31 Ağustos 2017 Perşembe

AKAŞANLAR



 “Gene geldiler. Ben uyumak istiyorum. Ama rüyalarımı şey yapıyorlar.”
  Anmurse daldığı hayallerden hızla sıyrılmaya çalışarak toparlandı. İyice kaykıldığı divanda dik oturur duruma geçti.
Okuduğu kitap kapağı çiğnendiği için köşesinden azıcık dışa doğru kıvrılmış sağ yanında durmaktaydı.
   “Kaçırıyorlar.”
   Kumral bukleli, dizlerinin altına kadar uzanan eflatun gecelikli küçük kız oturma odasının kapısında durmuş ona bakmaktaydı. İri ela gözlü, çıplak ayaklı bir bebek etlenmiş kanlanmıştı sanki. Dört yaşındaki Sedef dünya bebek imalatçılarına model olmuş çocuklar sınıfındandı. Balık etli, parlak ve gergin tenli, anne beni sev, bütün dünya beni sevsin mesajında kalıplanmış bir çocuktu. 
  “Neyi..? Kimler geldi?”
  “Adları yok onların.”
   Anmurse ayağa kalkıp kızın yanına gitti. Bu arada işkil lambası iyice sönükleşmişti. Kızın yüzü korkulu değildi. Şikayet yüklü sesi uykuluydu. Bir rüya görmüş ve uyanmıştı herhalde.
Kendisi dün gece hemen hemen hiç uyumadığı için hafifçe uykuya dalmıştı. Kız geldiğinde o da bir rüya görmekteydi. Sahanlığı ve kapısı tanıdık gelmeyen bir dairenin kapısının önünde durmaktaydı. Parmağı zilin düğmesine dokunmak üzereydi. Kendine arkadan bakıyordu. Yüzünü merak etmekteydi. Eski sevgilisi lütfen başka bir yüzle gir içeri demişti. Kalp atışları hızlanmıştı. Ağzı kurumuştu. Korku? Heyecan? Ama niçin? Bir başka yüz takınmak... Bu artık mümkün olmayan şeyi denemek böylesine etkiler miydi? Kapalı duran televizyonun üstündeki saat onu dört geçmekteydi. Yirmi dakika, yarım saat kadar kadar kestirmiş olmalıydı.
  “Nasıl birileri peki?”
  “Başka başkalar. Çocuk değiller, anne değiller, baba değiller. anneanne değiller, kapıcı değiller, senin gibi büyük kız da değiller.”
   Anmurse o kapının önünde kararsız duran büyük kızın ısrarlı baskısını silmek istercesine gülümsedi. İkisi de aynı anda bir rüya görmüşler ve kısa süreliğine düzayak yaşamdan sıyrılmışlardı. Kız yatağına kendi de kitapta deniz kıyısındaki bir kentte 1968’de geçen korkulu hikayeye geri dönmeliydi.
  “Peki. Şimdi yatağa gidiyoruz.”
  Sedef başını salladı ve uysalca uzattığı eli tuttu. Birlikte holü yürüyüp kızın odasına girdiler. Anmurse’nin avucundaki tombul
el kalbini burkmaktaydı. İlk sevgilisine ömür boyu sahip olmak isteyen yanı gerçek yaşamlarının hemen dibinde seyreden paralel bir mecrada o adam için iki çocuğu doğuruvermişti bile. Esas yerde daha hazır değildi çocuk yapmak için. Yedi yıllık birliktelikten sonra çok bilinen bir sebepten ayrılmışlardı. Şartlar daha elverişli olsa sonsuza kadar sürerdi aşkımız diyen yanı eskisi kadar güçlü abanmıyordu kalbine. Bitmiş ilişkiden türeyen hayali bir gerçeklikte hâlâ beraberdiler ve çocuklarını büyütüyorlardı.
   ”Ordalar.”
   Kızın odası epey sade döşeliydi. Bir yatak, iki çekmeceli pembe komodin ve boş duran duvar boyunca iki sıra şeklinde dizilmiş bebekler, içi doldurulmuş ünlü çocuk karakterleri dizilmişti. Kapıdan girerken yatağın altının bomboş olduğu görülmekteydi. Öcülerin saklanabileceği hiçbir karanlık köşe, koca bir dolap ya da kuytu bir yatak altı mevcut değildi. Belki bu nedenle kız yatağının yaslandığı resimsiz, süssüz sade duvarı işaret etmekteydi.
  “Duvarda mı?”
  “Evleri orda.”
  Anmurse yüzünde ciddi bir ifadeyle sanki bir şeyler görebilecekmiş gibi hoş bir uçuk maviye boyalı duvara baktı. Rüyasında kapıda durduğu an zihninde birden canlandı ve söndü. Az kalsın küçük bir feryat koyuverecekti. Kadıköy’deki bir dairenin duvarının başka yerdeki bir dairenin kapısına açılıyormuş esini kendini sarsmıştı. Okuduğu korku dozlu roman yüzündendi. Boş duran evin sırrı  ve bodrumdaki  sarı gül desenli taşlardan sandığından fazla etkilenmişti anlaşılan. 
  “Sen onları görüyor musun?”
  Kız annelerinden süt emen kedi yavrularına bakıyormuş gibi bir hoşnutlukla duvara bakıp başını iki yana salladı.
  “Yoklar.”
  Anmurse elinde olmadan gidip duvara dokundu. Isısı, sertliği, yeni badanasıyla alelade bir duvardı.
  “Gitmişler.”
  “Yatalım artık.”
  “Olur.”
  Uykusu gözlerinden akan kızı yatağına yatırdı. Pikeyi örttü.
Bugün ücretli çocuk bakıcılığının ilk günüydü. Çocuk ağlayıp bağırsa ne yapacağını kestiremezdi belki. Çok eskiden, kendi de çocukken neredeyse bazen yeğenlerine baktığı olmuştu. Evde annesi, anneannesi, dedesi, yakınlarda yenge menge olduğundan şu andaki durumundan farklıydı.
  “Şimdi uyu. Hadi iyi geceler.”
  “Sana da.”
  Sedef’in gülümsemesi uyku tüneline vakümle geri çekilen bir nesne gibi biraz içbükeydi sanki. Hemen rüyalar alemine dalacağı açıktı. Işığı söndürdü ve kapıyı on santım kadar aralık bırakarak oturma odasına gitti. Kapıdan çıkmadan önce dönüp duvara dikkatle bakmasını not eden işkil merkezi hayatta en çok nelerden korkmaktayız adlı o ünlü siteyi açmıştı. Eli bıçaklı kapkaçtıcılar, karanlık köşelere sinmiş siluetler, ölümcül kazalar vb. Hayali yaşamları bile soğuran boz toplam.
  Kitabı divanın üstünde bıraktığı yerde karnında kıvır kıvır kelimelerden yapılmış minik korku vantilatörleri gelmesini bekliyordu. Televizyonda biraz geyik programı izlemek fikrine rağbet etmedi. Öyküye kaldığı yerden kolaylıkla giriverdi.
  Telefonun sesi kapının yüzeyini kırıştırmıştı. Saçma diyen iç mantığın uyarısı korkusu tarafından parazite uğratılmıştı. Gene o dairenin kapısının önünde dikilmekteydi. Kapı yüzeyi daha şiddetli titreşince irkilerek bir adım geri attı ve gözlerini hayatında ilk kez bulunduğu yabancı bir evin oturma odasına açtı. Rahat deri divanda uzanmaktaydı. Yanıbaşındaki telefon çalıyordu.
  Dün gece rüyalara bata çıka uyumayı deneyip sonunda pes etmiş, sabah ezanına bir koltukta düşüncelerle sarmaş dolmaş varmıştı. Uykusuzluğu rahat divanla iyi anlaşmıştı. Birbirlerini tamamlıyorlardı.
  Anmurse’nin yarı uyuşuk farkındalığı bodrumdaki sır, Sedef tehlikede, o kapının önünde gaybi bir iş var kızım çıkarsamalarını tek parçaya indirgemişti. Ayağa kalkıp kablosuz telefonu  kaptı ve terlikleri giymeye falan boş vererek alo alo diye bağırarak hole gitti, Sedef’in odasının aralık duran kapısından içeri bakarken hattaki şahsın konuşmaları bir çizgi romanda içi yazılmamış konuşma balonları kadar etkisiz kalmaktaydı. Duyuyor, ama beyni anlama dönüştürmüyordu. Kızın mışıl mışıl uyuduğunu farkedene kadar bu hali sürdü. Rahatlama aklının kapağını yerine oturtmuştu yeniden. Yalnız bu arada karşıdaki ses kesilmişti. Hat kapalı düdüğü çalmaktaydı.
   Geri döndü odanın ortasında durarak olan biteni kestirmeye çabaladı. O daire bir rüya yeriydi. Asla daha önce bulunmadığı bir mekândı. Ve eski sevgili iyice eprimiş bir sandıkta saklanan mezuniyet balosu tuvaleti, zaman geçtikçe kıvamını yitiren bir mutluluk kalıbı gibiydi. Yalıtılmışlık, uzaklaşılmışlık sinyalleri veren bir kalp ağrısıydı.
  Telefon tekrar çaldığında tuvalette küçük hacetini bitirmişti. Aynada yüzünü izliyordu.  Başka başkalar. Senin gibi büyük kız da değiller. Ufaklığın annesi Serpil hanım olabilirdi. Burada kitap okuyup kâbus yüklü düşler görmesi için saatine on YTL ödeyen kadını merak ettirmemek için hızla oturma odasına doğru seğirtti. Almacı kaptı. Az önceki erkek sesiydi.
  “Alo kimle görüşüyorum.”
  “Siz kimsiniz?”
  “Ben Ahmet Belner. Sedef’in babasıyım. Kızım… Kızımla biraz konuşmak… Siz kimsiniz? Serpil evde yok mu?”
  Anmurse telefonu kapattığında kendini azıcık suçlu hissetti. Sesinden birkaç kadeh rakı içtiği belli olan adamı Serpil hanımın bu konuda kesin bir komutu olmamasına rağmen otomatik olarak reddetmişti. Vakit çok geçti. Çocuk uykudaydı. Serpil hanım yoktu. Nerede miydi? Dışarı çıkmıştı. Gece geç geleceğini söylemişti.  Kendisi bakıcıydı. Adı? Bir adı vardı tabii ki, şu anda gereksizdi beyan etmesi. Konuyla alakalı değildi o yüzden.
   Hat kapanınca beynindeki endişeli alan yeniden genleşiverdi. Gidip kapının ağzından mışıl mışıl uyuyan Sedef’e baktı. Gözünü bir türlü duvardan ayıramıyordu. Gitmişler.   
  Sezgileri cayır cayır oturma odasına döndü. Hayatında yaptığı ilk ücretli çocuk bakıcılığı bayağı garip geçmekteydi. Saat gece yarısına geliyordu. Serpil hanım iki de falan demişti. 50 sayfa kitap ve belki yine o daire kapısının önünde durma vardiyası yani. Bir de buraya saat akşam yedide geldiği düşünülürse en az yetmiş liralık bir ücret alacaktı. Mastırı bitirdikten sonra bulduğu bazı işleri beğenmeyip reddettiği için annesi bu işle üniversite mezunları için zamlı tarife veriyorlar anlaşılan şeklinde dalgasını geçmişti. Dalga malga bir yana ücret ehvendi.
  İçini çekerek divanın üstündeki kitaba baktı. Çok heyecanlı bir yerinde kalmıştı. Kısa bir tereddütten sonra zamanı hızla koşuşturacak olan kelimelere terk etti hayal patenlerini.
  Serpil hanım üçü dört geçe geldiğinde tek bir kez bile o kapının önünde dikilmemişti. Altı yüz on sayfalık kitabın bitmesine yirmi sayfa kalmıştı. Eve gidince ilk iş olarak ne yapacağı şimdiden belliydi.
  Anmurse gidip kapının ardındaki zinciri çözdü ve sürgüyü boşa aldı.
  “Nasıl geçti?”
  “İyi. Sekiz buçukta yatırdım. Onda uyandı. Korkmuştu sanırım biraz. Çok değil ama. Yatırınca hemen uyudu.”
  “Gel seni evine bırakayım.”
  Anmurse içini çekerek başını salladı ve cep telefonunu aldı. Kitabıyla birlikte erguvan deriden yapılma çantasına  koydu. 
Kadın kot pantolonun üzerine kendine yakışan menekşe renkli bir dik yaka kazak ve siyah kadifeden kısa ceket giymişti. Uzunca boylu ince yapılı bir kadındı. Çocuğu andıran erken kırışmış bir yüze sahipti. Serpil içkici bir koca, sayısız sinir bozucu toplantı ve çok fazla kahve sigara hariç demişti Anmurse kızın ona çok benzediğini söylediğinde. Açık sözlü, ne istediğini bilen kadını hemen sevmişti. Aralarında Karşılıklı özenme mevcuttu. Kadın onun gençliğine, o da kadının mesleğindeki başarısına, kendine güvenine özenmekteydi.
  Kadın çocuğun odasına girerken Anmurse ceketini giydi. Evi beş yüz metre mesafedeydi, ama gecenin bu saatinde tek başına yürümesi mümkün değildi. Kadıköy çocukluğundaki semt değildi artık. Çok değişmişti.
  “Sedef. Sedef nerde?”
  Anmurse kadının yüzündeki kedi sırtı gibi kabarmağa teşne korkulu şaşkınlığı ve boş yatağı gördüğünde deli gibi koşup yumruklarını duvara vurma isteğinin şiddetini asla unutamayacaktı.
  Birkaç dakika sonra geldikleri aşama daha da feciydi. Çocuk evin hiçbir köşesinde mevcut değildi.
*
  Anmurse Bağdat caddesinde taksiden indi. Paranın üstünü dalgınca alıp çantasına tıktı.  Taksi hareket edip yoğun trafiğe karışırken içinde oturduğunu, buraya asla gelmediğini, o Allahın belası dairenin İbni Sina sokağında olduğunu keşfedemediğini hayal etti. Hemen ilerisindeki trafik lambası  yeşil yanınca elinde olmadan içini çekti. Lamba yeşil yerine evine dön kızım yansa ne iyi olurdu diye düşündü. Kadıköy tarafına bakarken gözleri dolmuşlu yeniden. Ev yönünde üç kırmızı lamba yanmaktaydı artık. Sedef bir buçuk gündür kayıplardaydı. Küçük kız bulunmazsa bu yeryüzünde evi mevi olmazdı artık.
  Deterjan süper marketinin ön cephesine kocaman bir ucuzluk pankartı asılmıştı. Orada Anmurse evine dönsün, Sedef elma deyince çıkacak yazılarını arayan yanını kapatıp sokağa daldı.
Bakkalı, pideciyi, baharatçıyı, telefoncuyu, taksi durağını yarı hayal durumunda geçti. Dışarıyı algılaması normaldi, ama zihnini yönlendiren diğer düşüncelerinin baskısı müthişti. Ona bu sabah ikinci uykusuz geceden sonra divanda uyuklaması sırasında dairenin bulunduğu apartmanın ön cephesini ve daha önce birkaç kez geçtiği bu sokağı tanıması için tüneli gösteren düşünce yumağı tiftik tiftikti. Önce tüneli sonra da  apartmanın ön cephesi ve zildeki etiket gösterilmişti. Ona ait olmayan bir yapıştırma. Başka zihinden kesilerek eklenmiş gibi duran bir filmcik. Böylece artık buraya gelmemesi imkânsız olmuştu.
  Üstünden tren geçen tünelin içinden geçerken ileride bir dilenci kadının oturduğunu gördü.
  “Allah rızası için kızım.”
  Kadın durumunu bilse ne yapardı acaba. Allah rızası için Sedef sadakası vermeye gidiyordu. Lamı cimi yoktu. Böyleydi. Birinci taksidi polis sorgulamasında, karakoldaki resmi ifade vermede, genç kadınlara düşkün Ahmet Belner’in çocuk kaçırma eyleminde suç ortağı olup olmadığı araştırılırkenki saatlerde, Serpil hanımın biricik kızını geri vermesi için hiddetli yalvarışlarında ve ailesinin yüzlerindeki sana inanıyoruz, ama çocuk da buharlaşıp uçmadı ya şüphesi sinmiş bakışlarıyla ödemişti. Bu birdi. Binde bir. 999 az ileride duran bir apartmanın yedinci katının on beş numaralı dairesinde ödenecekti.
  İyi ki son anda kafası çalışmıştı da sabık sevgilisini aramamıştı. Onun yüzündeki kuşkulu bakışlara dayanamazdı. Çocuklar öyle kendi kendine sırra kadem basmazlardı. Eninde sonunda ondan kuşkulanmamaları imkânsızdı. Allahtan Ahmet Belner içkinin tesiriyle çelişkili ifadelerde bulunmuş ve hiddetli çıkışlar yaparak, biricik çocuklarını kaybettirdiği için karısına söverek şüphelerin ciddi bir kısmını üzerine çekmişti. Yoksa şimdi nezarethanede olurdu. Bu anlamlı raslantı ve yolu gösteren rüya ona bir seçim şansı tanımıştı. Ömrünün sonuna kadar manevi faizi nedeniyle hiç azalmayacak 999’u taksit taksit ödemek ya da şimdi buraya gelip... Buraya gelip kaderinin bu virajıyla yüzleşmekti.
  Tünelden çıkınca farkında olmadan adımlarını hızlandırdı. Vazgeçip aşağı doğru koşacağından korkmaya başlamıştı. İşin içinde çocuğu ona belli etmeden kaçıran, kapının arkasındaki sürgüyü süren ve zinciri de takan bir tekniğe sahip mafyatik kimseler  olsaydı bu kadar korkmazdı. Polise bu adresi verir olacakları beklerdi. Durum öyle değildi. Zihnini idare edebilen birileri vardı. Beyin yıkama, şizofreni falan da değildi. Nasıl emin olabilirsin diyen yanının sesi ölgün çıkmaktaydı. İçin için her adımının kendisini Kadıköy’deki bir evde kaybolmuş küçük Sedef’e yaklaştırdığını bilmekteydi. Kızın iyi durumda olduğunu da. Bu sevinç verici bilgi içini yeterince ferahlatamıyordu. Çünkü
O ana kadar alt bilinçle, uzaklardaki bir dev yıldızın sönük parıltısı gibi sezdiği muazzam bir düzeneğin göbeğine yaklaşmaktaydı. Ve artık geri dönüş yoktu.
  Ahenk apartmanının önünde durup dış kapıya baktı. Camın arkasında tanıdık bir yüz görmeyi bekleyen yanı içini ürpertti. Tanıdıklık aidiyet demekti. O bu şeylere ait olmak istemiyordu. Hafifçe titreyen eliyle bahçe kapısını araladı, güller ve papatyalar ekilmiş küçük bahçeyi geçerek siyaha boyalı dış kapının önüne geldi. Zillerin olduğu yere baktı. On beşinci dairenin zil etiketinin koruyucu plastik muhafazası sökülmüş ya da düşmüştü. Birisi ince uçlu mor renkli bir tükenmezle  ..murse yazmıştı. İlk harfler nemden yayıldığından okunmaz durumdaydı. Kartondaki kabarıklıklar ve hafif sararma bile aynı rüyasında gördüğü gibiydi. Parmağı zilin düğmesine uzanırken kapının hafifçe aralık durduğunu farketti. Birilerinin gelerek bu apartmana çocuk hırsızlarının girmesi yasaktır demesini bekleyen yanına acıyarak şaşmaktaydı. Bu randevuyu engelleyebilecek bir güç en azından bu yakınlarda mevcut değildi.
  Asansör yükselirken aynaya sırtını döndü. Yansıtıcı parlak yüzeylerin gözlerinde hâlâ asılı duran kaç git niyetini azdırarak cesaretini kırabileceğinden korkuyordu.
  İşte o ünlü dairenin kapısının önündeydi şimdi. Sedef’e çok yakındı. Hissediyordu. Tereddütü kısa sürdü. Artık titremeyen sağ eliyle kapıyı iterken içinden hızla üç kez besmele çekti.
  Daire boştu. Eşyasızlığın ferahlık verici bir yanı vardı. Çünkü döşenmişlik oturanın kişiliğini, zevkini ve gücünü falan belli ederdi. Bunu bir anda görmeye talip değildi. Ekim başı, güneşli bir öğle üzerinin umut verici titremli ışınımı hakimdi içeride. Yükseltili bir bölümü olan büyük oturma odasına doğru yürüdü. Holde bir zamanlar büyük bir ayna olduğu, bu aynada kendine ait mahrem görüntüler bulunduğu gibi tuhaf düşünceler oyunbaz serçelercesine zihnine üşüşüp gittiler.
   “Şimdi ne olacak?”
   “İlinti noktası burası.”
   Anmurse sandığından daha az irkildiğini ve birini görmek için çevresine bakınmadığını farkedecek durumda değildi. Yavaş çekimle girdiği dalınç hali katmerlenmekteydi.
   “Otur.”
   İlinti noktası sözcüğü anlayışına cuk gibi oturmuştu. Yoksa burada ne işi vardı.
   “Mutfakta.”
   Tekrar hole çıktı. Soldaki ilk bölme mutfaktı. Eski ve üzerinde uçuk yeşil boya lekeleri olan bir sandalye hariç bomboştu. Evyenin kuruluğuna bakılırsa daire uzunca bir zamandır kapalıydı.
   “Sandalyeyi al ve yatak odasına git.”
   Zihninin uyarlanmasıyla itiraz çapakları iyice törpülenmişti.  Az öncesine kadarki, endişeleri, korkusu, kaçma isteği üç beş yıl önce makinede yıkanırken bütün çamaşırları boyamış kırmızı bir kazağın anısı kadar etkindi artık. Elinde sandalye on metre boyundaki holün sonuna yürüdü. Sağında banyo, solda küçük iki oda, bitiminde kapısı ardına kadar açık bir oda vardı. Oraya gelince aradığı yerin sağındaki içinde ikinci bir tuvalet ve banyo olan oda olduğunu anladı. Uçuk sarı badanalı odaya girince yeniden anıları canlandı. Reja vu diye düşündü. Gelecekte bu odada bulunacağım. Bir yatak odasında. Aynanın bildiği sırları yaşayacağım. Bir erkekle. İlk sevgilim. İlk evimiz. İlk çocuğumuza hamile olacağım. O değil. O olsun. O değil. O olsun. Kes papatya falını, o değil. Diğeriyle.
  Sandalyeyi yere koyunca gelecekten ekolanan anıları şak diye sonlanıverdi. Yüzünü kapının karşısındaki duvara dönmüştü. Sol tarafındaki büyükçe pencereden görünen dış dünya ilgisini çekmez olmuştu. Binalar, ağaçlar, mavi gökyüzü hepsi bir çocuk kitabına ait şekillerdi sanki. Gerçek yaşam barındırmıyor gibilerdi.  İki gün öncesine kadar sık sık düşündüğü ve endişelendiği rayından çıkmakta olan Orta Doğu, ülke içi politik çalkantılar, siyasi cinayetler, uzun süreli işsizlik beklentisi, iklim değişiklikleri, kutuplarda eriyen buzullar cinsinden hayati konular falan uçuşup gitmişlerdi. Duvarlarla ilgili bir şey hatırlamıştı. Çocukken yattığı her yerde yüzü duvara dönük uyumayı severdi. Büyüdüğünde de tutkuyla sürdürdüğü bir alışkanlığıydı. Anmurse duvarsız yapamazdı.
  Duvarda mı?
  Evleri orda.
  “Dinliyorum.”
   “Ben senim. Akaşanınım.”
  “Sedef’i siz mi kaçırdınız?”
  “Biz asla çocuk kaçırmayız. Bazen… Bazen Sevegenler zaman ayarını tutturamazlar… Ve… çok nadir olur bu?”
  “Çocuğa bir şey mi oldu yoksa?”
  “Anmurse sesini öyle yükseltme lütfen. Kapıcı ya da karşı daireden biri sesini duyup gelebilir. İç hatlarla konuşmayı dene benle. Çocukken annenle yaptığın gibi.”
  Anmurse’nin yüzeydeki hâlâ diri hayvan yanı korkusunu güçlükle bastırabilir haldeydi.  Çocuğa mocuğa boşverip ardına bakmadan kaçmak istiyordu. Bir diğer yanı da daha fazla şey duymadan çocuğu bulup gitmek istiyordu. Daha derinde olan küçük, ama kara bir gülle gibi ağır bir merkezi bölge bilmek istiyordu. Bilmek ve yanmak aşkıyla fıkır fıkırdı. O tarafın baskısıyla içinden bir cümle kurdu ve zihniyle iktirmeye çalıştı.
On on iki yaşına kadar annesiyle zaman zaman böyle anlaşırlardı hakikaten. Sonra büyüdükçe yavaşça uzaklaşan bir meleke olmuştu. Hormonların işi demişti sevgilisi bir kez anlattığında.
  “Çocuk iyi mi?”
  “Evet. Yalnız aynı zamanda sesli tekrar etme dediğini.”
  Anmurse ikinci cümleyi iktirdi. Sol eliyle ağzını örtmüştü bu defa.
  “Nerede?”
  “Yakında. Önce bilmen gerekenler var. Soru sor.”
  “Kimsin sen?”
  “Senim dediğim gibi. Sen’inin bir parçasıyım. Birlikte doğduk büyüdük ve zamanı gelince gene birlikte değişeceğiz.”
  “Nedir bu Akaşanım? Akaşan yani.”
  “Akaşa nedir biliyorsun?”
  “Evet. Evrenin hard diski. Neydi Levh-i şey. Levh-i birşey.”
  “Levh-i Mahvuz. İyi dedin. Evrenimizin belleği tektir. Ben ana bellek kayıt birimiyim.”
  Anmurse sağ ve sol yanlarımızda günah ve sevap yazan  melekleri düşündü.
  “Melek değilim.“
  “Bilincin var ama. Bilgisayarımın kara cahil hard diski gibi değilsin.”
  “Tabii ki. Yoksa senin bilincinin geçirdiği deneyimleri ve mertebeleri nasıl kaydedebilirim.”
  “Bütün evren mi? Her şeyi mi kaydediyorsunuz?”
  “Evet. Ben bilinç kayıt biriyimiyim. O yüzden kendi varlığımın bilincindeyim. Bilincinin dökümünü tutarım.”
  “Herkesin ayrı ayrı akaşanları mı var yani?”
  “Evet. Bilinç taşıyan her canlının ayrı bir Akaşanı vardır. Beraber doğarlar ve beraber göçerler. Bir Akaşan bir insanın astral ikizi gibidir.
  Anmurse itirazsız, tereddütsüz inanmaktaydı içine doğan sözcüklere.  Kıvamlı bir sıvı gibi bilinç kabını doldurmaktaydı.
Bilgisayarlar icat edileli altmış yetmiş yıl geçmişti ve daha şimdiden Amerikalılar dünyadaki maillerin önemli bir kısmını gereğinde incelemek üzere depolayabilmekteydiler. Evrenin yaratıcısı niye yapamasındı. Evren tanrının bilgisayar oyunudur demekteydi çocuk bakarken okuduğu kitabın yazarı bir yerde.
  Başka başkalar. Çocuk değiller, anne değiller, baba değiller. anneanne değiller, kapıcı değiller, senin gibi büyük kız da değiller.
  “Sedef sizleri görebiliyor muydu?”
  Anmurse’nin çocukla ilgili soruyu geçmiş zamanda sormasını uğursuz bulan yanı tusunami dalgası gibi kabaran merakının iyice ardında kalmıştı.
  “Normalde çocuklar bizleri daha fazla hissederler, ama göremezler. Sevegenler yüzünden bazı algı kapıları açılır ve tabii işte bazı... Böyle durumlar meydana gelir.”
  “Sevegenler ne peki?”
  “Teknik arızalar nedeniyle bazen Akaşanlar ölen kimseyle birlikte boyut değiştiremezler. Burada kalırlar. Genellikle duvarların içinde barınırlar. Bunlar yeniden bir beden arayan arızalı yapılardır. Zararsızdırlar. İnsanlık tarihindeki bütün hortlak vakalarının, içe şeytan girmelerin, kaynaksız gibi algılanan seslerin  ve insanların gördüğü bazı kâbusların müsebbibidirler. Bunların bir huyları daha vardır. Kendilerini sezebilen küçük çocukları çok severler.”
  “Bu yüzden mi adları sevegen?”
  “Evet. Hiçbiri kötü niyetli ve saldırgan değildir. İstemeden sizin başınıza gelen gibi bir kazaya neden olabilirler.”
  “Nasıl oldu bu kaza?”
  “Küçük çocuklar uykuya dalıp astral bedenleri serbestleyince bunları duvarın içine çekerek birkaç saatliğine de olsa sanal bir beden elde ederler. Bu işlem çocuklara bir zarar vermez. Rüya hareketliliğini artırır sadece. Sonra her şey normale döner. Bazen... Çok nadiren astral beden geri dönemez. Zaman kasılmaları yüzünden. Bu durumda Sevegenler o şahsın hayatını tehlikeye atmamak için katı bedenin molekül yapısını gevşetip duvarın içine çekerler. Bunlar ortalama beş on dakika sürer. Sonra beden eski haliyle yerine iade edilir. Çocuk dahil kimsenin bir şeyden haberi olmaz. Çocuk zaten küçüktür. Bazı gariplikleri ne olup bittiğini anlamadığı bir rüyaya yorar.”
  “Sedef’e ne oldu peki?”
  “Daha da nadiren bu astral yolculuğu engelleyen lokal manyetik fırtınalar, zaman krampları uzun sürer. Bedeni geriye vermek için beklemek gerekir. Çocuk bilinci kısık durumda tutulur.”
  “Yani Sedef?”
  “Evet. O merakla elinizi sürdüğünüz duvarın içinde.”
  “Ne zaman dışarı çıkacak?”
  “Bu iş için bir aracı gerekir.”
  “Nasıl yani?”
  “Neden şu anda burada olduğunuzu düşünüyorsunuz?”
  “Aracı ben miyim?”
  Anmurse’nin uyuşmaya yüz tutmakta olan korkuları dirilmek için depreşmekteydiler. Tuzağa mı düşmüştü yoksa. Kitabı okurken daldığı rüyada bu dairenin dış kapısını görmüştü.
  “İzah edin lütfen.”
  “Worm hole, kurt deliği yani, ne olduğunu biliyorsunuz değil mi?”
  “Ne alakası var?”
  “Büyük ölçekte olan küçük ölçeğin de aynasıdır. Zerre ve kül aynı şeydir. Uzayda yüzlerce ışık yılı uzaklıktaki iki nokta arasında arayı çabucak geçebileceğimiz köprüler vardır. Bunlara kurt deliği deniyor. Delik yerine tünel dense daha iyi. İşte böyle bir tünel az sonra Kadıköy’deki evle burası arasında kurulacak. O zaman eldeki kayıtlara dayanarak yakın geçmişe müdahale edebiliriz.”    
  “Zamanda geri mi kayacağız?”
  “Kayma değil, emilme daha çok.”
  “Evvelsi akşama mı yani?”
  “Serpil hanım gelmeden iki üç saat önceye. O ikinci kez uyukladığınız anlara. Ve de...”
  “Ve de ne?”
  “Artık konuşmaya zaman kalmadı. Hemen başlamamız lazım. Gözleriniz yumun ve Sedef’in yatak odasını düşünün.”
  Anmurse Akaşanının ağzında gevelediği şeyi tam olarak anlayamadığı için telaşlanmaya başlamıştı.
  “Bir dakika tam anlamadım.”
  “Lütfen Anmurse, zaman yok, Sedef aşkına kendini topla ve o odayı düşün.”
  Anmurse kızı kurtarma imkânı bulduğu için şükrettiğine
şaşarak kendini konsantre etti ve o Allahın belası duvara dokunduğu lanet anı düşünmeye başladı. Nasıldı ısısı, sertliği
Ve kokusu? Olmayacak diyen bir yan parazit yapmaya başlamıştı. Buradan kös kös çıkıp eve kendisine giderek artan şüpheyle bakanların yanına dönecekti. Hangisi daha berbattı? Hangisi? Bilen var mı?

*
  Kendini o evde bulunca hayreti sessiz bir çığlık koyuverdi. Sağ elinin işaret parmağı duvara değmekteydi. Akşamdı. Odanın ışığı, ısısı, evin sessizliği falan hepsi aynıydı. Tek fark Sedef yoktu.
  “Bedenim nerde?”
  “Burada.”
  “Beni klonladınız mı yoksa?”
  “Yok canım. Farkıdalığınız tıpatıp aynı değil mi? Feneryolu’ndan buraya geçtiniz. Divanda uyuyan kız yok. Tek ve biriciksiniz.”
  Anmurse çok heyecanlanmıştı. Kalbi yerinden sökülüp başı kesilmiş tavuk gibi odanın içinde tur atacak hissine kapılmıştı.
  “Şimdi ne olacak?”
  “Sevegen sizi yanına alacak, kızı yatağına yatıracak.”
  Anmurse artık Sedef’in sağ sağlim geri döneceğine sevinemez durumdaydı.
  “Buna... bunu kabul edemem. Aaa, hayır... Özür dilerim, ama yapamam.”
  “Ben de çok özür dilerim, ama artık fikir değiştirmeniz için çok geç. Değiş tokuş işi başladı bile.”
  Anmurse korkuyla duvardan bir adım geri çekildi ve ellerine baktı. Bildiği tanıdığı etle, deriyle kaplıydılar çok şükür.
  “Molekül yapınız çözülmeye başladı.”
  “Durdurun lütfen. Ben buna dayanamam. Başka… başka bir yöntem…”
  “Çok geç Anmurse, çok geç.”
  Anmurse odadan kaçmak isteyen niyetine itaat etmeyen sinir ve kas sistemini farkederek sessiz çığlıklarından birini salıverdi.
Elleri hâla ele benziyordu, ama değişikliği de farkındaydı. Bir şey karnından başlayarak kendisini dev bir balona dönüştürmek peşindeydi sanki. Acı duymuyordu. Duvara baktı. Bir fark yoktu. Duvar gibiydi. Hep öyle duvar gibi kal. Bozma kendini ne olur.
  “Korkmayın. Korku sizi olumsuz etkiler. Sevegenler zararsızdırlar.”
  “Söylemesi kolay.”
  “Yapması da öyle. Kendinizi sakinleştirin lütfen.”
  “Nerede şimdi.”
  “Çok yakınsınız.”
  Anmurse neden bayılıp bu dehşet pistinden çıkamadığına hayıflanmaktaydı. Bayılsa ve küçük kız yataktayken ayılsa. Bu mümkün değildi artık. Ayılsa ayılsa kendine şüpheyle bakan yakınlarının yanında ayılacaktı. Odada ışık, perspektif yapı ve eşyanın formu bozulmaya başlamıştı. Odanın bir şeyi yoktu. Çarpılan kendi bünyesiydi.
  “Nerdeler?”
  “Çok yakınsınız. Unutmayın Sevegenler tamamiyle zararsızdırlar. Sadece biraz, sizin onu algılamanız... Kaçınılmaz olarak insancı bakışla olacağı için biraz farklı görünecekler.”
  “Sizden ne farkı var?”
  “Biz insanlar için çok hızlı ve asla seçilemeziz. Formsuz ve şekilsizizdir. Sevegenler öyle değildir. Azıcık yapı bozumuna uğramışlardır. Bu nedenle...”
  “Ne kadar sürecek?”
  “Dünya saatiyle iki saat yirmi dört dakika sürecek. Anne gelmeden dört dakika önce serbest kalacaksınız. Çocuk uyuyor olacak ve bir şey hissetmeyecek.”
  “Göreceli zaman mı yoksa?”
  “Biraz, çok değil. Merak etmeyin. Acıkma, susama falan sadece düşüncenizde var olacak. Korku, tiksinme de. Sadece düşüncede... Onun için bu olayın izi belli belirsiz olacak. Eğer korkunuzu yenerseniz rüya gibi gelip geçecek. Belleğiniz algıladığınız şeylerin pek az kısmını hatırlayabilecek. Eğer direnir dehşet yoğunlaştırırsanız sonradan küçük de olsa travma kalabilir. Tekrarlayan kâbuslara dönüşebilir.”
  “Çok mu korkunçlar?”
  “İnsani bakış yanılsaması olarak sadece.”
  “Sen benim Akaşanımsın. Doğru söyleyin lütfen.”
  “Kelimeler yetersiz. Dediklerimi unutma Anmurse. 999 taksiti ver ve bir kerede kurtul.”
  “Soruma karşılık vermedin. Cevap ver bana, cevap.”
  Anmurse çözülen gözleriyle duvarın içindeki şeyi gördüğünde titreyecek, yere yığılabilecek vücudu yoktu, ama farkındalığı çok ciddi etkilenmişti. Sedef’in tekrar yatağında yattığını görmesi bile içini bir nebze soğutamamaktaydı. Kendisi duvara yapışmış durumdaydı neredeyse. Otuz kırk santim kalınlığındaki duvar bir futbol stadyumu gibi genişlemişti. Bu nedenle gördüğü şeyin gerçek ölçülerini kestirmesi mümkün değildi. Mekânı doldurma şekli izah edilemez oynaklıktaydı. Uzun, upuzun bir çekirdek beden vardı. Geri kalan bütün hacim bu bedenden türeyen kollar, ışık huzmeleri, balgamlı, ağdalı, titrek dallanmalar, uzayan, sünen, yanan sönen, yapı bozuma uğrayıp ortadan silinen ve ansızın beliren sayısız öğeleri, mağaracıkları, titrek çatallı kollarıyla inanılmaz bir hareketlilik içersindeydi.
  Ağzından ses çıkıp çıkmadığını bilmiyordu, ama içinden deli gibi Allaha yalvarmaktaydı. Düşünceleri yaradılanı yaratandan ötürü sevmeli sözcüğünü tespihlemekteydi.
  Büyük kız sezgilerinin zembereğini kıran, duygularını taşıma sınırına toslatan ve paniği düşünce formunda bile olsa harıl harıl harlatan bir yapıyı solumaktan perişandı.  Aklının bir yanı bu gördüklerinin algılamasının sadece birinci bölümü olduğunu bilmekteydi. En korkuncu da gördüğü her şeyin kendisini algılayan, keyifle seyreden, sarmalayan birimler olduğunu düşünmekti. Sevegenler, Akaşanlar gibi tamamı algı olan yaratıklardı.  Daha iyice görmeye başlamamıştı bu nedenle. Bu reklam programıydı. Yavaş yavaş bütün katları daha derinliğine görecek ve her hücresine yıvışacak olan dehşeti gıdım gıdım deneyimleyecekti. 32 kısım tekmili birden olaraktan.
*
  Anmurse kapının sürgüsünü çekti ve zinciri boşa aldı. Serpil hanım uzun ince yapısıyla biraz sarımsı apartman ışığında bir an irkilmesine neden olmuştu.
  “Benim.”
  Anmurse kadın kapıyı çaldığında kitap göbeğinde divanda uyuklamaktaydı. Garip bir düşe tutunmuştu. Ancak böyle izah edebilmekteydi şimdi bulunduğu ruh halini. Gördüğü şeyi hatırlamıyordu. Keyife bulanmış ya da kösnültüyle talklanmış bir rüya değildi. Korkunçtu belki, ama üzerinde yarattığı etki iyice hafiflemişti. Sanki izlenimi aylarca geride kalmış bir kâbustan arta kalanlardı.
  “Biraz dalmışım. Kitap okurken. Zil çalınca yerimden fırladım.”
   Siyah bir kot pantolonun üzerine menekşe renkli bir dik yaka kazak ve siyah kadifeden kısa ceket giymiş kadın anlayışla tebessüm etti.
   “Nasıl geçti?”
  “Sedef’i sekiz buçukta yatırdım. Onda uyandı. Korkmuştu sanırım biraz. Çok değil ama. Yatırınca hemen uyudu.”
  “İyi.”
  Kadın defalarca tazelenmiş parfüm ve sigara kokuları saçarak içeri girince kapıyı kapatıp alışkanlıkla sürgüyü sürdü.
   “Birazdan seni evine bırakırım.”
  Kadın çocuğun odasına giderken Anmurse önce arkasından gitti, ama sonra durakladı. Belleğinde garip bir hareketlenme vardı. Taze olmuş bir şeyleri unuttun, o odaya ayak basma  diyen cılız kıpırtılar hissediyordu. Okuduğu kitaptan etkilendiği açıktı. Ayakları harekete geçti ve oturma odasına giderek eşyalarını topladı. Cep telefonunu ve Yatır adlı kitabı çantasına yerleştirdi. Kısa sarı montunu giydi.
  Kadın çocuğun odasından çıktığında yüzünde işlerin ters gittiğini belirten bir şeyler görmeyi uman yanı miadı dolmuş bir lamba gibi yandı ve mor bir ışık saçarak ebediyen söndü gitti.
  Kadın odada hazırladığı ikiye kıvrılmış bir ellilik ve üç onluğu uzatınca biraz utanarak alıp saymadan fermuarı açık duran çantasına atıverdi.
  “Teşekkür ederim.”
  “Ben de. Bir tuvalete gideyim.”
  “Tamam.”
  Anmurse Serpil hanımı sevmişti. Kişiliği güçlü, dürüst, sevecen ve eli açıktı.
  Birden bozuk sandığı lamba ışıyınca Anmurse boş hole hafif bir çığlık yolladı. Nasıl da unutmuştu. Sedef’in babası aramıştı. Gözünün önünde bir adam belirmişti. Fotoğrafını ya da kendisini görmediği birini nasıl hatırlardı. Tuhaf bir şeydi. Bayağı canlı ve gerçek bir bilgi gibiydi beyninde.
  “Ahmet bey aradı bir ara.”
  Tuvaletin kapısını örten kadının yorgun yüzü merakla dirilivermişti.
  “Sedef’le konuşmak istedi. Çocuk uyuyor dedim. Israr edince, Sedef’i uyandırdım. Beş on dakika konuştular. Kızın çok hoşuna gitti. Sonra yatınca hemen uykuya daldı.”
  Kadın kararsız bir ifadeyle başını salladı. Anmurse kadının çok hoşuna gitti sözlerine rağmen bir daha öyle yapma ya da bunu kınayan bir şey demesini boşuna bekledi.  Onun yerine içini çekti ve “Haydi seni eve bırakayım.” Dedi.
  Kadınla basamakları inerlerken Anmurse’nin beyni yine hızlanmak istediyse de bir güç açıkça engelledi. Kız bir şeyi daha derinden hissetmişti. Déjà vu. Bu basamakları inşallah son defa inmekteydi. Ne ücretin cazipliği, ne ufaklığın şirinliği, ne de kadına duyduğu sempati onu bir daha buraya geri getiremezdi. Yukarıda belleğinden sökülen bir şey onu beklemekteydi. O şey neyse hatırlamak istemiyordu. Ahmet beyin bir fotoğrafı var mı diye sormak istemiyordu. Rüyasında kapısının önünde durduğu, boş ve eşyasız olarak gördüğü dairenin yerini de merak etmiyordu. Bunları yaparsa bu gece bu basamakları kaç kez indiğini de sorgulamaya başlayabilirdi.
   Düşlere dala çıka çocuk bakıcılığı görevini tamamlamıştı. Bu kadarını bilmesi yeterliydi.
  Bilmek her şey değildi.
                                                       Amsterdam  2007


                          --------------------



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder