“Gene geldiler. Ben uyumak istiyorum. Ama
rüyalarımı şey yapıyorlar.”
Anmurse daldığı hayallerden hızla sıyrılmaya
çalışarak toparlandı. İyice kaykıldığı divanda dik oturur duruma geçti.
Okuduğu
kitap kapağı çiğnendiği için köşesinden azıcık dışa doğru kıvrılmış sağ yanında
durmaktaydı.
“Kaçırıyorlar.”
Kumral bukleli, dizlerinin altına kadar
uzanan eflatun gecelikli küçük kız oturma odasının kapısında durmuş ona
bakmaktaydı. İri ela gözlü, çıplak ayaklı bir bebek etlenmiş kanlanmıştı sanki.
Dört yaşındaki Sedef dünya bebek imalatçılarına model olmuş çocuklar
sınıfındandı. Balık etli, parlak ve gergin tenli, anne beni sev, bütün dünya
beni sevsin mesajında kalıplanmış bir çocuktu.
“Neyi..? Kimler geldi?”
“Adları yok onların.”
Anmurse ayağa kalkıp kızın yanına gitti. Bu
arada işkil lambası iyice sönükleşmişti. Kızın yüzü korkulu değildi. Şikayet
yüklü sesi uykuluydu. Bir rüya görmüş ve uyanmıştı herhalde.
Kendisi
dün gece hemen hemen hiç uyumadığı için hafifçe uykuya dalmıştı. Kız geldiğinde
o da bir rüya görmekteydi. Sahanlığı ve kapısı tanıdık gelmeyen bir dairenin
kapısının önünde durmaktaydı. Parmağı zilin düğmesine dokunmak üzereydi.
Kendine arkadan bakıyordu. Yüzünü merak etmekteydi. Eski sevgilisi lütfen başka
bir yüzle gir içeri demişti. Kalp atışları hızlanmıştı. Ağzı kurumuştu. Korku?
Heyecan? Ama niçin? Bir başka yüz takınmak... Bu artık mümkün olmayan şeyi
denemek böylesine etkiler miydi? Kapalı duran televizyonun üstündeki saat onu
dört geçmekteydi. Yirmi dakika, yarım saat kadar kadar kestirmiş olmalıydı.
“Nasıl birileri peki?”
“Başka başkalar. Çocuk değiller, anne
değiller, baba değiller. anneanne değiller, kapıcı değiller, senin gibi büyük
kız da değiller.”
Anmurse o kapının önünde kararsız duran büyük
kızın ısrarlı baskısını silmek istercesine gülümsedi. İkisi de aynı anda bir
rüya görmüşler ve kısa süreliğine düzayak yaşamdan sıyrılmışlardı. Kız yatağına
kendi de kitapta deniz kıyısındaki bir kentte 1968’de geçen korkulu hikayeye
geri dönmeliydi.
“Peki. Şimdi yatağa gidiyoruz.”
Sedef başını salladı ve uysalca uzattığı eli
tuttu. Birlikte holü yürüyüp kızın odasına girdiler. Anmurse’nin avucundaki
tombul
el
kalbini burkmaktaydı. İlk sevgilisine ömür boyu sahip olmak isteyen yanı gerçek
yaşamlarının hemen dibinde seyreden paralel bir mecrada o adam için iki çocuğu
doğuruvermişti bile. Esas yerde daha hazır değildi çocuk yapmak için. Yedi
yıllık birliktelikten sonra çok bilinen bir sebepten ayrılmışlardı. Şartlar
daha elverişli olsa sonsuza kadar sürerdi aşkımız diyen yanı eskisi kadar güçlü
abanmıyordu kalbine. Bitmiş ilişkiden türeyen hayali bir gerçeklikte hâlâ
beraberdiler ve çocuklarını büyütüyorlardı.
”Ordalar.”
Kızın odası epey sade döşeliydi. Bir yatak,
iki çekmeceli pembe komodin ve boş duran duvar boyunca iki sıra şeklinde
dizilmiş bebekler, içi doldurulmuş ünlü çocuk karakterleri dizilmişti. Kapıdan
girerken yatağın altının bomboş olduğu görülmekteydi. Öcülerin saklanabileceği
hiçbir karanlık köşe, koca bir dolap ya da kuytu bir yatak altı mevcut değildi.
Belki bu nedenle kız yatağının yaslandığı resimsiz, süssüz sade duvarı işaret
etmekteydi.
“Duvarda mı?”
“Evleri orda.”
Anmurse yüzünde ciddi bir ifadeyle sanki bir
şeyler görebilecekmiş gibi hoş bir uçuk maviye boyalı duvara baktı. Rüyasında
kapıda durduğu an zihninde birden canlandı ve söndü. Az kalsın küçük bir feryat
koyuverecekti. Kadıköy’deki bir dairenin duvarının başka yerdeki bir dairenin
kapısına açılıyormuş esini kendini sarsmıştı. Okuduğu korku dozlu roman
yüzündendi. Boş duran evin sırrı ve
bodrumdaki sarı gül desenli taşlardan
sandığından fazla etkilenmişti anlaşılan.
“Sen onları görüyor musun?”
Kız annelerinden süt emen kedi yavrularına
bakıyormuş gibi bir hoşnutlukla duvara bakıp başını iki yana salladı.
“Yoklar.”
Anmurse elinde olmadan gidip duvara dokundu.
Isısı, sertliği, yeni badanasıyla alelade bir duvardı.
“Gitmişler.”
“Yatalım artık.”
“Olur.”
Uykusu gözlerinden akan kızı yatağına
yatırdı. Pikeyi örttü.
Bugün
ücretli çocuk bakıcılığının ilk günüydü. Çocuk ağlayıp bağırsa ne yapacağını
kestiremezdi belki. Çok eskiden, kendi de çocukken neredeyse bazen yeğenlerine
baktığı olmuştu. Evde annesi, anneannesi, dedesi, yakınlarda yenge menge
olduğundan şu andaki durumundan farklıydı.
“Şimdi uyu. Hadi iyi geceler.”
“Sana da.”
Sedef’in gülümsemesi uyku tüneline vakümle
geri çekilen bir nesne gibi biraz içbükeydi sanki. Hemen rüyalar alemine dalacağı
açıktı. Işığı söndürdü ve kapıyı on santım kadar aralık bırakarak oturma
odasına gitti. Kapıdan çıkmadan önce dönüp duvara dikkatle bakmasını not eden
işkil merkezi hayatta en çok nelerden korkmaktayız adlı o ünlü siteyi açmıştı.
Eli bıçaklı kapkaçtıcılar, karanlık köşelere sinmiş siluetler, ölümcül kazalar
vb. Hayali yaşamları bile soğuran boz toplam.
Kitabı divanın üstünde bıraktığı yerde
karnında kıvır kıvır kelimelerden yapılmış minik korku vantilatörleri gelmesini
bekliyordu. Televizyonda biraz geyik programı izlemek fikrine rağbet etmedi.
Öyküye kaldığı yerden kolaylıkla giriverdi.
Telefonun sesi kapının yüzeyini
kırıştırmıştı. Saçma diyen iç mantığın uyarısı korkusu tarafından parazite
uğratılmıştı. Gene o dairenin kapısının önünde dikilmekteydi. Kapı yüzeyi daha
şiddetli titreşince irkilerek bir adım geri attı ve gözlerini hayatında ilk kez
bulunduğu yabancı bir evin oturma odasına açtı. Rahat deri divanda
uzanmaktaydı. Yanıbaşındaki telefon çalıyordu.
Dün gece rüyalara bata çıka uyumayı deneyip
sonunda pes etmiş, sabah ezanına bir koltukta düşüncelerle sarmaş dolmaş
varmıştı. Uykusuzluğu rahat divanla iyi anlaşmıştı. Birbirlerini
tamamlıyorlardı.
Anmurse’nin yarı uyuşuk farkındalığı
bodrumdaki sır, Sedef tehlikede, o kapının önünde gaybi bir iş var kızım
çıkarsamalarını tek parçaya indirgemişti. Ayağa kalkıp kablosuz telefonu kaptı ve terlikleri giymeye falan boş vererek
alo alo diye bağırarak hole gitti, Sedef’in odasının aralık duran kapısından içeri
bakarken hattaki şahsın konuşmaları bir çizgi romanda içi yazılmamış konuşma
balonları kadar etkisiz kalmaktaydı. Duyuyor, ama beyni anlama dönüştürmüyordu.
Kızın mışıl mışıl uyuduğunu farkedene kadar bu hali sürdü. Rahatlama aklının
kapağını yerine oturtmuştu yeniden. Yalnız bu arada karşıdaki ses kesilmişti.
Hat kapalı düdüğü çalmaktaydı.
Geri döndü odanın ortasında durarak olan
biteni kestirmeye çabaladı. O daire bir rüya yeriydi. Asla daha önce
bulunmadığı bir mekândı. Ve eski sevgili iyice eprimiş bir sandıkta saklanan
mezuniyet balosu tuvaleti, zaman geçtikçe kıvamını yitiren bir mutluluk kalıbı
gibiydi. Yalıtılmışlık, uzaklaşılmışlık sinyalleri veren bir kalp ağrısıydı.
Telefon tekrar çaldığında tuvalette küçük
hacetini bitirmişti. Aynada yüzünü izliyordu. Başka başkalar. Senin gibi büyük
kız da değiller. Ufaklığın annesi Serpil hanım olabilirdi. Burada kitap
okuyup kâbus yüklü düşler görmesi için saatine on YTL ödeyen kadını merak
ettirmemek için hızla oturma odasına doğru seğirtti. Almacı kaptı. Az önceki
erkek sesiydi.
“Alo kimle görüşüyorum.”
“Siz kimsiniz?”
“Ben Ahmet Belner. Sedef’in babasıyım. Kızım… Kızımla biraz konuşmak…
Siz kimsiniz? Serpil evde yok mu?”
Anmurse telefonu kapattığında kendini azıcık suçlu hissetti. Sesinden
birkaç kadeh rakı içtiği belli olan adamı Serpil hanımın bu konuda kesin bir
komutu olmamasına rağmen otomatik olarak reddetmişti. Vakit çok geçti. Çocuk
uykudaydı. Serpil hanım yoktu. Nerede miydi? Dışarı çıkmıştı. Gece geç
geleceğini söylemişti. Kendisi
bakıcıydı. Adı? Bir adı vardı tabii ki, şu anda gereksizdi beyan etmesi.
Konuyla alakalı değildi o yüzden.
Hat
kapanınca beynindeki endişeli alan yeniden genleşiverdi. Gidip kapının ağzından
mışıl mışıl uyuyan Sedef’e baktı. Gözünü bir türlü duvardan ayıramıyordu. Gitmişler.
Sezgileri cayır cayır oturma odasına döndü.
Hayatında yaptığı ilk ücretli çocuk bakıcılığı bayağı garip geçmekteydi. Saat
gece yarısına geliyordu. Serpil hanım iki de falan demişti. 50 sayfa kitap ve
belki yine o daire kapısının önünde durma vardiyası yani. Bir de buraya saat
akşam yedide geldiği düşünülürse en az yetmiş liralık bir ücret alacaktı.
Mastırı bitirdikten sonra bulduğu bazı işleri beğenmeyip reddettiği için annesi
bu işle üniversite mezunları için zamlı tarife veriyorlar anlaşılan şeklinde
dalgasını geçmişti. Dalga malga bir yana ücret ehvendi.
İçini çekerek divanın üstündeki kitaba baktı.
Çok heyecanlı bir yerinde kalmıştı. Kısa bir tereddütten sonra zamanı hızla
koşuşturacak olan kelimelere terk etti hayal patenlerini.
Serpil hanım üçü dört geçe geldiğinde tek bir
kez bile o kapının önünde dikilmemişti. Altı yüz on sayfalık kitabın bitmesine
yirmi sayfa kalmıştı. Eve gidince ilk iş olarak ne yapacağı şimdiden belliydi.
Anmurse gidip kapının ardındaki zinciri çözdü
ve sürgüyü boşa aldı.
“Nasıl geçti?”
“İyi. Sekiz buçukta yatırdım. Onda uyandı.
Korkmuştu sanırım biraz. Çok değil ama. Yatırınca hemen uyudu.”
“Gel seni evine bırakayım.”
Anmurse içini çekerek başını salladı ve cep
telefonunu aldı. Kitabıyla birlikte erguvan deriden yapılma çantasına koydu.
Kadın
kot pantolonun üzerine kendine yakışan menekşe renkli bir dik yaka kazak ve
siyah kadifeden kısa ceket giymişti. Uzunca boylu ince yapılı bir kadındı.
Çocuğu andıran erken kırışmış bir yüze sahipti. Serpil içkici bir koca, sayısız
sinir bozucu toplantı ve çok fazla kahve sigara hariç demişti Anmurse kızın ona
çok benzediğini söylediğinde. Açık sözlü, ne istediğini bilen kadını hemen
sevmişti. Aralarında Karşılıklı özenme mevcuttu. Kadın onun gençliğine, o da
kadının mesleğindeki başarısına, kendine güvenine özenmekteydi.
Kadın çocuğun odasına girerken Anmurse
ceketini giydi. Evi beş yüz metre mesafedeydi, ama gecenin bu saatinde tek
başına yürümesi mümkün değildi. Kadıköy çocukluğundaki semt değildi artık. Çok
değişmişti.
“Sedef. Sedef nerde?”
Anmurse kadının yüzündeki kedi sırtı gibi
kabarmağa teşne korkulu şaşkınlığı ve boş yatağı gördüğünde deli gibi koşup
yumruklarını duvara vurma isteğinin şiddetini asla unutamayacaktı.
Birkaç dakika sonra geldikleri aşama daha da
feciydi. Çocuk evin hiçbir köşesinde mevcut değildi.
*
Anmurse Bağdat caddesinde taksiden indi.
Paranın üstünü dalgınca alıp çantasına tıktı.
Taksi hareket edip yoğun trafiğe karışırken içinde oturduğunu, buraya
asla gelmediğini, o Allahın belası dairenin İbni Sina sokağında olduğunu
keşfedemediğini hayal etti. Hemen ilerisindeki trafik lambası yeşil yanınca elinde olmadan içini çekti.
Lamba yeşil yerine evine dön kızım
yansa ne iyi olurdu diye düşündü. Kadıköy tarafına bakarken gözleri dolmuşlu
yeniden. Ev yönünde üç kırmızı lamba yanmaktaydı artık. Sedef bir buçuk gündür
kayıplardaydı. Küçük kız bulunmazsa bu yeryüzünde evi mevi olmazdı artık.
Deterjan süper marketinin ön cephesine
kocaman bir ucuzluk pankartı asılmıştı. Orada Anmurse evine dönsün, Sedef elma deyince çıkacak yazılarını arayan
yanını kapatıp sokağa daldı.
Bakkalı,
pideciyi, baharatçıyı, telefoncuyu, taksi durağını yarı hayal durumunda geçti.
Dışarıyı algılaması normaldi, ama zihnini yönlendiren diğer düşüncelerinin
baskısı müthişti. Ona bu sabah ikinci uykusuz geceden sonra divanda uyuklaması
sırasında dairenin bulunduğu apartmanın ön cephesini ve daha önce birkaç kez
geçtiği bu sokağı tanıması için tüneli gösteren düşünce yumağı tiftik tiftikti.
Önce tüneli sonra da apartmanın ön
cephesi ve zildeki etiket gösterilmişti. Ona ait olmayan bir yapıştırma. Başka
zihinden kesilerek eklenmiş gibi duran bir filmcik. Böylece artık buraya
gelmemesi imkânsız olmuştu.
Üstünden tren geçen tünelin içinden geçerken
ileride bir dilenci kadının oturduğunu gördü.
“Allah rızası için kızım.”
Kadın durumunu bilse ne yapardı acaba. Allah
rızası için Sedef sadakası vermeye gidiyordu. Lamı cimi yoktu. Böyleydi.
Birinci taksidi polis sorgulamasında, karakoldaki resmi ifade vermede, genç
kadınlara düşkün Ahmet Belner’in çocuk kaçırma eyleminde suç ortağı olup
olmadığı araştırılırkenki saatlerde, Serpil hanımın biricik kızını geri vermesi
için hiddetli yalvarışlarında ve ailesinin yüzlerindeki sana inanıyoruz, ama
çocuk da buharlaşıp uçmadı ya şüphesi sinmiş bakışlarıyla ödemişti. Bu birdi.
Binde bir. 999 az ileride duran bir apartmanın yedinci katının on beş numaralı
dairesinde ödenecekti.
İyi ki son anda kafası çalışmıştı da sabık
sevgilisini aramamıştı. Onun yüzündeki kuşkulu bakışlara dayanamazdı. Çocuklar
öyle kendi kendine sırra kadem basmazlardı. Eninde sonunda ondan
kuşkulanmamaları imkânsızdı. Allahtan Ahmet Belner içkinin tesiriyle çelişkili
ifadelerde bulunmuş ve hiddetli çıkışlar yaparak, biricik çocuklarını
kaybettirdiği için karısına söverek şüphelerin ciddi bir kısmını üzerine
çekmişti. Yoksa şimdi nezarethanede olurdu. Bu anlamlı raslantı ve yolu
gösteren rüya ona bir seçim şansı tanımıştı. Ömrünün sonuna kadar manevi faizi
nedeniyle hiç azalmayacak 999’u taksit taksit ödemek ya da şimdi buraya
gelip... Buraya gelip kaderinin bu virajıyla yüzleşmekti.
Tünelden çıkınca farkında olmadan adımlarını
hızlandırdı. Vazgeçip aşağı doğru koşacağından korkmaya başlamıştı. İşin içinde
çocuğu ona belli etmeden kaçıran, kapının arkasındaki sürgüyü süren ve zinciri
de takan bir tekniğe sahip mafyatik kimseler
olsaydı bu kadar korkmazdı. Polise bu adresi verir olacakları beklerdi.
Durum öyle değildi. Zihnini idare edebilen birileri vardı. Beyin yıkama, şizofreni
falan da değildi. Nasıl emin olabilirsin diyen yanının sesi ölgün çıkmaktaydı.
İçin için her adımının kendisini Kadıköy’deki bir evde kaybolmuş küçük Sedef’e
yaklaştırdığını bilmekteydi. Kızın iyi durumda olduğunu da. Bu sevinç verici
bilgi içini yeterince ferahlatamıyordu. Çünkü
O
ana kadar alt bilinçle, uzaklardaki bir dev yıldızın sönük parıltısı gibi
sezdiği muazzam bir düzeneğin göbeğine yaklaşmaktaydı. Ve artık geri dönüş
yoktu.
Ahenk apartmanının önünde durup dış kapıya
baktı. Camın arkasında tanıdık bir yüz görmeyi bekleyen yanı içini ürpertti.
Tanıdıklık aidiyet demekti. O bu şeylere ait olmak istemiyordu. Hafifçe
titreyen eliyle bahçe kapısını araladı, güller ve papatyalar ekilmiş küçük
bahçeyi geçerek siyaha boyalı dış kapının önüne geldi. Zillerin olduğu yere
baktı. On beşinci dairenin zil etiketinin koruyucu plastik muhafazası sökülmüş
ya da düşmüştü. Birisi ince uçlu mor renkli bir tükenmezle ..murse yazmıştı. İlk harfler nemden
yayıldığından okunmaz durumdaydı. Kartondaki kabarıklıklar ve hafif sararma
bile aynı rüyasında gördüğü gibiydi. Parmağı zilin düğmesine uzanırken kapının
hafifçe aralık durduğunu farketti. Birilerinin gelerek bu apartmana çocuk
hırsızlarının girmesi yasaktır demesini bekleyen yanına acıyarak şaşmaktaydı.
Bu randevuyu engelleyebilecek bir güç en azından bu yakınlarda mevcut değildi.
Asansör yükselirken aynaya sırtını döndü.
Yansıtıcı parlak yüzeylerin gözlerinde hâlâ asılı duran kaç git niyetini
azdırarak cesaretini kırabileceğinden korkuyordu.
İşte o ünlü dairenin kapısının önündeydi
şimdi. Sedef’e çok yakındı. Hissediyordu. Tereddütü kısa sürdü. Artık
titremeyen sağ eliyle kapıyı iterken içinden hızla üç kez besmele çekti.
Daire boştu. Eşyasızlığın ferahlık verici bir
yanı vardı. Çünkü döşenmişlik oturanın kişiliğini, zevkini ve gücünü falan belli
ederdi. Bunu bir anda görmeye talip değildi. Ekim başı, güneşli bir öğle
üzerinin umut verici titremli ışınımı hakimdi içeride. Yükseltili bir bölümü
olan büyük oturma odasına doğru yürüdü. Holde bir zamanlar büyük bir ayna
olduğu, bu aynada kendine ait mahrem görüntüler bulunduğu gibi tuhaf düşünceler
oyunbaz serçelercesine zihnine üşüşüp gittiler.
“Şimdi ne olacak?”
“İlinti noktası burası.”
Anmurse sandığından daha az irkildiğini ve
birini görmek için çevresine bakınmadığını farkedecek durumda değildi. Yavaş
çekimle girdiği dalınç hali katmerlenmekteydi.
“Otur.”
İlinti noktası sözcüğü anlayışına cuk gibi
oturmuştu. Yoksa burada ne işi vardı.
“Mutfakta.”
Tekrar hole çıktı. Soldaki ilk bölme mutfaktı. Eski ve üzerinde uçuk
yeşil boya lekeleri olan bir sandalye hariç bomboştu. Evyenin kuruluğuna
bakılırsa daire uzunca bir zamandır kapalıydı.
“Sandalyeyi al ve yatak odasına git.”
Zihninin uyarlanmasıyla itiraz çapakları iyice törpülenmişti. Az öncesine kadarki, endişeleri, korkusu,
kaçma isteği üç beş yıl önce makinede yıkanırken bütün çamaşırları boyamış
kırmızı bir kazağın anısı kadar etkindi artık. Elinde sandalye on metre
boyundaki holün sonuna yürüdü. Sağında banyo, solda küçük iki oda, bitiminde
kapısı ardına kadar açık bir oda vardı. Oraya gelince aradığı yerin sağındaki
içinde ikinci bir tuvalet ve banyo olan oda olduğunu anladı. Uçuk sarı badanalı
odaya girince yeniden anıları canlandı. Reja vu diye düşündü. Gelecekte bu
odada bulunacağım. Bir yatak odasında. Aynanın bildiği sırları yaşayacağım. Bir
erkekle. İlk sevgilim. İlk evimiz. İlk çocuğumuza hamile olacağım. O değil. O
olsun. O değil. O olsun. Kes papatya falını, o değil. Diğeriyle.
Sandalyeyi yere koyunca gelecekten ekolanan anıları şak diye
sonlanıverdi. Yüzünü kapının karşısındaki duvara dönmüştü. Sol tarafındaki
büyükçe pencereden görünen dış dünya ilgisini çekmez olmuştu. Binalar, ağaçlar,
mavi gökyüzü hepsi bir çocuk kitabına ait şekillerdi sanki. Gerçek yaşam
barındırmıyor gibilerdi. İki gün
öncesine kadar sık sık düşündüğü ve endişelendiği rayından çıkmakta olan Orta
Doğu, ülke içi politik çalkantılar, siyasi cinayetler, uzun süreli işsizlik
beklentisi, iklim değişiklikleri, kutuplarda eriyen buzullar cinsinden hayati
konular falan uçuşup gitmişlerdi. Duvarlarla ilgili bir şey hatırlamıştı.
Çocukken yattığı her yerde yüzü duvara dönük uyumayı severdi. Büyüdüğünde de
tutkuyla sürdürdüğü bir alışkanlığıydı. Anmurse duvarsız yapamazdı.
Duvarda mı?
Evleri orda.
“Dinliyorum.”
“Ben senim. Akaşanınım.”
“Sedef’i siz mi kaçırdınız?”
“Biz asla çocuk kaçırmayız. Bazen… Bazen Sevegenler zaman ayarını
tutturamazlar… Ve… çok nadir olur bu?”
“Çocuğa bir şey mi oldu yoksa?”
“Anmurse sesini öyle yükseltme lütfen. Kapıcı
ya da karşı daireden biri sesini duyup gelebilir. İç hatlarla konuşmayı dene
benle. Çocukken annenle yaptığın gibi.”
Anmurse’nin yüzeydeki hâlâ diri hayvan yanı
korkusunu güçlükle bastırabilir haldeydi.
Çocuğa mocuğa boşverip ardına bakmadan kaçmak istiyordu. Bir diğer yanı
da daha fazla şey duymadan çocuğu bulup gitmek istiyordu. Daha derinde olan
küçük, ama kara bir gülle gibi ağır bir merkezi bölge bilmek istiyordu. Bilmek
ve yanmak aşkıyla fıkır fıkırdı. O tarafın baskısıyla içinden bir cümle kurdu
ve zihniyle iktirmeye çalıştı.
On
on iki yaşına kadar annesiyle zaman zaman böyle anlaşırlardı hakikaten. Sonra
büyüdükçe yavaşça uzaklaşan bir meleke olmuştu. Hormonların işi demişti
sevgilisi bir kez anlattığında.
“Çocuk iyi mi?”
“Evet. Yalnız aynı zamanda sesli tekrar etme
dediğini.”
Anmurse ikinci cümleyi iktirdi. Sol eliyle
ağzını örtmüştü bu defa.
“Nerede?”
“Yakında. Önce bilmen gerekenler var. Soru sor.”
“Kimsin sen?”
“Senim dediğim gibi. Sen’inin bir parçasıyım. Birlikte doğduk
büyüdük ve zamanı gelince gene birlikte değişeceğiz.”
“Nedir bu Akaşanım? Akaşan yani.”
“Akaşa nedir biliyorsun?”
“Evet. Evrenin hard diski. Neydi Levh-i şey. Levh-i birşey.”
“Levh-i Mahvuz. İyi dedin. Evrenimizin belleği tektir. Ben ana
bellek kayıt birimiyim.”
Anmurse sağ ve sol yanlarımızda günah ve
sevap yazan melekleri düşündü.
“Melek değilim.“
“Bilincin var ama. Bilgisayarımın kara cahil
hard diski gibi değilsin.”
“Tabii ki. Yoksa senin bilincinin geçirdiği
deneyimleri ve mertebeleri nasıl kaydedebilirim.”
“Bütün evren mi? Her şeyi mi
kaydediyorsunuz?”
“Evet. Ben bilinç kayıt biriyimiyim. O yüzden
kendi varlığımın bilincindeyim. Bilincinin dökümünü tutarım.”
“Herkesin ayrı ayrı akaşanları mı var yani?”
“Evet. Bilinç taşıyan her canlının ayrı bir
Akaşanı vardır. Beraber doğarlar ve beraber göçerler. Bir Akaşan bir insanın
astral ikizi gibidir.
Anmurse itirazsız, tereddütsüz inanmaktaydı
içine doğan sözcüklere. Kıvamlı bir sıvı
gibi bilinç kabını doldurmaktaydı.
Bilgisayarlar
icat edileli altmış yetmiş yıl geçmişti ve daha şimdiden Amerikalılar dünyadaki
maillerin önemli bir kısmını gereğinde incelemek üzere depolayabilmekteydiler.
Evrenin yaratıcısı niye yapamasındı. Evren tanrının bilgisayar oyunudur
demekteydi çocuk bakarken okuduğu kitabın yazarı bir yerde.
Başka
başkalar. Çocuk değiller, anne değiller, baba değiller. anneanne değiller,
kapıcı değiller, senin gibi büyük kız da değiller.
“Sedef sizleri görebiliyor muydu?”
Anmurse’nin çocukla ilgili soruyu geçmiş
zamanda sormasını uğursuz bulan yanı tusunami dalgası gibi kabaran merakının
iyice ardında kalmıştı.
“Normalde çocuklar bizleri daha fazla
hissederler, ama göremezler. Sevegenler yüzünden bazı algı kapıları açılır ve
tabii işte bazı... Böyle durumlar meydana gelir.”
“Sevegenler ne peki?”
“Teknik arızalar nedeniyle bazen Akaşanlar
ölen kimseyle birlikte boyut değiştiremezler. Burada kalırlar. Genellikle
duvarların içinde barınırlar. Bunlar yeniden bir beden arayan arızalı
yapılardır. Zararsızdırlar. İnsanlık tarihindeki bütün hortlak vakalarının, içe
şeytan girmelerin, kaynaksız gibi algılanan seslerin ve insanların gördüğü bazı kâbusların
müsebbibidirler. Bunların bir huyları daha vardır. Kendilerini sezebilen küçük
çocukları çok severler.”
“Bu
yüzden mi adları sevegen?”
“Evet. Hiçbiri kötü niyetli ve saldırgan
değildir. İstemeden sizin başınıza gelen gibi bir kazaya neden olabilirler.”
“Nasıl oldu bu kaza?”
“Küçük çocuklar uykuya dalıp astral bedenleri
serbestleyince bunları duvarın içine çekerek birkaç saatliğine de olsa sanal
bir beden elde ederler. Bu işlem çocuklara bir zarar vermez. Rüya
hareketliliğini artırır sadece. Sonra her şey normale döner. Bazen... Çok
nadiren astral beden geri dönemez. Zaman kasılmaları yüzünden. Bu durumda
Sevegenler o şahsın hayatını tehlikeye atmamak için katı bedenin molekül
yapısını gevşetip duvarın içine çekerler. Bunlar ortalama beş on dakika sürer.
Sonra beden eski haliyle yerine iade edilir. Çocuk dahil kimsenin bir şeyden
haberi olmaz. Çocuk zaten küçüktür. Bazı gariplikleri ne olup bittiğini
anlamadığı bir rüyaya yorar.”
“Sedef’e ne oldu peki?”
“Daha da nadiren bu astral yolculuğu
engelleyen lokal manyetik fırtınalar, zaman krampları uzun sürer. Bedeni geriye
vermek için beklemek gerekir. Çocuk bilinci kısık durumda tutulur.”
“Yani Sedef?”
“Evet. O merakla elinizi sürdüğünüz duvarın
içinde.”
“Ne zaman dışarı çıkacak?”
“Bu iş için bir aracı gerekir.”
“Nasıl yani?”
“Neden şu anda burada olduğunuzu düşünüyorsunuz?”
“Aracı ben miyim?”
Anmurse’nin uyuşmaya yüz tutmakta olan korkuları dirilmek için
depreşmekteydiler. Tuzağa mı düşmüştü yoksa. Kitabı okurken daldığı rüyada
bu dairenin dış kapısını görmüştü.
“İzah edin lütfen.”
“Worm hole, kurt deliği yani, ne olduğunu
biliyorsunuz değil mi?”
“Ne alakası var?”
“Büyük ölçekte olan küçük ölçeğin de
aynasıdır. Zerre ve kül aynı şeydir. Uzayda yüzlerce ışık yılı uzaklıktaki iki
nokta arasında arayı çabucak geçebileceğimiz köprüler vardır. Bunlara kurt
deliği deniyor. Delik yerine tünel dense daha iyi. İşte böyle bir tünel az
sonra Kadıköy’deki evle burası arasında kurulacak. O zaman eldeki kayıtlara
dayanarak yakın geçmişe müdahale edebiliriz.”
“Zamanda geri mi kayacağız?”
“Kayma değil, emilme daha çok.”
“Evvelsi akşama mı yani?”
“Serpil hanım gelmeden iki üç saat önceye. O
ikinci kez uyukladığınız anlara. Ve de...”
“Ve de ne?”
“Artık konuşmaya zaman kalmadı. Hemen
başlamamız lazım. Gözleriniz yumun ve Sedef’in yatak odasını düşünün.”
Anmurse Akaşanının ağzında gevelediği şeyi
tam olarak anlayamadığı için telaşlanmaya başlamıştı.
“Bir dakika tam anlamadım.”
“Lütfen Anmurse, zaman yok, Sedef aşkına
kendini topla ve o odayı düşün.”
Anmurse kızı kurtarma imkânı bulduğu için
şükrettiğine
şaşarak
kendini konsantre etti ve o Allahın belası duvara dokunduğu lanet anı düşünmeye
başladı. Nasıldı ısısı, sertliği
Ve
kokusu? Olmayacak diyen bir yan parazit yapmaya başlamıştı. Buradan kös kös
çıkıp eve kendisine giderek artan şüpheyle bakanların yanına dönecekti. Hangisi
daha berbattı? Hangisi? Bilen var mı?
*
Kendini o evde bulunca hayreti sessiz bir
çığlık koyuverdi. Sağ elinin işaret parmağı duvara değmekteydi. Akşamdı. Odanın
ışığı, ısısı, evin sessizliği falan hepsi aynıydı. Tek fark Sedef yoktu.
“Bedenim nerde?”
“Burada.”
“Beni klonladınız mı yoksa?”
“Yok canım. Farkıdalığınız tıpatıp aynı değil
mi? Feneryolu’ndan buraya geçtiniz. Divanda uyuyan kız yok. Tek ve
biriciksiniz.”
Anmurse çok heyecanlanmıştı. Kalbi yerinden
sökülüp başı kesilmiş tavuk gibi odanın içinde tur atacak hissine kapılmıştı.
“Şimdi ne olacak?”
“Sevegen sizi yanına alacak, kızı yatağına
yatıracak.”
Anmurse artık Sedef’in sağ sağlim geri
döneceğine sevinemez durumdaydı.
“Buna... bunu kabul edemem. Aaa, hayır... Özür dilerim, ama yapamam.”
“Ben de çok özür dilerim, ama artık fikir değiştirmeniz için çok geç.
Değiş tokuş işi başladı bile.”
Anmurse korkuyla duvardan bir adım geri çekildi ve ellerine baktı.
Bildiği tanıdığı etle, deriyle kaplıydılar çok şükür.
“Molekül yapınız çözülmeye başladı.”
“Durdurun lütfen. Ben buna dayanamam. Başka… başka bir yöntem…”
“Çok geç Anmurse, çok geç.”
Anmurse odadan kaçmak isteyen niyetine itaat etmeyen sinir ve kas
sistemini farkederek sessiz çığlıklarından birini salıverdi.
Elleri
hâla ele benziyordu, ama değişikliği de farkındaydı. Bir şey karnından
başlayarak kendisini dev bir balona dönüştürmek peşindeydi sanki. Acı
duymuyordu. Duvara baktı. Bir fark yoktu. Duvar gibiydi. Hep öyle duvar gibi
kal. Bozma kendini ne olur.
“Korkmayın. Korku sizi olumsuz etkiler.
Sevegenler zararsızdırlar.”
“Söylemesi kolay.”
“Yapması da öyle. Kendinizi sakinleştirin
lütfen.”
“Nerede şimdi.”
“Çok yakınsınız.”
Anmurse neden bayılıp bu dehşet pistinden
çıkamadığına hayıflanmaktaydı. Bayılsa ve küçük kız yataktayken ayılsa. Bu
mümkün değildi artık. Ayılsa ayılsa kendine şüpheyle bakan yakınlarının yanında
ayılacaktı. Odada ışık, perspektif yapı ve eşyanın formu bozulmaya başlamıştı.
Odanın bir şeyi yoktu. Çarpılan kendi bünyesiydi.
“Nerdeler?”
“Çok yakınsınız. Unutmayın Sevegenler
tamamiyle zararsızdırlar. Sadece biraz, sizin onu algılamanız... Kaçınılmaz
olarak insancı bakışla olacağı için biraz farklı görünecekler.”
“Sizden ne farkı var?”
“Biz insanlar için çok hızlı ve asla
seçilemeziz. Formsuz ve şekilsizizdir. Sevegenler öyle değildir. Azıcık yapı
bozumuna uğramışlardır. Bu nedenle...”
“Ne kadar sürecek?”
“Dünya saatiyle iki saat yirmi dört dakika
sürecek. Anne gelmeden dört dakika önce serbest kalacaksınız. Çocuk uyuyor
olacak ve bir şey hissetmeyecek.”
“Göreceli zaman mı yoksa?”
“Biraz, çok değil. Merak etmeyin. Acıkma, susama falan sadece düşüncenizde var olacak. Korku,
tiksinme de. Sadece düşüncede... Onun için bu olayın izi belli belirsiz olacak.
Eğer korkunuzu yenerseniz rüya gibi gelip geçecek. Belleğiniz algıladığınız
şeylerin pek az kısmını hatırlayabilecek. Eğer direnir dehşet
yoğunlaştırırsanız sonradan küçük de olsa travma kalabilir. Tekrarlayan
kâbuslara dönüşebilir.”
“Çok mu korkunçlar?”
“İnsani bakış yanılsaması olarak sadece.”
“Sen benim Akaşanımsın. Doğru söyleyin
lütfen.”
“Kelimeler yetersiz. Dediklerimi unutma
Anmurse. 999 taksiti ver ve bir kerede kurtul.”
“Soruma karşılık vermedin. Cevap ver bana,
cevap.”
Anmurse çözülen gözleriyle duvarın içindeki
şeyi gördüğünde titreyecek, yere yığılabilecek vücudu yoktu, ama farkındalığı
çok ciddi etkilenmişti. Sedef’in tekrar yatağında yattığını görmesi bile içini
bir nebze soğutamamaktaydı. Kendisi duvara yapışmış durumdaydı neredeyse. Otuz
kırk santim kalınlığındaki duvar bir futbol stadyumu gibi genişlemişti. Bu
nedenle gördüğü şeyin gerçek ölçülerini kestirmesi mümkün değildi. Mekânı
doldurma şekli izah edilemez oynaklıktaydı. Uzun, upuzun bir çekirdek beden
vardı. Geri kalan bütün hacim bu bedenden türeyen kollar, ışık huzmeleri,
balgamlı, ağdalı, titrek dallanmalar, uzayan, sünen, yanan sönen, yapı bozuma
uğrayıp ortadan silinen ve ansızın beliren sayısız öğeleri, mağaracıkları,
titrek çatallı kollarıyla inanılmaz bir hareketlilik içersindeydi.
Ağzından ses çıkıp çıkmadığını bilmiyordu,
ama içinden deli gibi Allaha yalvarmaktaydı. Düşünceleri yaradılanı yaratandan
ötürü sevmeli sözcüğünü tespihlemekteydi.
Büyük kız sezgilerinin zembereğini kıran,
duygularını taşıma sınırına toslatan ve paniği düşünce formunda bile olsa harıl
harıl harlatan bir yapıyı solumaktan perişandı.
Aklının bir yanı bu gördüklerinin algılamasının sadece birinci bölümü
olduğunu bilmekteydi. En korkuncu da gördüğü her şeyin kendisini algılayan,
keyifle seyreden, sarmalayan birimler olduğunu düşünmekti. Sevegenler,
Akaşanlar gibi tamamı algı olan yaratıklardı.
Daha iyice görmeye başlamamıştı bu nedenle. Bu reklam programıydı. Yavaş
yavaş bütün katları daha derinliğine görecek ve her hücresine yıvışacak olan
dehşeti gıdım gıdım deneyimleyecekti. 32 kısım tekmili birden olaraktan.
*
Anmurse kapının sürgüsünü çekti ve zinciri
boşa aldı. Serpil hanım uzun ince yapısıyla biraz sarımsı apartman ışığında bir
an irkilmesine neden olmuştu.
“Benim.”
Anmurse kadın kapıyı çaldığında kitap
göbeğinde divanda uyuklamaktaydı. Garip bir düşe tutunmuştu. Ancak böyle izah
edebilmekteydi şimdi bulunduğu ruh halini. Gördüğü şeyi hatırlamıyordu. Keyife
bulanmış ya da kösnültüyle talklanmış bir rüya değildi. Korkunçtu belki, ama
üzerinde yarattığı etki iyice hafiflemişti. Sanki izlenimi aylarca geride
kalmış bir kâbustan arta kalanlardı.
“Biraz dalmışım. Kitap okurken. Zil çalınca
yerimden fırladım.”
Siyah bir kot pantolonun üzerine menekşe
renkli bir dik yaka kazak ve siyah kadifeden kısa ceket giymiş kadın anlayışla
tebessüm etti.
“Nasıl geçti?”
“Sedef’i sekiz buçukta yatırdım. Onda uyandı.
Korkmuştu sanırım biraz. Çok değil ama. Yatırınca hemen uyudu.”
“İyi.”
Kadın defalarca tazelenmiş parfüm ve sigara
kokuları saçarak içeri girince kapıyı kapatıp alışkanlıkla sürgüyü sürdü.
“Birazdan seni evine bırakırım.”
Kadın çocuğun odasına giderken Anmurse önce
arkasından gitti, ama sonra durakladı. Belleğinde garip bir hareketlenme vardı.
Taze olmuş bir şeyleri unuttun, o odaya ayak basma diyen cılız kıpırtılar hissediyordu. Okuduğu
kitaptan etkilendiği açıktı. Ayakları harekete geçti ve oturma odasına giderek
eşyalarını topladı. Cep telefonunu ve Yatır adlı kitabı çantasına yerleştirdi.
Kısa sarı montunu giydi.
Kadın çocuğun odasından çıktığında yüzünde
işlerin ters gittiğini belirten bir şeyler görmeyi uman yanı miadı dolmuş bir
lamba gibi yandı ve mor bir ışık saçarak ebediyen söndü gitti.
Kadın odada hazırladığı ikiye kıvrılmış bir
ellilik ve üç onluğu uzatınca biraz utanarak alıp saymadan fermuarı açık duran
çantasına atıverdi.
“Teşekkür ederim.”
“Ben de. Bir tuvalete gideyim.”
“Tamam.”
Anmurse Serpil hanımı sevmişti. Kişiliği
güçlü, dürüst, sevecen ve eli açıktı.
Birden bozuk sandığı lamba ışıyınca Anmurse
boş hole hafif bir çığlık yolladı. Nasıl da unutmuştu. Sedef’in babası
aramıştı. Gözünün önünde bir adam belirmişti. Fotoğrafını ya da kendisini
görmediği birini nasıl hatırlardı. Tuhaf bir şeydi. Bayağı canlı ve gerçek bir
bilgi gibiydi beyninde.
“Ahmet bey aradı bir ara.”
Tuvaletin kapısını örten kadının yorgun yüzü
merakla dirilivermişti.
“Sedef’le konuşmak istedi. Çocuk uyuyor
dedim. Israr edince, Sedef’i uyandırdım. Beş on dakika konuştular. Kızın çok
hoşuna gitti. Sonra yatınca hemen uykuya daldı.”
Kadın kararsız
bir ifadeyle başını salladı. Anmurse kadının çok hoşuna gitti sözlerine rağmen
bir daha öyle yapma ya da bunu kınayan bir şey demesini boşuna bekledi. Onun yerine içini çekti ve “Haydi seni eve
bırakayım.” Dedi.
Kadınla basamakları inerlerken Anmurse’nin beyni yine hızlanmak
istediyse de bir güç açıkça engelledi. Kız bir şeyi daha derinden hissetmişti.
Déjà vu. Bu basamakları inşallah son defa inmekteydi. Ne ücretin cazipliği, ne
ufaklığın şirinliği, ne de kadına duyduğu sempati onu bir daha buraya geri
getiremezdi. Yukarıda belleğinden sökülen bir şey onu beklemekteydi. O şey
neyse hatırlamak istemiyordu. Ahmet beyin bir fotoğrafı var mı diye sormak
istemiyordu. Rüyasında kapısının önünde durduğu, boş ve eşyasız olarak gördüğü
dairenin yerini de merak etmiyordu. Bunları yaparsa bu gece bu basamakları kaç
kez indiğini de sorgulamaya başlayabilirdi.
Düşlere dala çıka çocuk bakıcılığı görevini tamamlamıştı. Bu kadarını
bilmesi yeterliydi.
Bilmek her şey değildi.
Amsterdam 2007
--------------------