslarım hızla gelişmekteydi. Bunların üstüne başka şeyler de eklenmişti. Köpeklerin zihnine girebiliyordum. Durdum. Başımı kaldırıp dolunayın olduğu tarafa baktım. Önce bir buhar tabakasının ardında duran bir ampula bakıyor gibiydim. Sonra birden ay gözümün önünde tabak gibi açıldı. Sırf gözle izlenen dünyayı aşmıştım. Nesnelerin dünyasını başka yöntemlerle yeniden keşfedecek ve artık o yöntemle de izleyebilecektim.
  Belki de bütün bunlara rağmen artık bir kurtadamdım. Yaşım göz önüne alınırsa en yeni model bir ‘Kurtergen’dim. Başka bir kurtadamın salyasıyla değil, tellerden geçerek gelen bir varlığın elektron darbesiyle aşılanmıştım. Daha doğrusu genetiğimde kapalı duran bir kapı aralanmıştı.
  Belki de benle başlayacak bir ‘Kurtergen’ serisi söz konusuydu ve bütün dünya nefesini tutmuş bunu bekliyordu. Neden olmasın?
                                                                                                       Ağustos 2012, Amsterdam


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder