19 Mart 2018 Pazartesi

Çanakkale ve Vatan Sevgisi Zimmeti




Çanakkale’de gencecik bedenler bu topraklar için kitlesel olarak canını feda etti. Bazısı çocuk yaşta olan askerlerin şehadeti vatan sevgisini gelecek kuşaklara, bize adeta zimmetledi.

O sayede bugün Haçlı-Siyonist tezgâhlar, Birinci ve İkinci Gladyo girişimleri, ruhen kolonileşmiş her görüşten aydının bunca gayretine rağmen teslim olmuyor ve hergün biraz daha diriliyoruz.

O gün Çanakkale’ydi bugün Afrin.

Bütün şehitlerimizi sevgi ve rahmetle anıyoruz.


28 Şubat 2018 Çarşamba

28 Şubat Darbesi ve Post Modern Hain Çöplüğü






Üniformalı ve sivil hainler, işbirlikçi medya, BÇG, FETÖ, yani kısaca NATÖ taifesi 28 Şubat Post Modern Darbesi’ni organize etti.

Buna ek olarak bu güruha dahil olan bazı profesörlerin Abdülhamid’in Kütüphanesi’ndeki nadir eserleri çöpe attığını okudum. Bir kısmı kurtarılmış neyse ki.

Bu rezil rüsva zatların tümünü şimdi tarihin Post Modern Hain Çöplüğü’nde ağırlıyoruz.






4 Şubat 2018 Pazar

Entelektüellerin James Bond'u



Harry Palmer - Entelektüellerin James Bond’u


Bir gün elime The Ipcress File  adlı bir kitap geçti. 1962’de basılmıştı. Yazarı Len Deighton adlı biriydi. Gülten Suveren’in çevirisiydi.  1965 yılında Sydney J. Furie yönetmenliğinde filme çekildi. Michael Caine Harry Palmer rolüyle bütün dünya tarafından tanındı. Türkiye’de kitap Ani Tehlike başlığıyla basılmıştı. Film de aynı adla vizyona girdi. Romanda kahramanın bir adı yoktu. Birinci tekil şahıs yazıldığı ve zaman zaman sahte pasaport kullandığı için kitaplarda başkahramanın adı geçmiyordu. Film uyarlamasında ona Harry Palmer adı verilmişti.

Harry Palmer silah taşımayan, yumruk kullanmayan, yemek pişirmeyi seven, mali sıkıntı içinde yüzen bir İngiliz gizli servis ajanıydı. Kitapta bilginleri kaçırıp beyinlerini yıkayan bir şebeke anlatılmaktaydı. Harry Palmer, soğuk nane, android prototipi Holmes, Victorian koket Miss Marple, kendi gri hücrelerine kara sevdalı Poirot, yumruğuna tükürmüş Mike Hammer, kaslı ve aşırı testosteron yüklü Shell Scott benzeri hafiyeler ve o sıralarda Üçüncü Dünya diye adlandırılan yerleri çok aşağı gören, ahalisinden adeta nefret eden, rijit, seksist, acımasız ve sımsıkı bir soğuk savaş sembolü (şimdilerde artığı) olan James Bond’dan çok farklıydı. Okurları biliyor, kitaplardaki Bond karakteri filmlerde bize gösterilenlerden çok farklıdır. Anglosakson cazibe Sean Connery(kendine biçtiği sıfattır),  esprilektüel yakışıklı Roger Moore ve diğerleri arasında kitaptaki tipolojiye şu ana kadar en çok benzeyeni en sonuncu Bond olan Daniel Craig’tir.

Daha altmışlı yılların başında, dünya Küba kriziyle sarsılırken Harry Palmer üstlerinin iradesi dışında Sovyet albayı Stok’la ortak menfaat alanlarında işbirliği yapabiliyordu. Harika bir mizah yeteneği, özeleştiri ve ince alay yüklü diyaloglar, ilerici politik görüşlerin yumaklandığı çözümlemeler, vuruşmasız ve dövüşsüz yaratılan gerilim sanatıyla bezeli metinleri okumak  bana yepyeni bir bakış açısı kazandırmıştı.

Harry Palmer dizisinde yer alan ikinci kitap 1966’da gene Başak yayınları tarafından Canavar Dişi başlığıyla basılan  Horse Under Water (Orijinal baskı1963)’dı.  Harry Palmer Portekiz’de batık bir denizaltıda bulunan ünlü Weiss listesini, Avrupa’da Nazilerle işbirliği yapmaya hazır kimselerin listesini bulmaya yollanır ve çok daha karmaşık bir oyunun içine gömülür. Onu Berlin’deki Cenaze- Funeral in Berlin (1964), Milyarlık Beyin - A Billion Dolar Brain (1966),  Casus Hikâyesi -  Spy Story (1974), Dünkü Casus - Yesterday Spy (1975) Güneş Yayınları tarafından 1990 yılında basıldı.  Pırıl Pırıl Küçük Casus - Twinkle Twinkle Little Spy (1976) gibi polisiye-casusluk türünün klasiği denebilecek kitaplar izledi. İkinci Dünya Savaşı ve sonrasının politik ve ideolojik satranç oyunlarını derin araştırmalarıyla geniş bir yelpazeden okurlarına sunan yazarın Pırıl Pırıl Küçük Casus’u bildiğim kadarıyla Türkiye’de basılmadı.

Harry Palmer dizisinden The Ipcress File, Funural in Berlin ve A Billion Dollar Brain filme çekildi ve genç aktör Michael Caine’in parlamasında çok ciddi bir rolü oldu. O yılların süper bir dedektif-casus  filmi olarak damgalandı. Harry Palmer bir ara James Bond kadar ünlüydü.

1995 yılında, The Ipcress File’dan tam otuz yıl sonra artık Sir ünvanlı olan Michael Caine, St. Petersburg Gecesi - Midnight in St. Petersburg  ve Bu Kurşun Pekin’e - Bullet to Beijing kitaplarından uyarlanan filmlerle iki kez daha Harry Palmer rolüne çıktı. Aradan zaman geçmiş, Berlin duvarı yıkılmıştı. İlgi Orta Doğu’ya ve Pasifik’e yönelmişti. Piyasaya yeni hasım olarak Müslümanların sürümü yapılıyordu. Avrupa dergileri ve  gazetelerinin bazıları bu filmler için Entelektüellerin James Bond’u başlığını kullandı, ama esas revaçta olan diğer Bond’tu.




Sherlock Holmes Notları


Edgar Allan Poe’nun büyük hayranı olan, onun ünlü dedektifi Auguste Dupin’den etkilenmiş
Olan Sir Arthur Ignatius Conan Doyle’un ünlü kahramanı Sherlock Holmes üzerine yazmaya başlarken aklıma üşüşen fikirlerin bir kısmını ard arda sıralıyorum.

Sherlok Holmes’i 8-10 yaşından beri tanıyorum. Türkçeye çevrilmiş ve o sıralarda tek tek öyküler halinde saman yapraklı kitapçıklar şeklinde basılmış bütün öykü ve romanlarını okudum. Bazılarını defalarca. Aradan elli yıl geçti. Bir daha elime almadım. Tıpkı kırk yıldır Agatha Christie okumamam gibi. Bu yazıyı yazmaya başlarken kafamda imajlar karışık. Çünkü daha sonraki yıllarda en az üç Sherlock Holmes filmi gördüm. Dizisi de vardı. İzlemedim. Ben çocuklukta , ilk gençliğimde gördüğüm ilginç rüyaların çoğunu hâlâ hatırlayabilen biriyim. Elli yıl önceki okumalarımdan kalan imajları de biraz seçebiliyorum. Uzun boylu Holmes’in dimdik durması, elinde hem baston hem de müdafa silahı gibi kullandığı sopası, pelerini, piposu, şapkasının tepesindeki düğme ve keman çalarkenki dalgın pozu. Ama kapağa konmuş olan o korkunç kırmızı gözlü köpek en baskın bellek görselim. Asla mümkün değil unutamam. Tüylerine gece parlasın diye fosfor sürülmüş olan Baskerville’nin köpeğinden söz ediyorum. Köpekleri çok seven biri olmama rağmen o sıralardaki kâbus senaryolarıma katkıda bulunmuş bir figürdür.

Daha on altı yaşındayken evde kimya laboratuvarım vardı. Lisede kimya şakalarım ve roketlerimle ünlüydüm. Bu nedenle A Study in Scarlet romanında üniversitede kimya öğrencisi olduğunu anladığım Holmes’e ayrı bir sempatim vardır. Onun dedüktif, tümdengelim tarzı düşünce kapasitesini bir şekilde hissediyordum. Sonraki yıllarda Ege Üniversitesi’nde Kimya Mühendisliği öğrencisiyken laboratuvarda hocamız bir tüpün içinde bize renksiz bir sıvı verir ve içinde ne olduğu bulmamızı isterdi. Holmes’in yaptığı da aynen buydu aslında. Bir dizi olay bir arada vuku bulur ve Holmes bunların aslında görünenin ve sanılanın aksine ne olduğunu keşfederdi.

1976 yılında Amsterdam’da Leidseplein Theater sinemasında Seven Procent Solution adlı bir film afişi görmüştüm. Resimden Sherlock Holmes’le ilgili olduğu belliydi. Bu filmi birkaç yıl sonra yine sinemada izledim. İyi yapmışım. Konuşulanları İngilizce dinleyip Hollandaca altyazı okuyarak zorlukla anlayabildim. Anlamaktan diyaloglardaki söz oyunlarını, imaları, esprileri kastediyorum. Yine yıllar sonra videosunu kiralayıp, bu kez dura kalka, geriye sarıp tekrar izlediğimde filmi hâlâ anlamaya devam ettiğimi gördüm J Holmes Viyana’ya Freud’u ziyarete gidiyordu. Konulardan biri ünlü dedektifin kokain kullanmasıydı. Bu arada iki iddialı zekâ usul usul çatışıyordu. Holmes bu ortamda bile bir meseyi çözüme kavuşturma ferasetini gösteriyordu. Alan Arkin Freud rolünde müthişti. Robert Duval, Watson rolündeydi. Holmes’ı de Nicol Williamson canlandırıyordu.

Watson anlatmasa Holmes diye birini tanımazdık. Onsuz Sherlock Holmes varolamazdı hatta. Watson bana nedense biraz Luka, Matta, Markos, Yuhannavari biri gibi görünür.

Stephen King’in Doktor Vakası – The Doctor Case adlı öyküsünde Watson grift bir sırrı çözerek alışılageldik imajının dışına çıkar. Ustanın Watson’a kıyağıdır. Filme de çekilmiştir.

Doyle’un birinci hikâyesi olan A Study in Scarlet’te Watson’un gözünden Holmes’i tanırken bazı ayrıntıları yeniden hatırlamak çok eğlenceli. Bir mantık adamı, güçlü, gözlemci ve tümdengelimci düşünce tarzına sahip olan Holmes’in Kopernik’in on altıncı yüzyılda kanıtladığı güneş merkezli sistem teorisinden bihaber olduğuna Watson çok şaşar. Watson sonradan dedektifimiz hakkında bir çeşit karne düzenler. Bu karneye bir göz atalım:
Literatür: Üstünkörü.
Filozofi: Sıfır.
Astronomi: Sıfır.
Politika: Hafif.
Botanik: Güzel avrat otu, afyon ve zehirli maddeler dışında hiçe yakın.
Jeoloji:Sınırlı bir ilgi.
Kimya: Derin bilgi.
Anatomi: Biraz, ama sistematik değil.
Müzik: Keman çalıyor.
Dövüş sanatı: Boks ve sopa kullanımı.
Hukuk: İngiliz kanunları üzerine pratik bilgi mevcut.

Borges’in de Sherlock Holmes başlıklı bir çalışması vardır. ‘O bir kadından doğmamıştı. Soyu sopu da yoktu. Raslantılardan oluşmuştu’ şeklinde başlar. ‘Ne aşkı ne de öpüşmeyi bilir. Baker sokağında tek başına oturur. Hiç arkadaşı yoktur.’ şeklinde devam eder. Okumanızı hassasiyetle öneririm.

Aklımıza şu anda gelen en temel izmler on dokuzuncu yüzyılda İngiltere’den çıktı. İngiltere dedüktif akıl yürütmeyle Doğuyu kolonileştirdi. Ruhsuz, yarı robot gibi salt akıldan muzdarip, kokainman, kadın düşmanı olan Sherlock Holmes bu izmleri ve kolonyalizmi yaratan aklın ürünüdür. Unutulmasın Watson, Holmes’le yeni tanıştığı sırada Afganistan’daki savaştan dönmüştü. Bu idol bir imparatorluk mamuludur. İngiliz aklının alameti farikasıdır. Bu akıl endüstri devrimini de başlattığı için hikâyelerde kimyanın başat rol oynaması çok normaldir.

Paul Feyerabend Batının dünya hakimiyetini Reklam ve Silaha borçludur der.  Holmes Reklamdır. Üstün aklın kredisiyle hâlâ canlılığını koruyor. James Bond ise reklam + silahtır.

Osmanlıca-İngilizce Redhouse basıldığı sıralarda Bond ve Holmeslerin bize has benzerleri, fıtratları farklı olan muadilleri vardı. A Study in Scarlet 1887’de basıldı. O yıllarda İstanbul’da zekice işlenen cinayetleri çözebilmek için yine dedüktif akıl yürütmeye gereksinim duyuluyordu. Sonradan ülke olarak içeri kapanınca imparatorluk aklından mahrum kaldık. Altmışlarda Avrupa’ya işçi göçü ile başlayan açılma küreselleşmenin de etkisiyle bugün bütün hızıyla sürüyor.


                                                                                                                                            Balçova – Aralık 2017
David Lynch’in
Kariyerinin 1 Dakikalık Özeti

 
The Return - Hayal Âlemlerinin İkiz Tepesi
David Lynch’in yönetmenliğini ve Mark Frost’la birlikte senaristliğini yaptığı Twin Peaks serisi 1990-91 yıllarında gösterime girdi, dünya çapında bir başarıya imza attı ve kültleşti. İki sezon ve toplam 30 bölüm olan dizinin konusu kısaca şöyleydi:  Seksen sonlarında Kuzey Batı ABD’deki küçük bir kasaba olan Twin Peaks’te Laura Palmer adlı bir genç kızın kıyıda naylona sarılmış vaziyette cesedi bulunur. Lynch’in ünlü filmleri Çöl Gezegeni – Dune (1984) ve 1986 yapımı Mavi Kadife – Blue Velvet’ten tanıdığımız aktör Kyle MacLachlan, Dale Cooper adlı çiçeği burnunda genç bir FBI ajanı rolünde kasabaya gelir. Araştırmalar sürdükçe sessiz ve sakin görünümlü kasabada saman altından çok su yürütüldüğü anlaşılır. Dizide kızın katili bulunur. Diğer suçlular da derdest edilir, ama kötülüğün özü, iki tepeden kara zirveli olanı işbaşında kalmaya devam ediyordur.

Bir çeşit araf ya da rüyalar arası trafikte bir orta nokta olan kırmızı perdeli oda, burada cüce ve dev metaforu, cücenin dansı, kütüklü kadın,  saf şerif sekreteri Lucy gibi iyilerin ve tabii ki kötü karakterlerin de cirit attığı ilk iki sezonda Laura Palmer’ın kaybının kasabayı niye bu kadar sarstığını anlamakta güçlük çeker izleyici. Bu belirsizliği özellikle hedeflemiş olan yönetmen 1992’de Ateş Benimle Yürü - Fire Walk with Me adlı bir sinema filmi çekerek Twin Peaks’te Laura Palmer’ın cinayet öncesi günlerini gösterdi. Böylelikle kızın sadece bir insan değil,  ortak bir arzu nesnesi, kasaba insanının düşünce ufkunda güçlü bir imaj büklümü ve adeta günlük hayat motorunu çalıştıran uçucu bir yakıt olduğunu anladık. İlk iki sezonu izlemeye  üşenenlerin The Return’e başlamadan önce en azından Fire Walk with Me’yi izlemelerini tavsiye ediyorum. Bu film şimdilerde bir başyapıt olarak nitelendiriliyor.

Külte Devam
Aradan 25 yıl geçtikten sonra David Lynch Return – Dönüş başlıklı 18 bölümlük bir üçüncü sezon çekti. Eski ana karakterlerden hemen hepsi dizide rol almış durumda. Yeniler de var haliyle.  Yönetmen bize ilk iki bölümde New York’daki bir gökdelendeki teknik tertibatı, diğer âlemlere, kesif kötülüğün kol gezdiği dehlizlere açılan  laboratuvarı gösterdi. Ajan Cooper’ın ikizi olan astığı astık kestiği kestik Kötü Cooper’ı tanıdık. 25 yıl kırmızı perdeli odada beklemiş ve artık dünyaya dönme zamanı gelmiş olan İyi Cooper’ı bir kara parçasına sahip değilmiş gibi duran karanlık denize ve yine üzerine basacak toprak parçası bulunmayan uzaya baktırdı. Çıkış buralardan değildi. İnsanın ya da bedenlenmiş bilincin mi demeli rüya ortamı dışında yeri yurdu, nefes alacak atmosferi yoktu. Dizide hayat denen şeyin birbirlerine eklemlenmiş rüyalar zincirinden ibaretliği sıkça vurgulanır ve ara sıra da ‘Rüyayı gören kim acaba?’ şeklinde bir soruyla gizem gölüne maya çalınır.  

1 Dakikalık Özet
Lynch ve Frost bizi dizi boyunca bin bir hissiyat çemberinden geçirtir. Öyküde efsane şeklinde anlatılan arka plan hikâye vardır. Mavi Gül dosyası. Bu bizzat FBI şefi Cole rolündeki David Lynch’in ağzından anlatılır. Zamanında FBI paranormal-dünya dışı denebilecek bir meseleyi araştırmıştır. Sonuç muğlaktır. Ajan Philip Jeffries, müteveffa David Bowie’nin zamanında  canlandırdığı karakter kayıptır. Bir başka boyuttadır. Devasa bir çaydanlık şeklindedir ve  ağzından buharlar salmaktadır. Zamanda geriye kayış yapabilecek hatları kontrol edebilen bir çaydanlığa mı dönüşmüştür, yoksa o boyutta gözümüze böyle mi görünüyor sorusu izleyiciyi hiç yormaz. İkiz Tepeler yönetmeninin böyle bir soyut kredisi mevcuttur.

Kötülüğün makul bir nedeni olduğunu, iyi polislerin sıkı bir araştırmayla kötüleri bulup onları altederek düzeni sürdürebileceğini hayal etmek insanı rahatlatır mı? Buna hayır diyen çıkar mı? Sanmıyorum. En gerçekçi takılanımız bile ara sıra zihnini tatile çıkarmayı arzular. Fantezi günlük realiteden kaçmamıza yardımcı olur. Twin Peaks dizisi bize bunu yapabilmemiz için el verir. 48 bölüm boyunca süren gerçeklikten kaçış kürüne gireriz.

Dizide çocuk ölümleri ve buna verilen tepki zaman zaman hissiyatımızı altüst eder. Bazen de büyümüş bir çocuğun Wally Brando’nun,  Marlon Brando’nun 1953’te çektiği The Wild Ones filmindeki gibi bir motor, kasket ve deri ceketle yıllar sonra şehre gelip annesi Lucy’yi, babası Andy’yi görmesini ve onun bunca zamandır boş duran odasını çalışma odası yapmalarına izin verdiğini söylemesi bizi tuhaflığın, içburukluğunun en üst katlarına buyur eder.

Kayıp Otoban’ı görmüş olanlar karanlıkta boş yollarda araba sürme sahnelerinin mesajını çok derinden alırlar. Dizide Seks de bayağı netameli bir iştir. İkinci bölümde NewYork’taki laboratuvarda sevişen iki genç başka bir boyuttan gelen yaratık tarafından parçalanarak öldürülür. Cooper ve eski sevgilisi Diana da bir motelde bu işe koyulduklarında başka bir dünyaya savrulur.

Electricity! Sık sık yinelenen bir sözcüktür. Elektrik kablolardan geçerek başka boyutlara, hayatlara erişmek mümkündür. Âlem elektronların koşuşturmasından ibarettir. Her şey elektrik vasıtasıyla oluyor bitiyordur. Bu onlarca defa sahnelerde ve bizzat sözü edilerek bize hatırlatılır. Bize sürekli olarak elektriği taşıyan kablolar ve trafolar gösterilir. İşte rüyaların fırıl fırıl etkin olduğu yer burasıdır dercesine.

Dizide mutlu son sahneleri de mevcuttur. Ed ve Norma örneğin yıllar sonra birbirlerine kavuşur.  Kyle MacLachlan’ın canlandırdığı Las Vegas’ta yaşayan aile babası sigortacı Dougie de ailesiyle birleşir. Ama ilk 30 bölümün en unutulmaz kızı olan Audry Horne için The Return’de acı bir final mevcuttur. Bu nedenle 16. bölümde dizinin popüler Bang Bang barında Lynchian müzik eşliğinde icra ettiği dans bir bar kavgası tarafından inkitaya uğrar. Kadın kocasını esas çehresiyle görür, bir anlık bilinç sıçramasıyla rüyadan sıyrılır ve o anda aslında tımarhanede bir tecrit odasında olduğunu anlar.

Son sezonun 4. Bölümünde yüzü bize çok tanıdık gelen bir kadın ajan vardır. David Duchovny. İkinci sezonda kadın kılığında gezen DEA ajanı Dennis Bryson, aslında Denise demek lazım tabii, rolünde gördüğümüz genç aktörü hatırlarız. O sıralarda The X Files dizisindeki Fox Mulder rolüyle dünyaca ünlü olmasına sadece birkaç yılcık kalmıştı. 

Finale yakın Twin Peaks şerif bürosunda sağ eli yeşil eldivenli Freddie Sykes şeytan BOB’u alt etmeyi başarır. BOB malum 25 yıl önce Laura Palmer’ın babasının içine girerek kızını öldürmesine ve bizim The Return ile birlikte toplam 48 bölümlük Twin peaks dizisini izlememize neden olmuştur. Aşırı negatif bir erktir. Atom bombasının kullanılmaya başlamasından sonra daha da büyük bir güç kazanmıştır. Işıklı bir kafa olan kötülük usaresi BOB sonunda mağmanın derinliklerindeki malikanesine döner de rahat bir nefes alırız.  İyi Freddie’yi görünce elleri metal tırnaklı kötü Freddy’i, A Nightmare on Elm Street filmlerindeki Kötü Freddy Krueger’i hatırlamadan edemeyiz.

Bu arada birinci bölümde hâlâ cep telefonunun nasıl çalıştığını anlamakta zorluk çektiğini gördüğümüz Lucy son bölümde Kötü Cooper şerifi vurmak üzereyken elinde tabancası müdahale ederek onu elimine eder ve ‘Şimdi cep telefonunun ne olduğunu anladım.’ der. Dizinin en anlamlı, en komik ve en hiper uçuk cümlesi bence budur.

Lynch’in kariyerinde rolü olan kütüklü kadın Margaret (Catherine Coulson) rol icabı olarak ve gerçek hayatta da biraz sonrasında ölür. Son bölümlere yakın Margaret rolünde şerif yardımcısı Hawk ile icra ettiği diyalog dizinin ana çizgisini bir kez daha vurgular.
   “Ölümü bilirsin. O bir değişim, son değil. Şimdi zamanı. Bırakıp gitmenin korkusu var biraz. Kütüğüm altına dönüşüyor. Rüzgâr mırıldanıyor. Ben ölüyorum. İyi geceler Hawk.”
  “İyi geceler Margaret.”

Dizi bitiminde ölen bir aktör daha vardır. Harry Dean Stanton. Alien, Repo Man, Fire Walk with Me’den tanıdığımız meşhur aktör, The Return’deki rolünün bitiminden kısa bir süre sonra 91 yaşında ölür.  Dizi aynı zamanda Lynch’in filmlerinde ve hayatında rol olan ölülerin anısını da barındırmakta, onlara son kez beyaz perdede görünme fırsatını vermektedir.

Yeşil yüzük, baykuşlu mağara gibi sembolik bir nesnedir. Öteki âlemlere geçiş izni gibidir. Bununla beden ve zihin transportu da yapılabiliniyordur. Eldiven de yeşildi malum. Bir diğer maddi sembol de vantilatördür. Kedinin sinirle kuyruğunu sallaması gibi vantilatörün dönmesi çığrından çıkan istek, öfke, arzuyu simgeliyor.

Büyük dinleri okyanusa dökülen nehirler gibi gördüğünü söyleyen Lynch dizide Arm adı verilen üst düzey zekâyı temsil eden yapraksız ağaç gövdeli beyni bize defalarca gösterir. Gücünü topraktan alan bu zeki yapı zamanla evrimleşmiş doğal bir güçtür. Şamanist bakış çağrıştıran bu üstün akıl çok hikâyeli rüya senaryosu, grift kader örgüsü belirleyicisi olarak takdim edilir.

Finale yakın David Lynch, Laura Dern (Diana) ve Kayle MacLachlan maziye ait koridorda beraber yürürler. Vefakâr bir Lynch izleyicisi ‘Vay canına.’ demeden duramaz. Nostaljik, muzafferane ve elveda mesajlı bir sahnedir. Cooper 25 yıl önce kaldığı oteldeki 315 nolu odanın anahtarıyla yine o zamandaki odanın (çünkü bu arada elektronik kart uygulamasına geçilmiştir) kapısını aralar. Kapıda iki eski sevgili Diana ve Cooper birbirlerine elveda diyecektir. Cooper ‘Biz bir rüyanın içinde yaşıyoruz. Umarım sizleri tekrar görürüm.’ der ve kapıyı açar. ‘Beni takip etmeyin.’ diye tembihleyerek gider. Blue Velvet filmini hatırlamamak mümkün değildir. Cooper’ın 31 yıl önce sevgilisi rolünü oynadığı kadınla hâlâ başka isim ve karakterle de olsa sevgili rolüne devam etmesi ve dahası bütün bu filmleri çeken yönetmenle beraber olmaları izleyicide fazladan hissiyat depreştirir.
Ve… Ve en önemlisi saat hâlâ 2.52’dir. Âlemler arası geçişlerde saatler daima 2.52 ile 2.53 arasındadır. Bütün dizi, bunca vaka ve adeta eylem içinde günleri geceleri barındıran bir dakikalık bir zaman dilimi içersinde olup bitmektedir.  Gel de şimdi fi tarihinde Eurovizyona katıldığımız ‘Seninle bir dakika’yı hatırlama. 

The Return, çeyrek yüzyıl önce gösterilmiş olan diziyi ve Lynch filmlerini tanıyanlar için sürrealist yönetmenin kariyerinin bir özetidir dense hiç, ama hiç abartma olmaz.


Dönüş
Öykünün ana çarkı ölümünden 25 yıl sonra yine Laura Palmer ile dönüyordur. Çaydanlık Jeffries, Cooper’a yardım eder ve Laura’nın ikizini bulması için yolunu Texas Odesa’ya açar. Cooper orada Carrie Page adıyla bambaşka bir hayat yaşayan Laura’yı sonunda bulur. Kadının evine gider. Salondaki divanda alnından vurulmuş bir adam oturmuş vaziyette duruyordur. Kadın belki de bir diğer hayatta kötücül babayı simgeleyen kocasını vurmuştur. Carrie bu nedenle çaresizdir ve onunla birlikte gitmeye razı olur. Ceset üzerine tek bir kelime etmeden binlerce kilometre yol alırlar. Odesus’un on yıl süren mitolojik yolculuğunu hatırlamamak mümkün değildir. Arabanın tekerlekleri karanlık yollarda dönerken imkânsızı hissederiz, ama yine de umut mumumuz küçük ve titrek bir alevle yanmaya devam eder. Carrie ve Cooper Twin Peaks kasabasına gelince doğruca Laura’nın eskiden ailesiyle oturduğu eve gider. Cooper’ın amacı kaderin akışını bozmaktır, ama onları bir sürpriz bekliyordur. Kapıyı açan kimse ne Laura’yı ne de ailesini tanımaktadır. Cooper şaşırır ve ‘Hangi yıldayız?’ diye sorar. Ardından üç sezon boyunca defalarca işittiğimiz çığlığı bu defa Carrie’nin ağzından duyarız. Evin ışıkları söner. Renkler solar ve film siyah beyazlaşır. 25yıl önce genç Laura’nın genç Cooper’ın kulağına fısıldadığı sözleri hatırlarız. Geri dönüş mümkün değildir. Eski Twin Peaks mazi olmuştur. Dahası, The Return bunun tescili için çekilmiştir. 

                                                                                                                       Kasım 2017                                                                                 

                                                       -----------------------




27 Ocak 2018 Cumartesi

Chomsky ve 170’ler Kapısı




Noam Chomsky önde gelen solcu babalarla uluslararası toplumu Afrin’in güvenliğini garanti altına almaya ve Türkiye’nin saldırılarını önlemeye çağırmış.  

Bunu takiben 170 ünlü Türkiye’de Afrin Operasyonu’nu eleştiren bir bildirinin altına imza atmış.

2016 Ocağında Üçüncü Kapı adlı bir makale yayınladım. Ana fikri özetle şöyle: Modernitenin insanlığa sunduğu 3 kapı var. Biri Gregor Samsa (Böcekleşme) Kapısı, diğeri şeytanla kontrat imzalayıp geçilen Faust Kapısı, diğeri de Kurtuluş Kapısı.

Modernitenin aslında Kurtuluş Kapısı sunacak ne niyeti, ne de takatı vardı. Hiç olmadı. Mış gibi yaptı. Sömürgeciliğin ve vahşi kapitalizmin yanı sıra onlarca izm icat ederek zihinleri iğfal etti. İnsanlığı kandırdı. Foyası ortada artık.

O iddialı Kurtuluş Kapısı ile ilgili metne kısaca bir göz atalım:

SÖZÜMONA ÜÇÜNCÜ KAPI
Chomsky Kapısı

Modernitenin bu kapısının sabit bir ismi yok. İlk iki kapının adında ittifakla mutabakat olmasına rağmen bu kapı için belli bir isim üzerinde uzlaşılamıyor ve her kafadan bir ses çıkıyor. Buradan bile asılsızlığı belli oluyor aslında. Kapının aynı anda yirmi değişik isimle anıldığı oluyor. Bunlar ilk zamanlarda toplumlara kurtuluşu vaat eden yolları-yöntemleri-sistemleri işaret eden filozof ya da liderlerin adlarıydı. Sovyetler’de ‘Yoldaş Kapısı’ deniyordu bir aralar. Komunist düzende ‘Böcekleşmeden’ söz etmek yasaktı. Sibirya’nın soğuğu isyankâr ruhlu haşereleri dize getiriyordu. Yoldaş Kapısı’nın ılgasından sonra soldan müstafi ateistler bu muhayyel kapıya String, Akıllı Tasarım, Bencil Gen Eşiği, Aziz Raslantı, Homo Deus gibi adlar verdiler. 

Balondan safralar atıldıkça bu kapı iyice itibar yitirdi. Son zamanlarda dünyaca popüler  entelektüellerin adları daha sıkça kullanılıyor. Ben de bu kapıya bir dakikalığına Chomsky adını verdim. Bir orijinalitesi yok. Benden önce sayısız kereler ve daha uzun sürelerle kullanılmıştı. Kullanılmaya da devam edecek gibi. Benim bu ismi şu an için yeğleme nedenim, Chomsky’nin ‘Kürtler birlik olmalı, dağlarından başka kimseye güvenmemeli, eline geçen fırsatları değerlendirmeli.’ sözleridir. Başkaları da var. Çok var, ama bu laf tek başına yeterli.

Sözümona Kurtuluş Kapısı’nın yeni ismi Chomsky ve 170’ler olsun.

Türkiye ahalisi tek vücut halinde Afrin Operasyonu’nun arkasındadır. Allah ordumuzu muzaffer eylesin. Şehitlerimize Allahtan rahmetler diliyorum.

Üçüncü Kapı’yı okumak isterseniz:
https://sadikziyayemni.blogspot.com.tr/2016/11/yeni-bir-medeniyet-tezi-olarak-ucuncu.html


13 Aralık 2017 Çarşamba

Ahir Zaman Kehanetleri



Yuval Noah Harari’nin Homo Deus – İnsan Tanrı – Yarının Kısa Bir Tarihi adlı kitabı üzerine bir inceleme

 
 Yuval Noah Harari 1976 doğumlu İsrailli bir tarihçi. Kudüs İbrani Üniversitesi’nde Beşeri    

  Bilimler Fakültesi Tarih bölümünde dünya tarihi dersleri veriyor. Ünlü Sapiens (2011) adlı kitabından sonra Homo Deus – İnsan Tanrı (2015)  adlı dünya çok satanlar listesine giren kitabının Türkçe çevirisi bu yılın başında basıldı.

  2045’te tamamlanması öngörülen Avatar Ölümsüzlük Projesini, insan zihninin bir buluta bağlanarak ayaklı bilgi deposu haline getirilmesini, bedenin nanoteknolojiyle hastalıklardan arındırılmasını  Humanity 2.0 - İnsanlık 2.0,  Singularity - Tekillik kavramlarını, Ex Machina (2015) adlı filmde yaratıcısını öldürerek laboratuvar ortamından kaçan robot kızı da bir arada düşünün. Otuz yıl içinde insandan bin misli daha zeki olacak yapay zekâyı ve biraz George Orwell’ın ünlü 1984 romanı atmosferini hatırlayın. İnsan Tanrı – Yarının Kısa Bir Tarihi  kitabı  bu ortamın ürünü. İnsanlığı yarınlarda bekleyen akıl almaz gelişmelerden söz ediyor. Bunun yanı sıra Homo Sapiens’in geçmişi, tarih, siyaset, evrim teorisi, modernite, kapitalizm, hümanizm, dinler vb. de ana meselenin bileşeni durumunda.

Otodidakt Bir Genç Yazar!
  Homo Deus – İnsan Tanrı kitabını notlar alarak okudum. İlk intibam metni canlı, renkli, ilginç ve merak çekici kılmak adına bir tarihçinin bilgi sınırını çok aşan çeşitlilikte bir malzemenin yer yer özensizce çatılmış olduğuydu. Kitap bilişsel bilimlerin önemli kavramlarının başlıcalarını ustalıkla ele alıyor, ama bu kitabın yaptığı toplam etkiyi çok etkilemiyor.  Özellikle iktisadi ve siyasi konulardaki acemi işi kestirimleri, Müslümanlara karşı takındığı hasmane tavır ve kasıtlı cahilliği kitabın kalitesini düşürüyor.

Metnin cazibeli yanlarının yanı sıra yazarın özensizliği, dağınıklığı, yüzeyselliği sayısız eleştirmen tarafından dile getirilmiş durumda. Anlatımda akademik disiplin sınırlarının belirsizleşmesi de sıkça sözü edilen nokta. Bir sayfada tarih öncesi vakaları işlerken birden algoritmaya, dataizme ve gelecek vizyonlarına sıçrıyor. Bazen sorduğu sorular cevaplandırdıklarından fazla oluyor. Kitap onlarca cevapsız duran soruyla bitiyor.

The Wall Street Journal’ın ünlü bilim sayfası yazarı  Charles C. Mann’ın, yazarın bir önceki kitabı Sapiens için, “Bu kitap online forum yazışmalarından yararlanan otodidakt bir genç yazar tarafından yazılmadıysa, şakacı bir akademisyen tarafından kaleme alınmış olmalıdır.” mealinde bir yorumunu okuyunca araştırdım ve benzer düşüncede olanların sayısının yüksek olduğunu keşfettim.



Kışkırtıcı tezler
  En temel alanlara ve insan hasletlerine yönelik hızlı ele alış yazara üsttenci bakışla yorumlama ve kışkırtma imkânı veriyor. Harari nötral ve meselelere mesafeli yaklaşımlı biri değil. Kasıtlı olarak kışkırtıcı yorumlar kullanarak kitabın cazibesini artırıyor. İddiaları bilinen ve sıkça gündeme gelen şeyler, ama kat kat ambalaj ve reklamla yepyeni bir şey gibi sunuldu. Bir yönüyle populüze edildi. Google’ın Tanrı İnsan’a varma amaçlı yapay zekâ çalışmalarını düşünün. Bu kitap o projeyle ilgili biraz da.
“Tarih insanın Tanrı’yı icat etmesiyle başladı ve Tanrı’ya dönüşmesiyle son bulacak.

Her insanın iyiyi, güzeli, anlamlıyı ayırt edecek özgür bir iradeye sahip olduğu fikri terk edilmelidir.

Önümüzdeki yüzyılda insan haklarına ve demokrasiye duyduğumuz inanç gelecek nesillere anlamsız görünebilir.

Ölümün olmadığı bir dünyada Hıristiyanlık, İslamiyet ve Hinduizm’e ne olacak? Cennet, cehennem ve reenkarnasyon yoksa...

İnsani sınıflar arasında şu ana kadarki bütün farklar maddi ve manevi değerlere bağlıydı. Artık biyolojik farklar belirleyici olacak. Yeni seçkin sınıfın sağlık, eğitim ve toplumsal refaha yönelik yaklaşımı çok şeyi belirleyecek.

Makinelerin başarısı yüzünden fiziksel işleri onlara bıraktık. Bilişsel işleri de onlara bıraktığımızda üçüncü bir yeteneğimiz kalmayabilir. ‘Süper Seçkinler’ ve ekonomik ve askeri anlamda faydasız insanlardan ibaret bir dünyada kalabiliriz.

Gelecek nesiller eskiden olduğu gibi Zeus’un korku, tuhaflık ve güç sınırlarına sahip olacak. “
Bu tez, iddia ve yorumları ana kategoriler olarak ele alalım.


Hayatın Anlamı
  İsrailli yazar Yuval Noah Harari “Hayatın anlamı nedir?” cinsinden büyük sorular sormayı seviyor, kitap boyunca lafını ediyor ve bilimin şu ana kadar bir anlam keşfedemediğini özellikle vurguluyor.  
  “Hayatın anlamı nedir?” sorusu öylece cevapsız kalıyor. Modernitede Tanrı artık Nietzsche’nin on dokuzuncu yüzyılda dediği gibi ölüdür.  Tanrısız kalan modernite insanı bu soruyu kendine yöneltmek zorunda kalıyordu. Din onlara en azından bir düşünme yönü sağlıyor. Teknoloji bunu yapamaz. Atomu parçalayabilir, domuza insan hücreleri aşılayabilir ve yıldız sistemlerini keşfedebilir, ama yaşam enigmasına çözüm bulamaz.
  Hayatın bir anlam taşıyıp taşımadığı felsefi ve metafizik bir konudur. Bunun için bilimsel bir kanıt aranması abesle iştigalden başka bir şey değildir. Bilimsel buluşlar sayesinde birçok sorunun cevabına ulaşabiliriz, ama hayatın anlamının ne olduğu sorusu yine de cevapsız kalır. Kâinat 13,8 milyar yaşında. Hayatın anlamının ne olduğunu keşfetmek, bilim diliyle yalın bir şekilde ifade etmek 13,8 milyar yıl daha sürebilir.
  Yazar özgür irade ve bilinci bir yanılgı, deneyle desteklenemeyen bir varsayım olduğunu iddia ediyor. Özgür İrade ve Bilinci reddederken, üstü biraz örtük şekilde aslında bunların herkesin harcı olmadığını ima ediyor. Kendisi Homo Deus’u yazarken özgür iradesini kullandı. Ve ne yazdığının pekâlâ bilincinde. Kırıkları özenle ayrı koyuyor.

Kutsal İllüzyonun Sonu
  Yazar kitapta “Özgür irade bir illüzyondur, benlik hayali bir kurgudur” diyor sık sık. Ona göre benlik, uluslar, tanrılar ve para gibi bir kurgudan ibarettir. Özgür irade yoksa insan davranışı ilaçlar, genetik mühendisliği beyin similasyonlarıyla yönlendirilebilir şeklinde bir sonuca ulaşır.
  Yuval Noah Harari kitapta uzun ya da sonsuz ömür sürmenin dinler yönünden ne gibi bir sonuç yaratacağını sorar. Ona göre insanlar ölümden korktukları için dindardırlar. Oysa ölümden korkmayan dinsizler, ölümden korkan dindarlar vardır.
  Tanrının Adem ve Havva’yı kızgınlıkla cennetten kovması, bunun İlk Günah olması, tanrının insanı yarattığına pişman olması vb. muharref Eski Ahit sözleridir. İslamda farklıdır. First Sin - İlk Günah kavramı yoktur. Melekler tanrının yarattığı insana secde eder. Tanrı yarattığı insan nedeniyle pişman değildir. Bu noktaya özellikle değinmez.
  Yazar standart bir ateisttir. Cennet ve cehennem kavramının insanları savaşa sürüklemek için uydurulmuş olduğunu söyler. Vatan müdafası diye bir şey yoktur yani. Ona göre bilimsel bilgilerin ışığında kâinat bir hengâmeden ibarettir, varoluş süreci bir anlam taşımamaktadır.      
  Ona göre modern yaşam anlamdan yoksun bir evrende güç peşinde bitmek tükenmek bilmeyen bir koşudan ibarettir. Yakında din iyice fantezileşirken, her şey biyokimyasal ve elektronik algoritmalardan ibaret bir ağa dönüşecektir. Bu ağın içinde bireysel merkezler mevcut değildir.  
  Kitap boyunca bu iddiaları desteklemek için üç ana süreç ve teze yer veriliyor.
1 – Bilim tüm toplumu organizmaların algoritmalar ve yaşamın veri işleme süreci olduğuna ikna eden bir dogma yolunda ilerliyor.
2 -  Zekâ bilinçle yollarını ayıracak.
3 – Bilinci olmayan, ama yüksek zekâlı algoritmalar yakında bizi bizden daha iyi bilecek.


Ruh ve Evrim teorisi
  Yazar ruhun varlığının evrim teorisiyle çeliştiğini söylüyor ve “Ruh  da evrimleşmesi gerektiği için Tanrı ve ruh kavramı da asılsızdır, milyarlarca yaratığın çektiği acı ve yaşadığı haz sadece zihinsel bir kirlilikten ibarettir.” diyor.
“Lakin Darwin ruhlarımızı elimizden aldı. Evrim teorisi yeterince kavrandığında ruhun olmadığı gerçeğini kabullenmek kaçınılmazdır.

Dindar bir Hıristiyan ya da Müslüman biri için olduğu kadar, laik ve herhangi bir inanç  sistemine dahil olmayanlar için de ölümden sonra baki kalacak sonsuz bir öz fikrinden vazgeçmek oldukça korkutucu olsa gerek.

Ruhun varlığı Evrim Teorisi’yle çelişir.”
  Darwin’in Evrim teorisi tanrının varlığıyla çelişmediği için ruhun varlığına direkt karşı çıkan bir söylemi yoktur. Tam tersine kendisi evrimi Tanrının kudreti şeklinde tanımlamıştır. Darwin ateist olduğunu iddia edenlere bir Tanrıya inandığını ve agnostik olduğunu söylemiştir.
  Bu arada dindarların önemli bir kısmı evrim teorisine ve ruhun varlığına bir arada inanır. İslami öğreti tanrının kâinatı evreler şeklinde yaratması fikriyle çelişmez. Darwin’den çok önce evrimden söz etmiş El-Cahız, İbn Miskevehy ve Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi âlimler ruhun varlığına iman etmiş kimselerdi. 

 
Yapay Zekâ Homo Sapiens’e Karşı
  Google’ın mühendislik direktörü olan Ray Kurzweil yapay zekânın 2029 yılında Turing testini geçerek insan zekâsına ulaşacağını, 2047’de de süper zekâya sahip makinelerin ortaya çıkacağını söylüyor. Yapay zekâ robotlar şeklinde fizik güç isteyen işleri, yazılım şeklinde, bilişsel işlerin çok büyük bir kısmını üstlenecek.
 Yazar kitabında Google çizgisinden yürüyerek bu öngörüleri anlatıyor.  Süper seçkinler, her yönden faydasızlaşmış kitleler ve bu ikisinin arasına sıkışmış yeni orta sınıf şeklinde üç gruptan söz ediyor. Önce süper seçkinleri ele alalım.

 
Süper Alfalar
  Özelikle son elli-altmış yılda giderek artan miktarda makale, kitap ve film bu konuyu işliyor. Bir gen aristokrasisi öngörülüyor. Daha yavaş yaşlanan, daha az hastalanan, genetik dokunuşla zeki, güzel, yakışıklı ve üstün yetenekli hâle gelmiş insanlar söz konusu. Süper Alfalar yani. Onlar ve diğerleri şeklinde gruplaşmadan söz ediliyor.
  Elitler giderek daha fazla güce ve imkâna kavuşuyor. Elit olmayanlarla aralarındaki uçurum her gün daha derinleşiyor. Biz yeni bir devrin eşiğinde olduğumuzun bilincindeyiz. Hâkim gücün karakterini iyi tanıdığımızdan pembe renkli mutlu bir son garantisine sahip olmadığımızı iyi biliyoruz. Yazar çokça çiğnenmiş bir sakızı ambalajlayıp yeniden sunuyor.


İnsan Tanrılar
  Yazar 21. Yüzyılda güçlü kurgular ve totaliter dinler yaşayacağımızı söylüyor. Uydurma dini metinlerden feyz alan muktedirlerin bunun için çabaladığını sağır sultan bile biliyor. Sanal cennet ve cehennemler yaratacaklar. Şu anda bile var. Marka, hiper mahalle, statü azlığı ya da bolluğu. Bunlara birazdan lüks sanal mertebeler, hastalıksız hayatlar ve uzatılmış ömürler falan da eklenecek.
  Ancak kurguyu gerçekten ayıranlar kendi özgün iradelerini kullanabilecek. Filmler bunu anlatıyor. Hazırlık yapıyor adeta. Yeni milenyuma girmek üzereyken yapılmış gerçek hayatla, kurgunun birbirine girdiği zamanları anlatan ExistenZ – Varoluş filmi bunu anlatıyordu. Matrix ve The Dark City – Karanlık Şehir filmleri de öyle.
   Bir avuç zenginin toplam mal varlığı göze alındığında yakın gelecekteki Neo-Zeusların kimler olacağını tahmin etmek zor değil. Dahi yönetmen Stanley Kubrick son filmi Eyes Wide Shut – Gözleri Tamamen Kapalı (1999) filmindeki maskeli zatlar bunlar. Dünyanın yöneticileri. Neo-Zeuslaşmak için gün sayanlar.
  Bu zatlar henüz ölümlüler ve yerçekimi kanunlarına tabiler. Bunlar aşıldığında kimsenin karşı koyamayacağı mitolojik tanrı benzeri yaratıklara dönüşecekleri bir ân pekâlâ gelebilir. Bu kaçınılmaz olarak kendi aralarında çatışmayı da getirecek. Paris, Güzel Helena’yı kaçırmaya devam edecek yani. İşin bir de ilahi bir boyutu ve kadim kehanetler yanı var ki, buna ilerleyen satırlarda değineceğim.


Kurgu Âlemleri
  Evlere kapanan bilgisayarın arkasında oturan, odada yiyip, içen, uyuyan çocukları ve ergenleri düşünün. Keşke dışarıdaki iş hayatı, alışveriş, mecburi akraba ziyaretleri ve de tabii ki okul olmasa diye hayal ettiklerini biliyoruz. Bunlar hazırlık nesli. Bir sonraki nesil kurgu âleminin ilk tebası olacak. Bir an gelecek televizyon, internet ve radyo erişiminin zaman zaman tümden engellendiği devirleri göreceğiz. Bu durum Neo-Zeuslar’ın işine gelmeyeceği için şimdiden devlet tedbirlerini aşacak teknik sistemleri inşa ediyorlar. Yasaklar ve sınırlamalar pek işe yaramayacak yani.
 Yazar ‘Yirmi yaşının altındakiler, hatta biraz üstü olanların bu konuda ikna edilmeye bile ihtiyacı yoktur.’ der ki, ancak bir ölçüde haklıdır.  Bilgisayar oyunları ve arama motorundaki algoritmik uyarlamalar çocukları ve gençleri derinden etkiliyor. Yakın gelecekte insanlığı şu andan hayal edilmesi güç bir değişim bekliyor.
 
Dataizm Gerçekten Son Nokta mı?
“Dataizme göre insan deneyimleri kutsal değildir.
Homo sapiens yaradılışın zirvesi değildir ve Homo Deus’un öncüsü değildir. Homo Sapiens köhne bir algoritmadan ibarettir.”
  Dataizm evrenin veri akışından ibaret olduğunu ileri sürülüyor. Dataizm matematik kurallarının hem biyokimyasal, hem de elektronik algoritmalara uygulanabildiğini de gösterdi. Hayvanlarla makineler arasındaki geçilmez addedilen duvarın yakında yıkılabileceği iddia ediliyor. Elektronik algoritmaların biyolojik algoritmaların sırrını çözerek onlardan daha üstün hale geleceği günü beklediği fikri yabana atılacak gibi değil yani.
  Dataizm öğrenme piramidini de altüst edeceğe benziyor. İnsan veriyi damıtarak bilgiye, bilgiyi kavrayışa, kavrayışı bilgeliğe çevirmekle yüklüydü. Ancak artık zamanımızda veri akışıyla baş edilemiyor. Vaktimiz ekran başında uçup gidiyor. Bu işin elektronik algoritmalara devredilmesi gerektiğini düşünenlerin sayısı giderek artıyor. Kafamda bir çip olsa da bu bilgileri istediğim zaman bütünüyle kullansam diye düşünenlerin sayısı hiç te az değil.


Lüzumsuz İnsan
“Bu beklenmedik teknolojik bolluk içinde hiç çaba göstermeseler bile işe yaramayan kitleleri beslemek ve desteklemek mümkün olacaktır. Peki hepsini nasıl meşgul edip memnun edeceğiz? İnsanlar bir şey yapmazlarsa delirirler. Tüm gün ne yapacaklar? Sunulan çözümlerden biri uyuşturucu ve bilgisayar oyunları olabilir.”
  Küresel ölçekte istihdam edilemez bir işsiz sınıfı ortaya çıkarsa bu niye tümüyle kötü bir şey olsun. Daha önce bu konuda çok kalem oynatıldı. Daha az çalışarak beşeri ihtiyaçların karşılandığı bir dünya hayal edildi. Sosyalist ütopya, yeryüzü cenneti gibi isimler verildi.  Daha az çalışan insanların kendilerini geliştirmek için daha çok vakti olacak. Bilime, sanata, kültüre, spora ve hobilere daha çok zaman ayırabilecekler. Motorlu taşıtlar ortak kullanılacak. Çevreye uyumlu bir tüketim tarzı için ciddi bir yol alınacak. Nüfus planlaması bilinçli bir çizgiye oturacak. Gelecekte teknoloji daha küçük boyutlu, daha güçlü ve ucuz olacak. Şeker, kanser ve damar hastalıklarıyla mücadele şimdikinden çok daha etkin bir şekilde yapılacak. İnsan-makine sentezi sayesinde hayal ötesi sonuçlara ulaşacağız.
  İnsan bu arada ona sağlanan serbest zamanda kendini geliştirmeye devam edecek. Yapay Zekâ avukat, doktor, hâkim, borsacı, öğretmen ve eczacılık gibi meslekleri de üstlenebilir. Bu her şeyin sonu demek olmayacak. Yeni meslekler zuhur edecek. 2045 sonrasında dünya tümüyle bir bilgisayardan ibaret olduğunda insan beynine gücünü katlayan teknik eklentiler implante edilecek ve bu yetisi sürekli güncellenecek. İnsan makine sentezi gerçekleşecek.
İnsanlık adına bu büyük bir ilerlemeyi kim engelleyecek? Kim manipüle edecek? Kendini Tanrılaşmış addeden elitler mi?
  Faydasız denen kesim ancak distopik bir ortamda uyuşturucu ve bilgisayar oyunlarına mahkum olabilir. Bu elimizdeki tek çözüm değildir.  Distopik gelecek kader değildir.

Kendine Güvensiz Kitle
  Yazar bu biyolojik ve algoritmik yetiyi yeterince alamayanların daha alt düzey, itaatkâr, kendine güveni olmayan kitleyi oluşturacağını söylüyor. Kitle, halk yani. Halk her yönden geri kaldığı için alıklaşacakmış. Şu anda dünya  ahalisi elindeki imkânla kıyaslandığında tarihinin en şiddetli alıklaştırma  kampanyasıyla karşı karşıya. Sübliminal mesaj sağanağı altındayız. Medyada kontrolü elinde tutanların bütün çabası insanların gözünü boyama ve gerçeği saklama ve yalıtma merkezli değil mi? Diyelim bu hal daha da yaygınlaştı. Peki buna rağmen yeni tekno-kastlar arasında hiç çatışma olmayacak mı? Geleceğin Biyonik-Robotik-Spartaküs isyanları engellenebilir mi?
“Makinelerin başarısı yüzünden fiziksel işleri onlara bıraktık. Bilişsel işleri de onlara bıraktığımızda üçüncü bir yeteneğimiz kalmayabilir.”
  Yazarın muhtemel gördüğünün aksine fiziksel ve bilişsel işleri makinelere, yapay zekâya asla denetimsiz olarak bırakmayacağız. Herhalükârda üçüncü bir yeteneğimiz baki kalacaktır. Böyle bir şey mevcuttur. Yaratıcının varlığına iman ve küresel merhamet. Özgür İrade ve Bilincin varlığının sağlaması bu çizgiden de yapılmalıdır. 
  Distopik roman ve filmlere bakılırsa, salgın hastalıklar, zombiler, kitlesel ölümler, kaos ve dünya nüfusunun toptan kırılması kaçınılmaz bir senaryo. Gerçek hayatta daha düşük ölçekli kırımlar her an yaşanıyor. Peki bu senaryoların asıl müsebbibi kim? Faust ruhu mu? Yazar kitabında moderniteyi insanın ruhunu şeytana satması olarak tanımlayarak Faust’un adını anar. 

Faustvari Medeniyetin Kışı
  Alman tarihçi Oswald Spengler 1918 yılında Batı Medeniyetiyle ilgili öngörülerde bulundu. Ona göre Faustvari Batı medeniyeti bin yıl önce girdiği bahardan, yaza, yazdan da sonbahara geçerek kış sezonuna ulaşmıştı. Bunu The Decline of the West – Batının Çöküşü adlı ünlü kitabında ayrıntılarıyla işledi.
“Faustvari medeniyeti kuran Batılı insan gururludur, bu trajik bir durumdur, o çabalar ve yaratırken için için gerçek hedefe hiçbir zaman erişemeyeceğini bilir.

‘Eğer optimizm ödleklikse, bu medeniyetin en üstün başarısının Faustvari kışta gerçeklikten kaçış olduğu anlamına gelir.”
                                                                                                        O. Spengler
  Faustvari Medeniyet kaçınılmaz olarak çöküşünü, büzülüşünü, güç kaybını sembolize eden kış sezonuna girmişti. Ona göre Batı insanı individualist, rasyonalist, emperyalist, sekülarist, huzursuz (restless) ve ırkçıydı. Bu onun Faustvari ruhunun özellikleriydi. Bu ruh Hıristiyanlığa dönüşmüş ve böylelikle Faustvari - Hıristiyan bir ahlak oluşmuştu.
Harari’nin moderniteyi insanın ruhunu şeytana satması şeklinde ifade etmesi bu kitaba ve meslektaşı Spengler’ın 100 yıl önceki kehanetinin doğru çıkmasının belirtilerinin göründüğü bugünlere göndermedir. Fakat nedense yazar modernitenin kuşatıcı, belirleyici zembereği olan siyonizmden söz etmez.


Siyasi Konularda Çuvallama
  Kitap siyasal konularda bazıları kasıtlı olmak üzere o kadar çok sayıda gaf yapıyor ki, yazarın konuları ele almaktaki başarılı yönleri, yer yer akıcı anlatımı, mizah anlayışı gölgede kalıyor. Yeterince hâkim olmadığı konulara hiç girmeyip daha ince bir kitapla yetinseydi, bestseller kitaplarının ortalama sayfa adedine ulaşamazdı, ama bu eleştirilere de maruz kalmazdı. Adam bestseller olmuş, ünü ve parayı cebe koymuş diyeceksiniz. Bu da doğru, ama yine de adı bir dizi eleştiriyle anılacak bundan böyle. Kitapta bir de KC, yani Kasıtlı Cahillik sorunu var. Önemli soru ve iddiaları ele alırken bu noktaya da özellikle değineceğim.

Şavaşsız Dünya
“Eskiden barış ‘savaşa ara verme’ anlamını taşıyordu. Bugün radikal örnekler haricinde dünya genelinde gerçek anlamıyla bir barış hakim. Ülkeler birbiriyle geleneksel anlamda savaşmanın mantıksızlığını anladı. Savaşın daha az konuşulan ve daha düşük bir ihtimal olmasının en büyük sebebi savaş maliyetinin çok yükselmiş, kazancının düşmüş olması. Bugünün büyük ekonomileri mal ve üründen çok bilgi ve hizmete dayalı. Örneğin Çin Silikon Vadisi’ni işgal ederek bir şey elde edemez (Silikon Vadisi’nde silikon madeni yok). Bugünün gücünü fikirler, beyinler belirliyor. Dolayısıyla ticari ve istihbari faaliyetler çok daha anlamlı.”
 On gram doğrunun yanında doksan gram safsata duruyor. Şu anda topyekün savaş yapılmıyor. Doğru. Yalnız siber savaş, sivil toplum örgütleriyle kaos çıkartma, terörle vekalet savaşları son gaz sürüyor.  Diğer yandan Suriye ve Irak’ta ölenlerin sayısı milyonları buldu. Evinden yurdundan olanlarsa çok daha fazla. Bu radikal örnek değil ayrıca. Standart bir Haçlı-Siyonist saldırı. Kasıtlı katliam. Seri terör faaliyetleri de barışsızlık anlamına gelir. Ekonomik alanlardaki savaş kesiksiz sürüyor. Yeni silahlar da savaşlarda denenmeye devam ediyor. ABD daha yeni Suriye’de 59 adet Tomhawk füzesi ateşledi. Bunun İncil’in Matta nüshasından bir mesaj olduğu yorumu yapıldı.  Bakalım Matta 5:9’da ne yazıyor?
Ne mutlu barışı sağlayanlara!
Çünkü onlara Tanrı oğulları denecek.
  Son birkaç senede ABD tarafından bombalanan ülkelerin sayısını düşünün. Kuzey Kore ile sertleşen atışmaları hatırlayalım. ABD karadan ve deniz rotalı olan Yeni İpek Yolu’nun kendi kontrolünde olmasını istiyor. ABD-Çin çekişmesinde vekalet savaşlarıyla sonuç alınabilir mi bilmiyoruz. Katar’a yapılan operasyon bir savaş habercisi olabilir. Bölgemizde önce terör olaylarının artması ve ardından ordular arası savaş yapılması çok yakında olabilir. Ayrıca nükleer silahların hiç kullanılmayacağının garantisi de yoktur.

Art Niyet mi?
  Harari’nin bazı yorumları art niyet çağrıştırıyor. Örneğin Allah’tan korkan Suriye, seküler Hollanda’dan çok daha şiddet dolu” (S.233) diyebiliyor. Suriye’nin emperyalist güçler tarafından taammüden parçalanıp işgal edildiğini bilmiyor olamaz. Bu tek kelimeyle vicdansızlık. Hemen başka örnekler de vereyim:
“Yeni dinlerin Afganistan mağaralarında ya da Ortadoğu medreselerde doğması mümkün görünmüyor. (S.365) – Yeni dinler araştırma laboratuvarlarında büyüyüp serpilecek.”
  Bu sözlerde de aynı üsttenci ve KC tonu mevcut.  Radikal İslam’ın Batı medreselerinin, neooryantalizm laboratuvarlarının, kısacası üst aklın ürünü olduğunu bilmiyor olabilir mi? Dünyayı kana bulayan Batılı emperyalistlerin,  laboratuvarlarında terörist üretenlerin geliştireceği dinden insanlara ne hayır gelecek? 
“Radikal İslamcılar kurtuluş islamda diyebilirler ama GNR yani Genetik, Nano teknoloji, Robotik ve Yapay zekâ karşısında çaresiz kalacaklar. Kur’an’da, İncil’de ve Konfüçyüs’ten seçmeler’de bu sorulara cevap bulmaları imkânsızdır.”
 Yine aynı konu. Yazar için ya radikal İslam var ya da sünnetten sıyrılarak dini kültür gibi benimseyen sulandırılmış, Ilımlı İslam-FETÖ Çizgisi var. Ardından ‘İmam, papaz ve hahamların genetik mühendisliği ve yapay zekâ için diyecek sözleri var mı?’ diye soruyor. Türkiye’de dindar-muhafazakâr  kesimin bazı aydınları fizik veya biyoloji tahsil etmiş din adamlarına ihtiyaç olduğu fikrini son yıllarda sıkça dile getiriyor. 21.yüzyılın ilahiyatçıları bu çağın bilimsel gelişmeleri bilen ve dini metinleri yeniden yorumlayabilen özelliklere sahip olmak zorunda.
  Harari, “Çağ atlamak için kutsal metinleri bırakmalı ve teknolojiye önem vermelisiniz.” diyor. Teknolojiye önem verme konusuna kimsenin itirazı yok. Türkiye’de endüstrileşmenin motoru muhafazakâr partilerdir. Peki genel olarak teknolojiye yön veren irade Mefisto’yla el sıkışıyorsa ne yapacağız? Ancak Bilim - Teknoloji ve Hakikat-Ahlak-Merhamet’in bir arada müthiş ve kurtarıcı bir füzyon olduğunu bir kez daha yineliyorum. 

Made in West - DAEŞ 
  “21.yüzyılın köklü değişikliklernini nereden başlayacağını sorun kendi kendinize. IŞİD’den mi yoksa Google’dan mı?(S.288) IŞİD sadece youtube’a video yüklemeyi ve işkence tekniklerini biliyor.”
  Daha önce El Kaide örneğinde olduğu gibi IŞİD - DAEŞ de batılı bir yapım. Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek ve işgali kolaylaştırmak amacıyla CIA tarafından imal edildi. MI6 gibi diğer bazı gizli servisler tarafından da kullanılıyor. DAEŞ ve YPG kendi aralarında üniforma değişimi yapan, içlerinde Batılı paralı askerler , ajanlar bulunan bir yapı.  İşkence filmlerinde rol alanlar Müslüman olmayan Batılı ajanlardı. Bunu herkes biliyor. Yazarın ülkesinde DAEŞ’in önde gelen elemanları tıbbi bakım görüyor şeklinde söylentiler mevcut. Guantanemo hapisanesini DAEŞ mi işletiyordu? CIA işkence gemileri kimin malıydı? Büyük Google Birader’in yakın gelecekte yapacağı köklü değişikliklere de ayrıca değineceğim.
  Charlie Hebdo saldırısı Batılı güçlerin Fransa’nın Afrika üzerindeki egemenliği ve Orta Doğu’daki kontrol kapasitesini kısıtlama darbesiydi. Yazar buna da Fransız kalıp, eylemden Müslümanların işi gibi söz ederek Müslümanları karalamakta kullanıyor.
  Nükleer güçten söz ederken de Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atanların kapitalistler olduğunu unutarak komunistlerin nükleer silah tutkusunu eleştiriyor. 
  Yazar bütün bu kasıtlı hataları savunduğu dünya görüşünün yanı sıra bestseller’ı da garantilemek için kullanmış izlenimi veriyor. Daha vahimi de  Türkiye’de bu kitap hakkında inceleme yazanların pek çoğu bu konuları pas geçmiş durumda.

Hümanizm’in üç dini
Yazar Komünizm, Nazizm ve Liberalizmi humanist dinler olarak adlandırıyor. “Homo Sapiens nasıl oldu da evrenin insan türünün etrafında döndüğünü ve insanların tüm anlam ve gücün odağı olduğunu iddia eden hümanist öğretiye inandı?” diye de bir soru sormayı ihmal etmiyor. Dinlerin önerdiği Yüce Kozmik Plan’ın dışında ‘Hayata Bir Anlam’ bulmaktı modernitenin amacı. Siyaset, sanat ve kültürleştirdiği dinle buna cevap arıyordu.
Harari modern toplumu çökmekten hümanizmin kurtardığını söylüyor. Esas kurtarıcı kapitalizmdir haliyle.

Aziz Kapitalizm
  Yazar Komunizm ve Nazizim’in tesis edilmesinde, fikir babalığının yapılması ve finans yardımıyla bir devirde etkin olmasında emperyalistlerin  başat rolü oynadığını bilmezden geliyor. Sosyalizmin topallayan kapitalizmin yürütgeçi olduğu gerçeğini de.
Kapitalizm iddia edildiği gibi serbest piyasa anlamına gelmiyor. Refah ülkeleri yetmiş sonlarından itibaren demokrasiyle değil, şirketokrasiyle idare ediliyor. Planlayıcılık devletlerden şirketlere kaymış durumda. İspanya Franco zamanında faşizimle idare edilen bir kapitalist ülkeydi örneğin. Çin kapitalizmin doruğunda mutant bir komunizm söylemiyle yürüyor. Demokratik görünüm artık bir makyaj. Şehir ve bölge plancılığı üzerinden toplum mühendisliği yapılıyor örneğin. Halk şehirlerin silueti üzerinde bir yaptırıma sahip değil. Babil kulesi benzeri beton çelik yükseltileri çaresizlikle izliyor. Kimse onlara fikrini sormuyor.
  “Kıtlık ve salgınların önüne geçilmesinde, büyümeye inanan gayretli kapitalistlerin rolü büyüktür. İnsanların arasındaki şiddetin azalması, anlayış ve işbirliğinin artması konusunda da kapitalizm övgüyü hak eder. Bir sonraki bölümde açıklanacağı gibi bu gelişmelerin gerçekleşmesinde başka önemli etmenler de vardır elbette, ancak kapitalizm insanların ekonomiye bakışını değiştirerek küresel barışa inanılmaz katkılar sağlamıştır.
  Kitap boyunca komünizmi yeriyor. Kapitalizmi ise pek az eleştiriyor ve küresel barışa sağladığı inanılmaz katkıları yere göğe sığdıramıyor. 
Kapitalizmi eleştirirken faydalarını ve marifetlerini de görmezden gelemeyiz” (S.231)
  Rakamlar ve sonuçlar ortada. Faydaları bir nebze anlıyorum da, marifeti kavramada yaya kalıyorum. Aklıma Talented Mr. Ripley – Yetenekli Bay Ripley filmi geliyor.


Büyüme Her şey midir?
  Böyle bir kapitalizm övgüsünden sonra yazarın kapitalizmin krizini açıklamakta yetersiz kaldığını söylememiz herhalde kimseyi şaşırtmayacaktır. Yoksulluk için tek çözüm ise yazara göre, ekonomik büyümedir.
Kapitalist bir dünyada yoksulların hayatı sadece ekonomi büyüdükçe iyileşebilir” (S.229)
  Recep Tayyip Erdoğan’ın 2003’ten bu yana iktidarda olmasını ülkede sağladığı ekonomik büyüme ile açıklıyor. Tek neden olarak bunu gösteriyor.
  Yine, “Radikal müslümanlar 21. yüzyılı tam olarak kavrayamadıkları için liberalizm açısından bir tehdit oluşturamıyorlar. Fırsat yaratamıyorlar.” Diyor.  Neoliberalizmi kastediyor. Batılı ülke aydınları Neoliberalizmi şiddetle eleştiriyor. Ünlü birçok markanın, buluş aşamasındaki masraflarının önemli bir kısmının devlet fonları tarafından karşılanmasına rağmen kaymağını şirketlerin yemesi örneğin. Ucuz iş gücü için sermayenin başka ülkelere yönelmesi ve GPS, internet, iPhone, 3 boyutlu basıcı, güneş enerjisi panelleri ve elektrikli arabalar hükümetlerin topladığı vergi paraları harcanmadan ortaya çıkamayacak olması başlıca şikayet konuları. Yazar bunu görmezden geliyor. 

Henüz Aşılamamış Osmanlı Modeli
  Harari, teodise-ilahi adalet ve Müslümanlık meselesini bilmez görünüyor. Muharref  dini metinlerdeki çelişkilerden hareketle tanrı kavramını anlamsızlaştırıyor. Kur’an üzerine tek kelime etmiyor. Tanrı adına sömürmelerden örnekler veriyor. Ortaçağ Avrupa’sında Papalar’ın akıl almaz güçleri ve hükümranlıkları İslam âlemi için geçersizdir. Mısır, Çin, müslüman imparatorlukları vb. sayıyor ve Osmanlı’nın hakkını teslim ediyor. Göreceli cennetti diyor.
“Osmanlı İmparatorluğu dini sebeplerle ayrımcılık yapsa ve aralarında kendilerince çatışmalar yaşansa da Avrupa’yla karşılaştırıldığında özgürlüklerle dolu bir cennetti. (S. 208)”
  Osmanlı düzeni bu nitelikleriyle dünya için hâlâ bir modeldir. Avrupa’da Krallar köylülere danışmıyordu. Öteki ve etnik ve dini gruplarla çatışma, aşağılama, şiddet uygulamalarının sonu gelmiyordu. Batı kültürü öteki ve çatışma kültürüdür. Fatih’in fetih sonrası buyurduğu fermanı Batı’nın şu ân bile layıkıyla ulaşamadığı bir sosyal sözleşme çizgisidir. Mutlaka ilhamını Veda Hutbesi’nden almıştır.
  Ortaçağ Avrupası Katolik kilise ve tanrının krallığına girmek için bağışlar vb. gibi olumsuzlukları konu ediyor, ama Müslümanlıktaki zekat uygulamasından, fitreden vb. hiç söz etmiyor. Bu arada Arkeolojik bulgularla tahtı sarsılmayan tek din olan müslümanlıkla ilgili olumlu bir şey yazmamak için kitap boyunca adeta çırpınıyor.
  Tekrar kitabın ana mesajına dönelim. Yakın gelecekte insanlık tarihinde daha önce deneyimlemediğimiz müthiş gelişmeler olacak ve biz buna hazır değiliz.

2100’de Hayat Neye Benzeyecek?
  Şu anda kimsenin 2100’lerde dünyanın nasıl görüneceği üzerine kesin bir fikri yok. Bu insanlığın yapacağı seçimlerle ortaya çıkacak. Peki yazarın iddia ettiği gibi özgür irade bir illüzyonsa, bilinç zekâ kadar önemli değilse bu seçimi kim yapacak? Tek başına yapay zekâ mı? Yapay zekâya hükmeden ve organik bedenlerden iyice sıyrılmış, ölümsüzlüğe kavuşmuş makine bedenli elitler, Süper Elitler mi? O yıllarda Büyük Google Birader her şeye hükmeden, hayatları A’dan Z’ye kontrol eden miniskül bir Levh-i Mahfuz’a mı dönüşecek? Faustvari ruh, davranış kalıbı tümüyle Mefisto’nun takipçilerinin denetiminde mi olacak?
“Tarih boyunca tanrıların her şeye muktedir olmaktan çok, canlı varlıklar tasarlamak ve yaratmak, kendi bedenlerini değiştirmek, çevreyi ve havayı kontrol etmek, uzaktan iletişime geçebilmek ve zihin okumak, yüksek hızlarda seyahat etmek ve tabii ki ölümden kaçarak sonsuza kadar yaşamak gibi belirli süpergüçlere sahip olduğuna inanılırdı. İnsanlar da tüm bu kabiliyetlere, hatta daha fazlasına sahip olmanın peşinde. (S.59)”
  Bilimi ve tekniği kullanarak mükemmel, tepeden tırnağa kontrollu, hiçbir şeyin aksamadığı, tek merkezden idare edilen, enerjiyi, hammaddeyi, gıdayı, suyu havayı, parayı kontrol eden bir düzeni hayal etmek zor değil. Tek tip insan, tek tip dijital din, yeni bir alfabe, yeni bir dil. Uydurulmuş din kitaplarında şeytanın kendine tabi olanlara vaat ettiği dünya modeli bu.
  Yakın gelecek insanlara akla hayale sığmayacak cazip imkânlar sunmakla birlikte yukarıda bahsini ettiğimiz cinsten devasa tehlikeler de yaratıyor. İnsanın sonsuz ve gerçek mutluluğu yapay yöntemlerle elde edilebilecek mi? Çok şeye muktedirlik ihtimalimiz çok yakında, ancak tam altımızda hiçlikten meydana gelen dipsiz bir uçurum uzanıyor. Singularity-Tekillik uçurumu.


Kim kurtaracak Bizi?
 “Dataizm önce insanlara sağlık, güç, mutluluk verme alanlarında başarı sağlayacak ve sonra muhtemelen Homosapiens’in hayvanlara yaptığını yapacaktır.”
  Gelelim şimdi bizi en çok ilgilendiren soruya. Orta Doğu’da büyük karışıklıklar, fitne tuzakları, Melheme-i kübra, yani Armageddon, yeni bir dünya savaşı kapımızda duruyorken dikkatimizi bir an için otuz-kırk yıl öteye sıçratalım ve şu soruyu soralım.  “Tanrı Elitler’in hışmına uğramaktan, Dataizm’in bizlere değersiz, harcanabilir yaratıklar gibi muamele etmesinden nasıl kurtulacağız?”  Ve ünlü romancı Cortazar ‘ın Seksek’inden de bir alıntı yapalım. “Kim kurtaracak bizi şimdi şu kapının altıdan süzülen ateşten?”


Hakikatın Avazı
Tarih insanın Tanrı’yı icat etmesiyle başladı ve Tanrı’ya dönüşmesiyle son bulacak.”
  Bizi yüce yaratıcının varlığına iman ve aklımızı – teknolojik bilgimizi en doğru şekilde kullanmak kurtaracak. Allah insanı yaratırken çamura nefesini üflemiştir. Bu nefes irade ve bilinçtir. Tarih bilinçle kol kola yürür. Tarih bilincin öznel kaydıdır. Ruh bünyesinde irade, bilinç ve merhamet barındırır.
  Allah zamandan münezzehtir. Hiçbir şeyin sonucu olmadığı için bir şey de onun nedeni değildir. ‘Allahı kim yarattı?’ sorusu çaresiz ateistlerin sığındığı takatrik bir zemindir.
Allah’ın değil de maddenin ezeli olmasını arzu etmişlerdir. Big Bang nedeniyle maddenin bir başlangıcı olduğunu ve entropi yasalarını biliyoruz. Kâinat rasgelelikten çok uzak kurulmuş, planlanmış bir yapıdır. Bir yaratıcısı vardır.  İnsan yaratıcıyı sezmiştir. Keşfetmiştir. Vahiyle tebligat yapılmıştır. Bu bir icat değildir. İnsan mitler, hurafeler ve pagan tahayyüller sisinin ardındaki tanımlara sığmaz gücü seçilmiş kimselere, peygamberlere yollanan vahiy sayesinde tanımış ve kulluk etmiştir.

Beşeri Sözleşme Olarak - Veda Hutbesi
 ‘Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Arabın Arab olmayana, Arab olmayanın da Arab üzerine üstünlüğü olmadığı gibi kırmızı tenlinin siyah üzerine siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allahtan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız ondan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahi bir köle başınıza emir olarak tayin edilse sizi Allahın kitabıyla idare ederse onu dinleyiniz ve itaat ediniz.’
  Kur’an daha önceki peygamberleri ve onlara inen vahyi onaylar. Allaha teslimiyeti ortak payda olarak görür. Müslüman olmayanlar da dahil bütün inananlar takvada eşitlenir. Bu bütün insanlık için ortak, kimseyi dışarıda bırakmayan bir kurtuluş reçetesidir. Bu ruh büyük Endülüs medeniyetini kurmuş ve büyük bilim adamları yetiştirmiştir. Avrupa rönesansının ana temel taşlarından biri Endülüs’teki nurlanmadır. İslam medeniyeti Anadolu Selçuk ve Osmanlı ile devam etmiş, Cami, Kilise ve Sinagogu, çeşitli dinden ve kültürden insanları yapısında barındırmada dünya tarihindeki yegâne örnek olmuştur. Irkçılığa karşı kurduğu merhamet kalesi, yakın gelecekte zuhur etmesi muhtemel gayri insaniciliğe, Bilen İnsan - Homo Sapiens karşıtlığına karşı da güçlü bir set olacaktır. Bu nedenle Müslüman ülkeleri istikrarsızlaştırıp, parçalara ayırıyorlar, ama ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar sonuçta içinde nefes barındıranlar galebe çalacak. 

Homo Kul
 Yazar Homo Deus’un kendi kendini imal ettiği için, kendini Bilen İnsan - Homo Sapiens’in devamı gibi görmeyeceğini söyler. Böylelikle o devir geldiğinde Homo Sapiens organik atık konumuna düşecektir. 
  Allaha iman eden, güvenen, ondan korkan takva sahibi biri Kul İnsan - Homo Kul’dur. Homo Kul, iblisin kumandasındaki kötücül Homo Deus’a karşı çıkacak.
  Müslüman şeytan itaatkârdır. Tanrıdan insanı yoldan çıkartabilmesi için izin ister. Bir çeşit kalite kontrolu yapmak için müsadedir arzusu. Bu ona bahşedilir. Diğer Şeytan, Mefisto ise asidir. Tanrıya kafa tutar. Ona karşı çıkar. Homo Deus’a da bunu yaptırarak kâinatın yaratıcısına kafa tutturacak ve sonunu hazırlayacaktır.

Muhteşemin Cazibesi
  Yazarın Homo Deus ve Dataizm’den söz ederken kestiremediği noktalardan biri de şu: Kur’an’ın bir özelliği de çeşitli devir ve sosyolojik yapılara hitap edebilme gücüdür. Kur’an kabileler ve imparatorluklara yol gösterebildiği gibi Dataizm’i de etkileyecektir. Gücü artmış aklın Kur’an’a hayran olacağını düşünüyorum. İnsanı imana davet eden kelimelerin içine gizlenmiş muhteşem anlamı deşifre edince yapay zihni sevgi, saygı, hayranlık ve huşuyla dolabilir.

Sezgisel Olarak
  Sezgisel olarak zekâ sahibi bir yaratığın daha üstün aklı, ölümsüzlüğü değil de uzun yaşamayı, hızı ve gücü elde etmeyi hayal etmemesinin mümkün olmadığını düşünüyorum. Önemli olan bu gücün iyinin mi, kötünün mü elinde olacağıdır. Bence esas mesele budur. Balçığa üflenen nefesin muhtevasında bu merhalelerin bulunması bence kaçınılmazdır. Allah yarattığı kuluna gelecekte kullanacağı kapasiteyi yüklemiştir.
  Algoritmanın ateizm cinsinden inorganik bir varsayıma tevessül etmeyeceğini düşünüyorum. Ateizm, John Gray’in deyişiyle “Victoria devrinden kalan bir fosildir”. Kitapta “Tanrı insanın hayal gücünün ürünüdür.” deniyor. Hayal gücü de biyokimyasal algoritmaların ürünüdür.
Yazarın insanın yeni ve üstün algoritmaları kavrayamayacağı sözleri bilgiyi kontrolu altında tutan elitlerin bunu ondan mahrum etmesi anlamına geliyor. Böyle bir durum belki kısmen de olsa gerçekleşebilir. Ben yine de algoritmanın kendi kavranamazının önünde saygıyla eğileceğini hayal etmeden duramıyorum.
  Kâinatta var olan her şeyin bir ömrü var. Devasa yıldızlar, nebulalar, galaksiler ömürlerini tamamlayıp başka evrelere dönüşüyorlar. Ölümsüzlük boş hayal yani. Kâinatın yazılımında böyle bir madde yok. Bu nafile hedefin peşinde koşan iblis güdümündeki Tekno-Elitler, Neo Zeuslar, Dataizmin için sinmiş kötücül ruh  ne kadar çabalarsa çabalasın helak olmaktan kurtulamayacak. 

Kehanet
  Harari kitabın finaline yakın İnsanlık 2.0 – Humanity 2.0 kehanetler kitabının yazarı Ray Kurtzweil’den alıntı yaparak Homo Deus’un her şeyin bilgisine erişmek için dünyayı terk edeceği, bütün kâinatı gezerek tanımaya çalışacağını hatırlatıyor.  
 Benim kafamda da bir soru en üst sırada duruyor. Urfa’daki Göbekli Tepe’nin bulunuşu tarihe bakışımızı kökünden değiştirdi. Uygarlığın başlangıcının daha eskilerde olduğunu anladık. Dinî metinlerde Ad Kavmi gibi helak edilen kavimlerden sıkça söz edilir.             Nuh Tufanı bilimsel bulgularla doğrulanmıştır. Mu, Atlantis, Agartha uygarlıkları hakkındaki efsaneler hâlâ ilginçliğini koruyor.
  Acaba dünya üzerinde kontrolu yapay zekâya kaptıran ya da ihtiraslarının güdüsünde aşırılaşan, teknik imkânlarla çığrından çıkan elitler eskiden de mevcut muydu? Bunların sonu ne oldu? Kendilerinden zayıfları imha edip, sonrasında çekip giderek kâinatın derinliklerine mi gömüldüler? Yoksa metrelerce taş ve toprağın altında onlardan kalan ibret verici kalıntıları bulmamızı mı bekliyorlar?   
                                                                                                                             Haziran  2017 - Balçova

                                                        ---------------------