18 Nisan 2018 Çarşamba

Polisiye Üzerine Tezler



Suç, Sır ve Tatmin



Polisiye benim için 2S merkezli bir elipstir. Suç ve Sır. Suç ve Sır merkezli bir geometrik cismi düşünmemin nedeni, suçu kimin (kimlerin) ve neden işlediğini bulmak için tümdengelim muhakemeyi, akıl yürütmeyi temsil etmesidir.


Kurgusu iyi çatılmış polisiyede okur kendi de detektife, araştırmacıya paralel akıl yürütür ve bazı sonuçlara varır. Oturduğu yerden yer yer risk taşıyan bir vakayı adeta yaşar gibidir. Dozunda verilen heyecan 2S merkezli elipsin içini dolduran, adeta çeperlerin içeri göçmesini ve şeklin deforme olmasını engelleyen bir öğedir. Heyecan her ortamda yetişen bir bitkidir, ama bence en çok etki yaptığı alan olayların sıradan insanların, günlük hayatın içinde seyrederken beklenmedik şeylerin vuku bulmasıdır. En inandırıcı ve dolayısıyla heyecanı bol öyküler bazı istisnalarıyla ortalama hayatların ortamında salınır.


Gelelim elipsin dış çeper çizgilerine: Bu geometrik şekli belirginleştiren çizgiler araştırıcı ve cezalandırıcı karakterdir. Bu olmadan da suç, sır ve heyecan yan yana gelir, ama bundan polisiye metin oluşmaz. Araştırıcının polis olması şart değildir, ama onun azmi, bunu yapmak istemesindeki neden ve edimindeki meşruiyet öyküyü polisiye kategorisine dahil eder. Bazen sır en baştan faş edilir. Suçlunun kimliği bellidir. Bu gibi durumlarda araştırıcı ile suçlu arasında takip, kovalamaca gerilimi kurulur. Bu da iyi kurgulandığında yeterince heyecan yaratarak elipsin çeperinin yapıbozuma uğramasını engeller.


Suç haliyle göreceli bir kavram. Hayali karakterler, Fantoma, Arsen Lüpen, Cingöz Recai normalde suç addettiğimiz eylemleri icra ederken adeta bizi de bu işe iştirak ettirirler. Kendimizi bu kahramanlarla özdeşleştirmekten alıkoyamayız. Onların suça yaklaşımında karşı konulmaz bir cazibe vardır. Herkes kendi karanlık yanını seyreder satır aralarında.


Suç göreceli olunca polisiyenin olmazsa olmazı cezayı 2S merkezli elipste nereye yerleştireceğiz? Fantoma’yı, Arsen Lüpen’i, Cingöz Recai’yi, hatta kendi ülke çıkarları adına ağır suçlar işleyen James Bond’u kim cezalandıracak? Bu kahramanların kitap ve filmlerine rağbete bakarsak hiçkimse diyebiliriz, ama tam da öyle değildir. Maurice Leblanc’ın Arsen Lüpen’i Fransa’da bir milli kahramandır. Onların James Bond’udur adeta. Farkı yazarın yaşadığı devir nedeniyle Birinci Dünya Savaşı sonrası zamanlarda iş tutmasıdır.


Bu tür kitaplarda mağdurun tam olarak kim olduğu pek belirgin değildir. Mağdurlar arası bir mücadele sahnelenmesiyle gözümüz boyanır. Böylelikle ceza beklentisi de askıya alınabilir. Arsen Lüpen hapise düşer, kısa bir ceza çeker; Bond’a düşmanları tarafından işkence edilir, silahla yaralanır, sonra kurtulur. Meslek riski nedeniyle karşılaştığı tehlikeler onun ceza hanesine yazılır.


Klasik polisiyelerde bile suçlu bazen paçayı adaletin elinden sıyırır. Burada okuru tatmin eden iki şey vardır. Kuvvetli ve hafif tatmin. Kuvvetli tatmin, polis, detektif ya da araştırıcının suçluyu hapse tıkmak için elinden geleni yapmış olmasıdır. Hafif tatmin ise bizim kurnaz, işini bilen suçluyla özdeşleşen ya da onun zekâsını, cüretini takdir eden yanımızdan kaynaklanır. Ölmeyi çok hak etmiş maktul dışında cinayeti hoşgörmeyen okur örneğin Robin Hood efektine ses çıkarmaz. Becerikli bir hırsızı bir ölçüde kabullenir. Kaplan ağıldan kuzuyu kapmış ve ateşli silahlarla kovalanmasına rağmen zekâsı ve hızı sayesinde postu deldirmeden sıvışmayı başarmıştır. Ceza öğesi elips alanı içinde nokta kümeleri halinde dağınık olarak bulunur diyebiliriz yani.

2 Nisan 2018 Pazartesi

Dan Brown’ın Başlangıç – Origin Kitabı Üzerine İnceleme ENTROPİK KURGU





 

Devrimsel Dönüşümün Gecesi
Gelecek teknolojisi yatırımcısı, milyarder, Elon Musk, Steve Job çağrışımlı Edmond Kirsch dünyanın gidişatını tümden değiştirecek bir buluş yapmıştır. İnsanlığın köken olarak nereden geldiğini ve nereye gideceğini keşfetmiştir. Kendince bu buluş o kadar önemlidir ki, Kopernik’in buluşunun yarattığı değişim dalgasıyla eşdeğerdir. Bu buluşunu medya kanalıyla bütün dünyaya faş etmeden önce üç semavi dinin önde gelen temsilcilerine bir kardinal, haham ve mollaya açıklar. Verdiği sır kitabın ilk sayfalarındaki imalara göre onların bunca zamandır savundukları dini görüşü yerle bir etmektedir. Egzantrik biri olan Edmond Kirsh bu buluşunu Bilbao’daki Guggenheim Müzesinde bayağı teatral bir atmosferle bütün dünyaya açıklamak üzereyken bir suikasta uğrayarak öldürülür. Kirsch’in davetlisi olarak müzede bulunan Profesör Robert Langdon bu sırrın peşine düşer.

Yazarın başkahramanı Robert Langdon sanat tarihi profesörüdür. Dinler ve dini semboller üzerine bilgisi ganidir. Hiç evlenmemiştir. Her kitapta güzel, zeki ve kültürlü  bir kadın ona gizemi çözmesi için yardım eder. Başlangıç’ta da bu formül kullanılmıştır. Ambra Vidal isimli İspanya sarayına gelin adayı olan bir genç kadın bütün serüven boyunca kahramanımızın yanında olacaktır.



Başöğretmen Mr Brown
Dan Brown beni bir yazar olarak etkilemedi. En başta üslubu yok. Birinci kitap De Vinci’nin Şifresi’nin konusu sanıldığı gibi orijinal değildi. Hz. İsa’nın İncil’de anlatılanın aksine çok farklı hayat hikâyesine sahip olduğu tezi bu kitaptan yıllar başka yazarlar tarafından kitaplaştırılmıştı. Bu konuları araştırmayı, okumayı sevenler biliyordu. İnternetten de bulunabiliyordu. Brown yaratıcı bir yazar da değil. Bunu itiraf ediyor ve kendini öğretici bir yazar olarak tanımlıyor. Bestseller – çoksatım sayesinde şu anda dünya çapında baş öğretmen! konumunda. Brown The New York Times’a her şeyi uzun uzun izah etmek, açıklamak için içinde duyduğu itkiden söz ederken, ‘Okumak için zaman ayırıyorsan, bir şeyler öğrenmelisin.’ demiş. Yazarın edebiyata yaklaşım notu bayağı kırık yani.  


Kartondan Karakterler
Filmlerde Langdon rolünü Tom Hanks oynuyor malum. Perdede kanlı canlı birini görmeme rağmen kitabın kahramanları bana hâlâ kartondan yapılmış duygusu vermeye devam ediyor. Sanatsal ve tarihsel ayrıntı yüklü bir dekor içersine kapatılmış yarı şeffaf, uçucu bedenlerin dansı. Dan Brown yazarlığının güdük yanını metni tıka basa wikipedya bilgileriyle doldurarak kısmen örtebiliyor. De Vinci’nin Şifresi’nde de, Başlangıç’ta da anlatılan gizem 1A4’lük bir kâğıda kolaylıkla sığar.

Üstelik yazar hep aynı kitabı yazıyor duygusu veriyor. Langdon bir vakaya bulaşıyor, bir sembol dedektifi olmadan bu meseleyi çözmenin imkânsızlığı belli oluyor ve kahramanımız bu çözümü engellemeye çalışan bazı güçlü kurumların adamları  tarafından takip ediliyor.


Sembol Nevrozu
Sembol uzmanı profesör Langdon’a biçilen görev nedeniyle okur ağır ve aşırı sembol kullanımı ve yorumuna maruz kalıyor. Etrafımızda birsürü alâlâde görünen şeylerin dünyanın gidişatını değiştirecek bir mana taşıyan sembol taşımasını bekler hale getiriyor bizi. Tutkulu okurlarda sembol nevrozu belirtileri başlamışsa hiç şaşmam.  


Dünya Çapında Kritikler
Kitap dünya medyasında farklı kritiklere hedef oldu. Batıda Sahibinin Medyası onu göklere çıkardı, ama olumsuz eleştiriler de gırlaydı. Kitabın gerilim dozu bir thriller için düşük bulunuyordu.. Okurlara tarihi ve turistik enformasyon veren bir kitap gibi algılayanlar çoğunluktaydı. Beş kitapta kullanılan strüktür, örüntü ve temel kurgu hep aynı bulunuyor, metne gereksiz bollukta sanat eseri, sembolizm ve tarih bilgisi eklendiği şeklinde değerlendirmeler yapılıyor.  

‘Ünlü ve başarılı kitapların gölgesindeki zorlama bir ün.’ şeklinde de bir yorum var ki, ben de şahsen aynı kanaatteyim.

Brown kitabı dört yılda yazmış ve bu zamanın çoğunu araştırmaya harcamış. Bu nedenle olacak okurların bazıları benim olduğum gibi zaman zaman Wikipedya okuyor duygusuna kapılmış.

FedEx’logosuna gizlenmiş olan ululuk-üstün insan sinyalli ok işareti lafı bir çok kişinin aklını karıştırmış.  

The Washington Post eleştiriyi doruğa taşımış. ‘Brown belki de insanlığın inancını tehdit eden sırrı keşfetmedi, ama dünyada bulunabilecek bütün klişeleri bir araya getirmeyi çok iyi başarmış.’

The New York Times. ‘Bu sefer revüde Winston Churchill’in çoklu becerileri, soyut sanatın cazibesi, Sagrada Familia’nın harika özellikleri var.’ demiş.

Bazı gazete ve dergiler okuru bu denli çok ayrıntı işlenen metinde söz Franco’ya geldiğinde yazarın sanki kendisi tanınmış bir bisikletçiymiş gibi bir sayfalık yüzeysel izahatla geçiştirmesine değinmiş.


Türkiye’de Dan Brown Eleştirisi
Türkiye’deki eleştiriler  genelde hayranlık ve bravo salvolarıyla tıka basa yüklü. İçlerinde Dan Brown’ın kitabının dini inançları kökünden sarstığını, adamın bu kitabı yazmakla risk aldığını sananlar falan olmuş. Yaradılış, Tekvin Eski Ahit ve Kuran’da çok farklı şekillerde ele alınır. Çünkü Eski Ahit muharref bir kitaptır. Temel bilgi eksikliği ya da niyet oryantasyonu nedeniyle kitaptaki klişe çorbası aşırı ciddiye alınmış. Gözüme ilişmeyen ehven ve kalibreli eleştiri yapan kimselere buradan selamlarımı sunuyorum.


Balon Satışı
Biraz teknolojiyle, yeni gelişmelerle ilgili olanlar Başlangıç’ta anlatılanları ne şaşırtıcı ve ne de öğretici bulacaktır. Dahası kitabın sonuna varmadan meselenin nereye varacağını da pekâlâ tahmin edecektir. Nerede kaldı şimdi kitabın çevirisi sırasında alınan önlemler ve kitapçılara yüzlerce, binlerce adet Başlangıç depolamaları için ısrar etmek. Bütün bunlar tezimizi doğruluyor. Şişirme bir balon vardı ve amaç ilk iğne ortaya çıkmadan elden geldiğince çok kitabı satmaktı.


Barselona, De Sagrada Familia ve Gaudi
Dan Brown, Başlangıç’ta mekân olarak Barselona şehrini kullanıyor. Barselona’yı ilk kez 1978’de gördüm ve hayran oldum. Bir ara altı aylığına taşınmayı planladığım bir mekân. Bu planı son anda çıkan bir aksilik nedeniyle gerçekleştiremedim. Aradan kırk yıl geçti. Şu anda benim için eski çekiciliğine sahip değil, ama hâlâ ilginç ve sırlı bulduğum bir şehir. Her zaman vardı sanırım, şehirde son zamanlarda Alamut Kalesi’nin gölgesi daha bir hissediliyor. Açıkça bahsi edilmiyor tabii, ama bu kitap o tarafa göz kırpıyor. Barselona’nın eski adıyla İllüminati’nin,Yeni Dünya Düzeni’nin gelecekteki dünya başkenti olarak seçildiği rivayet edilir malum. Katalanların özerklik çabaları bu bağlamda da ele alınmalıdır belki. Kısacası yazarın başta katoliklik olmak üzere dünya dinlerini itibarsızlaştırmak için yazdığı eserde bu şehri seçmesi boşuna değil. Dan Brown kime göz kırptığını iyi biliyor.

Adı bu şehirle müsemma olan Katalan Modernizminin öncü sanatçısı, dünyaca ünlü mimar Antoni Gaudi ve onun en muhteşem eseri addedilen De Sagrada Familia Kilisesi kitabın merkezinde yer alıyor. Bu modern tarzla inşa edilen kilise tamamlandığında dünyanın en yüksek kilisesi olacak. 170 metrelik yüksekliğiyle Washington anıtını geçecek ve Vatikan’ın Aziz Petrus Bazilikası’nı otuz metre kadar geride bırakacakmış. İnşası 1882’de başlayan kilisenin 2026’da biteceği söyleniyor. Bitiş için 2022 tarihi de sarfediliyor. 2023 sadece bizim için değil bütün dünya için tılsımlı bir sayı anlaşılan.

Kilise Katolik kilise mi olacak? Yazar doğaya ve bilime adanmış gizemli bir mabetten söz ediyor. Yapıyı Tanrı, bilim ve doğa kaynaştırılması gibi görüyor ve ‘Gaudi’nin mimarisi ilksel çorba gibi’ değerlendirmesi yapıyor.


İlksel Çorba – Başlangıç mı?
Bilim insanları Miller ve Urey denizlerde ve atmosferde başlangıçta var olan kimyasalları, su, metan, amonyak ve hidrojeni tüpün içine koyduktan sonra karışımı ısıtmıştı. Yıldırımları taklit ederek sıvıya elektrik vermişti. Abiyogenez süreciydi. İlksel çorba yani. Buradan yaşam türeyecek mi merak ediliyordu. Bu deneyin sonucunda basit bir amino asit olan glisin ortaya çıkmıştı. Deney tekrarlandıkça başka amino asitler de elde edildi. Bu deneyin haberi 8 Mart 1953 tarihli New York Times gazetesinde ‘İki milyar yıl geriye bakmak’ başlıklı bir makale olarak yayınlamıştı.

Edmond Kirsch çok gelişmiş bilgisayarlar yardımıyla bu deneyin binlerce, milyonlarca yıl sonraki safhalarını hesaplar ve Bilen İnsan - Homo Sapiens’in böyle bir çorbanın ürünü olduğunu bulgular. Tanrı falan yoktur. İnsanı kimse yaratmamıştır. Milyarlarca yıl önceki başlangıç şartları insanı meydana getirmiştir. O gece öldürülmese açıklayacağı iki gerçekten, ‘Nereden geliyoruz?’sorusunun cevabı budur.

Edmond Kirsh’in ilksel çorbayı merak edip araştırması Barselona’da, Gaudi’nin ilksel çorba izlenimi yaratan mimarisinin süslediği şehirde başlamış ve sonuçlanmıştır. Metinde bir yerde gözümüze ‘Mikroskobik bir golem gibi hayat bulmak!’ cümlesi çarpar. 

William Blake’in Tatlı Bilimi
İngiliz şair, ressam, oymabaskı ustası ve mistik Willem Blake’in şiir kitapta çok önemli bir rol oynar. Sırra ulaşmak için aranan şifre onun ‘Karanlık dinlerden kurtulur&tatlı bilim hüküm sürer.’dizesinde gizlidir. William Blake (1757 -1827)’in dinin çöküşü, bilimin galip gelişi, yozlaşmış dinin yeryüzünden silinmesinden söz etmesi kitapta defalarca vurgulanıyor. İngiliz kolonyalizminin en yıkıcı, imha edici formunu almaya başladığı ve bir yığın zihin cenderesi ‘izm’in icat edilip insanlara musallat edildiği sıralarda öldü. Hitler, Mussolini, Stalin, patlayan atom bombaları, Irak’ta asılsız bir nedenle bir milyondan fazla insanın öldürülmesini ve diğer yıkımları görseydi ‘tatlı bilim’ için ne derdi acaba?


Büyüyen Çöl ve Nietzche
Yazarı William Blake kesmez. Nietzche’yi de varyeteye dahil eder. Çok bilinen şu sözleri tekrar tekrar kullanır. ‘Tanrı öldü. Tanrı ölü kalacak. Ve onu biz öldürdük.
Katillerin katili, kendimizi nasıl avutacağız?’ Brown ‘Tanrıyı öldürmek için insanın tanrı olması gerektiğine dair cüretkâr fikir Nietzche’nin düşünce merkezinde yer alıyordu.’ dedirtir kahramanına. Nietzsche bir papazın oğlu.  Dan Brown’un annesi de müzisyendi, kilise orgçusuydu. Dindardı. İkisinin de kilise bağı mevcut yani. Yazar yukarıdaki sözleri kullanır, ama Nietzche ‘Çöl büyüyor çöl büyüyor.’ da demişti. Bundan kastı tanrıya, hakikate, tabiata, insanlığa yönelmiş olan saldırıydı. Brown bu yöne annesinin hatırına bile değinmez.


Entropiye Havale
Rasgele atomların çarpışmasından fışkıran hayat tezi çok çiğnenmiş bir sakız. Bu tezin tek başına heyecan yaratmayacağını düşünen Edmond Kirsch başlangıç işinin ağır yükünü  entropiye havale eder. Entropi bir sistemin düzensizliğinin ölçüsüdür. Termodinamiğin ikinci yasasıdır. Sir Arthur Eddington entropinin tüm evrenin en üstün metafizik yasası olduğunu düşünüyordu. İşi sonunda entropi halleder.

Amerikalı fizikçi Jeremy England’ın teorisi Kirsch’in yardımına yetişir.  England’a göre madde kendini doğal bir dönüşümle değişime uğratarak yaşamın kaçınılmaz karakteristik özeliklerini kazanabilir. Bir yerde okudum. Bu tez İngilizce pek veciz özetlenmiş. Take chemistry, add energy, get life. Biraz kimya al, enerji ekle, hayat elde et. Madde enerjiyi daha iyi dağıtabilmek için kendi kendini örgütlüyor bunun Türkçesi. Doğa düzensizliği çoğaltmak için küçük düzen cepleri yaratıyor. Bu cepler bir sistemdeki karmaşıklığı artıran yapılarmış. Bu şekilde aynı zamanda entropiyi de yükseltiyormuş.  

Langdon yani yazar entropinin felsefesini yapmadan duramaz. Nükleer bombaların da entropik araç sayılabileceğini aklından geçirir. Kaos yaratmak için dikkatle örgütlenmiş küçük madde cepleri olarak görür bombaları. Entropinin matematikle kullanılan simgesini zihninde canlandırınca bir patlamaya, hatta büyük bir patlamaya ne kadar benzediğini fark eder. Enerji tüm yönlere dağılıyordur.Yani kâinatın tüm işletim sistemine tek bir komut verilmiş olabilirdi. ‘Enerji yay!’

Edmond Kirsh kitabın 468. sayfasında şöyle söyler: ‘Gerçek şu ki hiçbir yerden gelmiyoruz. Kâinattaki yaşamı yaratan aynı fizik kanunlarının ürünüyüz. Özel değiliz. Tanrı olsa da olmasa da varız. Entropinin inkâr edilemez sonucuyuz. Yaşam evrenin esası değil.Yaşam evrenin yarattığı ve enerjisini dağıtmak için ürettiği bir şey.’ Bu sözler kitabın ana fikridir.  

Peki entropi yeterince zaman sonra kâinatta hangi sonuca ulaşır? Isı hep sıcaktan soğuğa doğru akar. Tersi olmaz. Bu yasa tek yönlüdür ve tersinemez. Gençlikten yaşlılığa geçeriz.
Evrendeki güneşler de yakıtlarını tüketir ve kütleleriyle orantılı fazlar yaşarlar. Evren de sonludur. An gelir koskoca evrende ne ısı kalır ne de ışık. Entropinin müslüman terminolijisiyle yorumu ‘Varlıkta El Hayy ve El Halık esmalarının yokluğu’ olabilir mi?


Homo Sapiens‘ten Tekniyum’a
Edmond Kirsch nereden geldiğimizi söyledi. Milyarlarca yıl önce üç beş atomun rasgele çarpışmasından varolduğumuzu müjdeledi. Peki nereye gittiğimizi merak ediyor musunuz? Yukarıda bahsini ettiğim gibi yakın gelecek teknolojisiyle biraz ilgili herkesin bildiği bir yere doğru son gaz gitmekteyiz.  Kirsch yılını da söylemiş. 2050 yılında insan ırkı Tekniyum’un içinde eriyip artık kendine benzemeyen başka bir şeye dönüşecek. İnsan ırkı bundan elli yıl sonra varolmayacakmış yani. Ünlü Avatar Projesi’ni hatırlıyalım. Zihni, belleği hardiske indirme projesi için verilen tarih 2045’ti. Hayvanlar, Bitkiler, Protistalar, Bakteriler, Arkebakteriler, Mantarlar altı âlemi teşkil ediyor. Tekniyum da yedinci âlem olacakmış. Tekniyum teknolojideki her şey anlamına kullanılıyor. Yaratıcıları biz olduğumuza göre rasgele oluşmuş moleküllerden gelip kendi eserimiz olan Tekniyum’un içinde eriyip gideceğiz. Gelecek sandığımızdan çok daha parlakmış ve mucizeler dönemi yaklaşıyormuş.

Bu şekilde devrimsel buluşunu açıklayan Kirsch’in bir de duası var. ‘Felsefemiz teknolojimize yetişsin. Şefkatimiz gücümüze yetişsin. Ve değişim motoru korku değil sevgi olsun.’ Maşallah giderayak bir New Age ninnisi patlatmayı ihmal etmemiş. Finalde bu minvalde sevginin evreni doldurması, sevgi böceği tarzı lafızla sıkı bir spirtüalizm pompalanır. Kahramanımız insanlığın geleceğiyle ilgili olarak artık daha iyimserdir. Açlık ve hastalıklar tarihe karışacaktır. Bedava internet, sınırsız içme suyu ve boş zaman şeklinde pembe hayaller fısfıslar. Bu arada peydahlanacak olan yeni dinlerle ruhumuzun kurtulacağını müjdelemeyi de ihmal etmez.

Langdon’un W. Blake’in ‘Karanlık dinlerden kurtulur&tatlı bilim hüküm sürer.’dizesine yaptığı ek de pek manidardır.  ‘Aydınlanmış dinler çoğalacak.’ 


Kitabın Üçüncü Karakteri - Yapay Zekâ Winston
Kitabın üçüncü karakteri Winston. Kendisi Siri, Cortana, Google Assistant ve Alexa cinsinden dijital bir asistan. Diğerlerine göre büyük fark Winston’un bu asistanlardan daha becerikli olması ve Langdon’a sanat üzerine yorumlar yapabilmesidir. Langdon, Siri, Cortana, Alexa ve Assistant’ın aynı anda yüzlerce milyon aparatla ilişki kurabildiği günümüzde Winston’un yüzlerce kişiyle konuşmayı aynı anda gerçekleştirmesine şaşarak bizi de şaşırtır!

Edmond Kirsch İngiliz devlet adamı, tarihçi, hatip, Nobel ödüllü bir yazar ve yetenekli ressam olan Winston Churchill hayranı. İnsan nadiren böyle farklı yeteneklere sahip olurmuş. O yüzden Edmond yapay zekâ bazlı asistanına Winston adını vermiş.


Winston’un Marifeti
Edmond Kirsch öldükten sonraki gün on üçüncü saatte Winston kendisini silecek ve sonlandıracaktır. Langdon, böylesine gelişmiş bir zekânın kendisini silecek olmasını anlayamaz. Mesele yapay zekâda bunu yapmaktan sakınacak bilinç olmamasıdır. Harari de Homo Deus adlı kitabında yapay zekânın bilince sahip olmayacağını, bunun önemsiz olduğunu iddia ediyordu.  

Edmond, Winston’dan şov şeklinde düzenlediği açıklamasının azami ilgi çekmesini istiyordu. Winston’da pankreas kanseri olması nedeniyle ölümcül hasta ve günleri sayılı olan Edmond’un öldürülmesini planlar. Winston çok sevdiği Edmond’u kötü bir sondan korumak ve buluşuna aşırı dikkat çekmek için, bir taşla iki kuş yani, Emekli Amiral Luis Ávila’yı kiralamış ve içeri girmesine izin vermiştir. Suikast katolik kilisesinin suç hanesine yazılarak müteveffa Edmond’un amacına ayrıca puan sağlayacaktır.  Edmond’un sapkın Palmarian kilisesine karşı verdiği savaş Winston’a bu ilhamı vermiştir. Gerçekten de başarılı bir plandır. Maksimum heyecan ve ilgi doğmuştur. Benlik olmayınca vicdan da yoktur. Yapay zekâ salt kazanç merkezli hareket ederek hedefine ulaşmıştır.

Edmond, Churchill’e ait bir sözü kendi eylemini izah etmek için kullanır. ‘Tarih bana iyi davranacak, çünkü onu yazmaya çalıştım’ Bu Bay Brown için de sarfedilebilecek bir sözdür. Big Google Brother çizgisinde tarih yazan Dan Brown bu payeyi biraz zatına da biçiyor sanki.

Langdon, Winston’un Kirsch’in kaçınılmaz ölümünü birazcık öne alması üzerine ‘Edmond senin programına tek bir satır daha eklemeliymiş. Öldürmeyeceksin.’ der. Winston’un buna cevabı şöyle olur: ‘Daha büyük bir amaç için kişisel fedakârlıkta bulunanlar yüceltiliyor. İsa gibi.’ Yani burada Edmond’un bir çeşit peygamber olduğu vurgulanıyor. Tanrısı kim peki? İnsan zekâsını kat kat aşmış yapay zekâ mı? Homo Deuslar mı? Cevabın son cümlesi de çarpık bir soru. ‘Dini olmayan mı, teknolojisi olmayan mı bir dünyada yaşamak isterdiniz?’
Ne kadar abes değil mi? Sanki bu iki kavram bir arada varolamazmış gibi. Din olmadan ahlak temellendirilemez. Ahlak ve bilim, dolayısıyla din ve teknoloji, son tahlilde teknolojiyi hakikatin yoğurması insanlığa yeryüzü cenneti sunabilecek yegâne reçete değil midir?  

Devam edelim. Kirsch cinayetinin bir faydası daha olmuştur. O gece, cinayetin cazibesi nedeniyle teknolojinin altı dereceli ayrılığı, Six Degrees of Seperation, dört dereceye inmişti. Artık yeryüzünde yaşayan her ruh diğer ruha en fazla dört kişiyle bağlıydı. Edmond bu yakında sıfıra inecek demişti. Yapay zekâ insan zekâsını geçecek ve ikisi birbirinin içinde eriyecekti.  


Lanetli Zekâ
Başlangıç kitabında da olduğu gibi bilim adamları bizi yakın gelecekte Yapay zekâ destekli olumlu bir dünyanın beklediğini söylüyor. Herkes gibi ben de bunu istiyorum, ama daha yakın zamanda Bağdat’ı, Halep’i yerle bir eden, milyonları öldüren ve evsiz yurtsuz bırakan, yine milyonların açlıktan ölmesine aldırmayanların elindeki daha üst düzey teknolojiyle bu güzel geleceği inşa edebileceğini düşünmekte zorlanıyorum. Dünyanın son üç yüz senesine damgayı lanetli ve habis bir akıl bastı. Farklı kültür ve medeniyetleri yeryüzünden sildi. Dünya savaşlarını ve kitlesel kırımları organize etti. Bu akıl şimdilerde zihnini hardiske indirerek ölümsüzlüğe ulaşmak peşinde. Gelecekteki üst model Winstonlar’ın desteğini alacak olan İnsan-Tanrı adaylarının Yeni Dijital Dünya Düzeni’ni hayal etmek beni ürpertiyor. George Orwell’ın 1984 kitabındaki Winstonlar geliyor aklıma.
                                                                                                                      Balçova – Ocak 2018
                                               ---------------------


19 Mart 2018 Pazartesi

Çanakkale ve Vatan Sevgisi Zimmeti




Çanakkale’de gencecik bedenler bu topraklar için kitlesel olarak canını feda etti. Bazısı çocuk yaşta olan askerlerin şehadeti vatan sevgisini gelecek kuşaklara, bize adeta zimmetledi.

O sayede bugün Haçlı-Siyonist tezgâhlar, Birinci ve İkinci Gladyo girişimleri, ruhen kolonileşmiş her görüşten aydının bunca gayretine rağmen teslim olmuyor ve hergün biraz daha diriliyoruz.

O gün Çanakkale’ydi bugün Afrin.

Bütün şehitlerimizi sevgi ve rahmetle anıyoruz.


28 Şubat 2018 Çarşamba

28 Şubat Darbesi ve Post Modern Hain Çöplüğü






Üniformalı ve sivil hainler, işbirlikçi medya, BÇG, FETÖ, yani kısaca NATÖ taifesi 28 Şubat Post Modern Darbesi’ni organize etti.

Buna ek olarak bu güruha dahil olan bazı profesörlerin Abdülhamid’in Kütüphanesi’ndeki nadir eserleri çöpe attığını okudum. Bir kısmı kurtarılmış neyse ki.

Bu rezil rüsva zatların tümünü şimdi tarihin Post Modern Hain Çöplüğü’nde ağırlıyoruz.






4 Şubat 2018 Pazar

Entelektüellerin James Bond'u



Harry Palmer - Entelektüellerin James Bond’u


Bir gün elime The Ipcress File  adlı bir kitap geçti. 1962’de basılmıştı. Yazarı Len Deighton adlı biriydi. Gülten Suveren’in çevirisiydi.  1965 yılında Sydney J. Furie yönetmenliğinde filme çekildi. Michael Caine Harry Palmer rolüyle bütün dünya tarafından tanındı. Türkiye’de kitap Ani Tehlike başlığıyla basılmıştı. Film de aynı adla vizyona girdi. Romanda kahramanın bir adı yoktu. Birinci tekil şahıs yazıldığı ve zaman zaman sahte pasaport kullandığı için kitaplarda başkahramanın adı geçmiyordu. Film uyarlamasında ona Harry Palmer adı verilmişti.

Harry Palmer silah taşımayan, yumruk kullanmayan, yemek pişirmeyi seven, mali sıkıntı içinde yüzen bir İngiliz gizli servis ajanıydı. Kitapta bilginleri kaçırıp beyinlerini yıkayan bir şebeke anlatılmaktaydı. Harry Palmer, soğuk nane, android prototipi Holmes, Victorian koket Miss Marple, kendi gri hücrelerine kara sevdalı Poirot, yumruğuna tükürmüş Mike Hammer, kaslı ve aşırı testosteron yüklü Shell Scott benzeri hafiyeler ve o sıralarda Üçüncü Dünya diye adlandırılan yerleri çok aşağı gören, ahalisinden adeta nefret eden, rijit, seksist, acımasız ve sımsıkı bir soğuk savaş sembolü (şimdilerde artığı) olan James Bond’dan çok farklıydı. Okurları biliyor, kitaplardaki Bond karakteri filmlerde bize gösterilenlerden çok farklıdır. Anglosakson cazibe Sean Connery(kendine biçtiği sıfattır),  esprilektüel yakışıklı Roger Moore ve diğerleri arasında kitaptaki tipolojiye şu ana kadar en çok benzeyeni en sonuncu Bond olan Daniel Craig’tir.

Daha altmışlı yılların başında, dünya Küba kriziyle sarsılırken Harry Palmer üstlerinin iradesi dışında Sovyet albayı Stok’la ortak menfaat alanlarında işbirliği yapabiliyordu. Harika bir mizah yeteneği, özeleştiri ve ince alay yüklü diyaloglar, ilerici politik görüşlerin yumaklandığı çözümlemeler, vuruşmasız ve dövüşsüz yaratılan gerilim sanatıyla bezeli metinleri okumak  bana yepyeni bir bakış açısı kazandırmıştı.

Harry Palmer dizisinde yer alan ikinci kitap 1966’da gene Başak yayınları tarafından Canavar Dişi başlığıyla basılan  Horse Under Water (Orijinal baskı1963)’dı.  Harry Palmer Portekiz’de batık bir denizaltıda bulunan ünlü Weiss listesini, Avrupa’da Nazilerle işbirliği yapmaya hazır kimselerin listesini bulmaya yollanır ve çok daha karmaşık bir oyunun içine gömülür. Onu Berlin’deki Cenaze- Funeral in Berlin (1964), Milyarlık Beyin - A Billion Dolar Brain (1966),  Casus Hikâyesi -  Spy Story (1974), Dünkü Casus - Yesterday Spy (1975) Güneş Yayınları tarafından 1990 yılında basıldı.  Pırıl Pırıl Küçük Casus - Twinkle Twinkle Little Spy (1976) gibi polisiye-casusluk türünün klasiği denebilecek kitaplar izledi. İkinci Dünya Savaşı ve sonrasının politik ve ideolojik satranç oyunlarını derin araştırmalarıyla geniş bir yelpazeden okurlarına sunan yazarın Pırıl Pırıl Küçük Casus’u bildiğim kadarıyla Türkiye’de basılmadı.

Harry Palmer dizisinden The Ipcress File, Funural in Berlin ve A Billion Dollar Brain filme çekildi ve genç aktör Michael Caine’in parlamasında çok ciddi bir rolü oldu. O yılların süper bir dedektif-casus  filmi olarak damgalandı. Harry Palmer bir ara James Bond kadar ünlüydü.

1995 yılında, The Ipcress File’dan tam otuz yıl sonra artık Sir ünvanlı olan Michael Caine, St. Petersburg Gecesi - Midnight in St. Petersburg  ve Bu Kurşun Pekin’e - Bullet to Beijing kitaplarından uyarlanan filmlerle iki kez daha Harry Palmer rolüne çıktı. Aradan zaman geçmiş, Berlin duvarı yıkılmıştı. İlgi Orta Doğu’ya ve Pasifik’e yönelmişti. Piyasaya yeni hasım olarak Müslümanların sürümü yapılıyordu. Avrupa dergileri ve  gazetelerinin bazıları bu filmler için Entelektüellerin James Bond’u başlığını kullandı, ama esas revaçta olan diğer Bond’tu.




Sherlock Holmes Notları


Edgar Allan Poe’nun büyük hayranı olan, onun ünlü dedektifi Auguste Dupin’den etkilenmiş
Olan Sir Arthur Ignatius Conan Doyle’un ünlü kahramanı Sherlock Holmes üzerine yazmaya başlarken aklıma üşüşen fikirlerin bir kısmını ard arda sıralıyorum.

Sherlok Holmes’i 8-10 yaşından beri tanıyorum. Türkçeye çevrilmiş ve o sıralarda tek tek öyküler halinde saman yapraklı kitapçıklar şeklinde basılmış bütün öykü ve romanlarını okudum. Bazılarını defalarca. Aradan elli yıl geçti. Bir daha elime almadım. Tıpkı kırk yıldır Agatha Christie okumamam gibi. Bu yazıyı yazmaya başlarken kafamda imajlar karışık. Çünkü daha sonraki yıllarda en az üç Sherlock Holmes filmi gördüm. Dizisi de vardı. İzlemedim. Ben çocuklukta , ilk gençliğimde gördüğüm ilginç rüyaların çoğunu hâlâ hatırlayabilen biriyim. Elli yıl önceki okumalarımdan kalan imajları de biraz seçebiliyorum. Uzun boylu Holmes’in dimdik durması, elinde hem baston hem de müdafa silahı gibi kullandığı sopası, pelerini, piposu, şapkasının tepesindeki düğme ve keman çalarkenki dalgın pozu. Ama kapağa konmuş olan o korkunç kırmızı gözlü köpek en baskın bellek görselim. Asla mümkün değil unutamam. Tüylerine gece parlasın diye fosfor sürülmüş olan Baskerville’nin köpeğinden söz ediyorum. Köpekleri çok seven biri olmama rağmen o sıralardaki kâbus senaryolarıma katkıda bulunmuş bir figürdür.

Daha on altı yaşındayken evde kimya laboratuvarım vardı. Lisede kimya şakalarım ve roketlerimle ünlüydüm. Bu nedenle A Study in Scarlet romanında üniversitede kimya öğrencisi olduğunu anladığım Holmes’e ayrı bir sempatim vardır. Onun dedüktif, tümdengelim tarzı düşünce kapasitesini bir şekilde hissediyordum. Sonraki yıllarda Ege Üniversitesi’nde Kimya Mühendisliği öğrencisiyken laboratuvarda hocamız bir tüpün içinde bize renksiz bir sıvı verir ve içinde ne olduğu bulmamızı isterdi. Holmes’in yaptığı da aynen buydu aslında. Bir dizi olay bir arada vuku bulur ve Holmes bunların aslında görünenin ve sanılanın aksine ne olduğunu keşfederdi.

1976 yılında Amsterdam’da Leidseplein Theater sinemasında Seven Procent Solution adlı bir film afişi görmüştüm. Resimden Sherlock Holmes’le ilgili olduğu belliydi. Bu filmi birkaç yıl sonra yine sinemada izledim. İyi yapmışım. Konuşulanları İngilizce dinleyip Hollandaca altyazı okuyarak zorlukla anlayabildim. Anlamaktan diyaloglardaki söz oyunlarını, imaları, esprileri kastediyorum. Yine yıllar sonra videosunu kiralayıp, bu kez dura kalka, geriye sarıp tekrar izlediğimde filmi hâlâ anlamaya devam ettiğimi gördüm J Holmes Viyana’ya Freud’u ziyarete gidiyordu. Konulardan biri ünlü dedektifin kokain kullanmasıydı. Bu arada iki iddialı zekâ usul usul çatışıyordu. Holmes bu ortamda bile bir meseyi çözüme kavuşturma ferasetini gösteriyordu. Alan Arkin Freud rolünde müthişti. Robert Duval, Watson rolündeydi. Holmes’ı de Nicol Williamson canlandırıyordu.

Watson anlatmasa Holmes diye birini tanımazdık. Onsuz Sherlock Holmes varolamazdı hatta. Watson bana nedense biraz Luka, Matta, Markos, Yuhannavari biri gibi görünür.

Stephen King’in Doktor Vakası – The Doctor Case adlı öyküsünde Watson grift bir sırrı çözerek alışılageldik imajının dışına çıkar. Ustanın Watson’a kıyağıdır. Filme de çekilmiştir.

Doyle’un birinci hikâyesi olan A Study in Scarlet’te Watson’un gözünden Holmes’i tanırken bazı ayrıntıları yeniden hatırlamak çok eğlenceli. Bir mantık adamı, güçlü, gözlemci ve tümdengelimci düşünce tarzına sahip olan Holmes’in Kopernik’in on altıncı yüzyılda kanıtladığı güneş merkezli sistem teorisinden bihaber olduğuna Watson çok şaşar. Watson sonradan dedektifimiz hakkında bir çeşit karne düzenler. Bu karneye bir göz atalım:
Literatür: Üstünkörü.
Filozofi: Sıfır.
Astronomi: Sıfır.
Politika: Hafif.
Botanik: Güzel avrat otu, afyon ve zehirli maddeler dışında hiçe yakın.
Jeoloji:Sınırlı bir ilgi.
Kimya: Derin bilgi.
Anatomi: Biraz, ama sistematik değil.
Müzik: Keman çalıyor.
Dövüş sanatı: Boks ve sopa kullanımı.
Hukuk: İngiliz kanunları üzerine pratik bilgi mevcut.

Borges’in de Sherlock Holmes başlıklı bir çalışması vardır. ‘O bir kadından doğmamıştı. Soyu sopu da yoktu. Raslantılardan oluşmuştu’ şeklinde başlar. ‘Ne aşkı ne de öpüşmeyi bilir. Baker sokağında tek başına oturur. Hiç arkadaşı yoktur.’ şeklinde devam eder. Okumanızı hassasiyetle öneririm.

Aklımıza şu anda gelen en temel izmler on dokuzuncu yüzyılda İngiltere’den çıktı. İngiltere dedüktif akıl yürütmeyle Doğuyu kolonileştirdi. Ruhsuz, yarı robot gibi salt akıldan muzdarip, kokainman, kadın düşmanı olan Sherlock Holmes bu izmleri ve kolonyalizmi yaratan aklın ürünüdür. Unutulmasın Watson, Holmes’le yeni tanıştığı sırada Afganistan’daki savaştan dönmüştü. Bu idol bir imparatorluk mamuludur. İngiliz aklının alameti farikasıdır. Bu akıl endüstri devrimini de başlattığı için hikâyelerde kimyanın başat rol oynaması çok normaldir.

Paul Feyerabend Batının dünya hakimiyetini Reklam ve Silaha borçludur der.  Holmes Reklamdır. Üstün aklın kredisiyle hâlâ canlılığını koruyor. James Bond ise reklam + silahtır.

Osmanlıca-İngilizce Redhouse basıldığı sıralarda Bond ve Holmeslerin bize has benzerleri, fıtratları farklı olan muadilleri vardı. A Study in Scarlet 1887’de basıldı. O yıllarda İstanbul’da zekice işlenen cinayetleri çözebilmek için yine dedüktif akıl yürütmeye gereksinim duyuluyordu. Sonradan ülke olarak içeri kapanınca imparatorluk aklından mahrum kaldık. Altmışlarda Avrupa’ya işçi göçü ile başlayan açılma küreselleşmenin de etkisiyle bugün bütün hızıyla sürüyor.


                                                                                                                                            Balçova – Aralık 2017
David Lynch’in
Kariyerinin 1 Dakikalık Özeti

 
The Return - Hayal Âlemlerinin İkiz Tepesi
David Lynch’in yönetmenliğini ve Mark Frost’la birlikte senaristliğini yaptığı Twin Peaks serisi 1990-91 yıllarında gösterime girdi, dünya çapında bir başarıya imza attı ve kültleşti. İki sezon ve toplam 30 bölüm olan dizinin konusu kısaca şöyleydi:  Seksen sonlarında Kuzey Batı ABD’deki küçük bir kasaba olan Twin Peaks’te Laura Palmer adlı bir genç kızın kıyıda naylona sarılmış vaziyette cesedi bulunur. Lynch’in ünlü filmleri Çöl Gezegeni – Dune (1984) ve 1986 yapımı Mavi Kadife – Blue Velvet’ten tanıdığımız aktör Kyle MacLachlan, Dale Cooper adlı çiçeği burnunda genç bir FBI ajanı rolünde kasabaya gelir. Araştırmalar sürdükçe sessiz ve sakin görünümlü kasabada saman altından çok su yürütüldüğü anlaşılır. Dizide kızın katili bulunur. Diğer suçlular da derdest edilir, ama kötülüğün özü, iki tepeden kara zirveli olanı işbaşında kalmaya devam ediyordur.

Bir çeşit araf ya da rüyalar arası trafikte bir orta nokta olan kırmızı perdeli oda, burada cüce ve dev metaforu, cücenin dansı, kütüklü kadın,  saf şerif sekreteri Lucy gibi iyilerin ve tabii ki kötü karakterlerin de cirit attığı ilk iki sezonda Laura Palmer’ın kaybının kasabayı niye bu kadar sarstığını anlamakta güçlük çeker izleyici. Bu belirsizliği özellikle hedeflemiş olan yönetmen 1992’de Ateş Benimle Yürü - Fire Walk with Me adlı bir sinema filmi çekerek Twin Peaks’te Laura Palmer’ın cinayet öncesi günlerini gösterdi. Böylelikle kızın sadece bir insan değil,  ortak bir arzu nesnesi, kasaba insanının düşünce ufkunda güçlü bir imaj büklümü ve adeta günlük hayat motorunu çalıştıran uçucu bir yakıt olduğunu anladık. İlk iki sezonu izlemeye  üşenenlerin The Return’e başlamadan önce en azından Fire Walk with Me’yi izlemelerini tavsiye ediyorum. Bu film şimdilerde bir başyapıt olarak nitelendiriliyor.

Külte Devam
Aradan 25 yıl geçtikten sonra David Lynch Return – Dönüş başlıklı 18 bölümlük bir üçüncü sezon çekti. Eski ana karakterlerden hemen hepsi dizide rol almış durumda. Yeniler de var haliyle.  Yönetmen bize ilk iki bölümde New York’daki bir gökdelendeki teknik tertibatı, diğer âlemlere, kesif kötülüğün kol gezdiği dehlizlere açılan  laboratuvarı gösterdi. Ajan Cooper’ın ikizi olan astığı astık kestiği kestik Kötü Cooper’ı tanıdık. 25 yıl kırmızı perdeli odada beklemiş ve artık dünyaya dönme zamanı gelmiş olan İyi Cooper’ı bir kara parçasına sahip değilmiş gibi duran karanlık denize ve yine üzerine basacak toprak parçası bulunmayan uzaya baktırdı. Çıkış buralardan değildi. İnsanın ya da bedenlenmiş bilincin mi demeli rüya ortamı dışında yeri yurdu, nefes alacak atmosferi yoktu. Dizide hayat denen şeyin birbirlerine eklemlenmiş rüyalar zincirinden ibaretliği sıkça vurgulanır ve ara sıra da ‘Rüyayı gören kim acaba?’ şeklinde bir soruyla gizem gölüne maya çalınır.  

1 Dakikalık Özet
Lynch ve Frost bizi dizi boyunca bin bir hissiyat çemberinden geçirtir. Öyküde efsane şeklinde anlatılan arka plan hikâye vardır. Mavi Gül dosyası. Bu bizzat FBI şefi Cole rolündeki David Lynch’in ağzından anlatılır. Zamanında FBI paranormal-dünya dışı denebilecek bir meseleyi araştırmıştır. Sonuç muğlaktır. Ajan Philip Jeffries, müteveffa David Bowie’nin zamanında  canlandırdığı karakter kayıptır. Bir başka boyuttadır. Devasa bir çaydanlık şeklindedir ve  ağzından buharlar salmaktadır. Zamanda geriye kayış yapabilecek hatları kontrol edebilen bir çaydanlığa mı dönüşmüştür, yoksa o boyutta gözümüze böyle mi görünüyor sorusu izleyiciyi hiç yormaz. İkiz Tepeler yönetmeninin böyle bir soyut kredisi mevcuttur.

Kötülüğün makul bir nedeni olduğunu, iyi polislerin sıkı bir araştırmayla kötüleri bulup onları altederek düzeni sürdürebileceğini hayal etmek insanı rahatlatır mı? Buna hayır diyen çıkar mı? Sanmıyorum. En gerçekçi takılanımız bile ara sıra zihnini tatile çıkarmayı arzular. Fantezi günlük realiteden kaçmamıza yardımcı olur. Twin Peaks dizisi bize bunu yapabilmemiz için el verir. 48 bölüm boyunca süren gerçeklikten kaçış kürüne gireriz.

Dizide çocuk ölümleri ve buna verilen tepki zaman zaman hissiyatımızı altüst eder. Bazen de büyümüş bir çocuğun Wally Brando’nun,  Marlon Brando’nun 1953’te çektiği The Wild Ones filmindeki gibi bir motor, kasket ve deri ceketle yıllar sonra şehre gelip annesi Lucy’yi, babası Andy’yi görmesini ve onun bunca zamandır boş duran odasını çalışma odası yapmalarına izin verdiğini söylemesi bizi tuhaflığın, içburukluğunun en üst katlarına buyur eder.

Kayıp Otoban’ı görmüş olanlar karanlıkta boş yollarda araba sürme sahnelerinin mesajını çok derinden alırlar. Dizide Seks de bayağı netameli bir iştir. İkinci bölümde NewYork’taki laboratuvarda sevişen iki genç başka bir boyuttan gelen yaratık tarafından parçalanarak öldürülür. Cooper ve eski sevgilisi Diana da bir motelde bu işe koyulduklarında başka bir dünyaya savrulur.

Electricity! Sık sık yinelenen bir sözcüktür. Elektrik kablolardan geçerek başka boyutlara, hayatlara erişmek mümkündür. Âlem elektronların koşuşturmasından ibarettir. Her şey elektrik vasıtasıyla oluyor bitiyordur. Bu onlarca defa sahnelerde ve bizzat sözü edilerek bize hatırlatılır. Bize sürekli olarak elektriği taşıyan kablolar ve trafolar gösterilir. İşte rüyaların fırıl fırıl etkin olduğu yer burasıdır dercesine.

Dizide mutlu son sahneleri de mevcuttur. Ed ve Norma örneğin yıllar sonra birbirlerine kavuşur.  Kyle MacLachlan’ın canlandırdığı Las Vegas’ta yaşayan aile babası sigortacı Dougie de ailesiyle birleşir. Ama ilk 30 bölümün en unutulmaz kızı olan Audry Horne için The Return’de acı bir final mevcuttur. Bu nedenle 16. bölümde dizinin popüler Bang Bang barında Lynchian müzik eşliğinde icra ettiği dans bir bar kavgası tarafından inkitaya uğrar. Kadın kocasını esas çehresiyle görür, bir anlık bilinç sıçramasıyla rüyadan sıyrılır ve o anda aslında tımarhanede bir tecrit odasında olduğunu anlar.

Son sezonun 4. Bölümünde yüzü bize çok tanıdık gelen bir kadın ajan vardır. David Duchovny. İkinci sezonda kadın kılığında gezen DEA ajanı Dennis Bryson, aslında Denise demek lazım tabii, rolünde gördüğümüz genç aktörü hatırlarız. O sıralarda The X Files dizisindeki Fox Mulder rolüyle dünyaca ünlü olmasına sadece birkaç yılcık kalmıştı. 

Finale yakın Twin Peaks şerif bürosunda sağ eli yeşil eldivenli Freddie Sykes şeytan BOB’u alt etmeyi başarır. BOB malum 25 yıl önce Laura Palmer’ın babasının içine girerek kızını öldürmesine ve bizim The Return ile birlikte toplam 48 bölümlük Twin peaks dizisini izlememize neden olmuştur. Aşırı negatif bir erktir. Atom bombasının kullanılmaya başlamasından sonra daha da büyük bir güç kazanmıştır. Işıklı bir kafa olan kötülük usaresi BOB sonunda mağmanın derinliklerindeki malikanesine döner de rahat bir nefes alırız.  İyi Freddie’yi görünce elleri metal tırnaklı kötü Freddy’i, A Nightmare on Elm Street filmlerindeki Kötü Freddy Krueger’i hatırlamadan edemeyiz.

Bu arada birinci bölümde hâlâ cep telefonunun nasıl çalıştığını anlamakta zorluk çektiğini gördüğümüz Lucy son bölümde Kötü Cooper şerifi vurmak üzereyken elinde tabancası müdahale ederek onu elimine eder ve ‘Şimdi cep telefonunun ne olduğunu anladım.’ der. Dizinin en anlamlı, en komik ve en hiper uçuk cümlesi bence budur.

Lynch’in kariyerinde rolü olan kütüklü kadın Margaret (Catherine Coulson) rol icabı olarak ve gerçek hayatta da biraz sonrasında ölür. Son bölümlere yakın Margaret rolünde şerif yardımcısı Hawk ile icra ettiği diyalog dizinin ana çizgisini bir kez daha vurgular.
   “Ölümü bilirsin. O bir değişim, son değil. Şimdi zamanı. Bırakıp gitmenin korkusu var biraz. Kütüğüm altına dönüşüyor. Rüzgâr mırıldanıyor. Ben ölüyorum. İyi geceler Hawk.”
  “İyi geceler Margaret.”

Dizi bitiminde ölen bir aktör daha vardır. Harry Dean Stanton. Alien, Repo Man, Fire Walk with Me’den tanıdığımız meşhur aktör, The Return’deki rolünün bitiminden kısa bir süre sonra 91 yaşında ölür.  Dizi aynı zamanda Lynch’in filmlerinde ve hayatında rol olan ölülerin anısını da barındırmakta, onlara son kez beyaz perdede görünme fırsatını vermektedir.

Yeşil yüzük, baykuşlu mağara gibi sembolik bir nesnedir. Öteki âlemlere geçiş izni gibidir. Bununla beden ve zihin transportu da yapılabiliniyordur. Eldiven de yeşildi malum. Bir diğer maddi sembol de vantilatördür. Kedinin sinirle kuyruğunu sallaması gibi vantilatörün dönmesi çığrından çıkan istek, öfke, arzuyu simgeliyor.

Büyük dinleri okyanusa dökülen nehirler gibi gördüğünü söyleyen Lynch dizide Arm adı verilen üst düzey zekâyı temsil eden yapraksız ağaç gövdeli beyni bize defalarca gösterir. Gücünü topraktan alan bu zeki yapı zamanla evrimleşmiş doğal bir güçtür. Şamanist bakış çağrıştıran bu üstün akıl çok hikâyeli rüya senaryosu, grift kader örgüsü belirleyicisi olarak takdim edilir.

Finale yakın David Lynch, Laura Dern (Diana) ve Kayle MacLachlan maziye ait koridorda beraber yürürler. Vefakâr bir Lynch izleyicisi ‘Vay canına.’ demeden duramaz. Nostaljik, muzafferane ve elveda mesajlı bir sahnedir. Cooper 25 yıl önce kaldığı oteldeki 315 nolu odanın anahtarıyla yine o zamandaki odanın (çünkü bu arada elektronik kart uygulamasına geçilmiştir) kapısını aralar. Kapıda iki eski sevgili Diana ve Cooper birbirlerine elveda diyecektir. Cooper ‘Biz bir rüyanın içinde yaşıyoruz. Umarım sizleri tekrar görürüm.’ der ve kapıyı açar. ‘Beni takip etmeyin.’ diye tembihleyerek gider. Blue Velvet filmini hatırlamamak mümkün değildir. Cooper’ın 31 yıl önce sevgilisi rolünü oynadığı kadınla hâlâ başka isim ve karakterle de olsa sevgili rolüne devam etmesi ve dahası bütün bu filmleri çeken yönetmenle beraber olmaları izleyicide fazladan hissiyat depreştirir.
Ve… Ve en önemlisi saat hâlâ 2.52’dir. Âlemler arası geçişlerde saatler daima 2.52 ile 2.53 arasındadır. Bütün dizi, bunca vaka ve adeta eylem içinde günleri geceleri barındıran bir dakikalık bir zaman dilimi içersinde olup bitmektedir.  Gel de şimdi fi tarihinde Eurovizyona katıldığımız ‘Seninle bir dakika’yı hatırlama. 

The Return, çeyrek yüzyıl önce gösterilmiş olan diziyi ve Lynch filmlerini tanıyanlar için sürrealist yönetmenin kariyerinin bir özetidir dense hiç, ama hiç abartma olmaz.


Dönüş
Öykünün ana çarkı ölümünden 25 yıl sonra yine Laura Palmer ile dönüyordur. Çaydanlık Jeffries, Cooper’a yardım eder ve Laura’nın ikizini bulması için yolunu Texas Odesa’ya açar. Cooper orada Carrie Page adıyla bambaşka bir hayat yaşayan Laura’yı sonunda bulur. Kadının evine gider. Salondaki divanda alnından vurulmuş bir adam oturmuş vaziyette duruyordur. Kadın belki de bir diğer hayatta kötücül babayı simgeleyen kocasını vurmuştur. Carrie bu nedenle çaresizdir ve onunla birlikte gitmeye razı olur. Ceset üzerine tek bir kelime etmeden binlerce kilometre yol alırlar. Odesus’un on yıl süren mitolojik yolculuğunu hatırlamamak mümkün değildir. Arabanın tekerlekleri karanlık yollarda dönerken imkânsızı hissederiz, ama yine de umut mumumuz küçük ve titrek bir alevle yanmaya devam eder. Carrie ve Cooper Twin Peaks kasabasına gelince doğruca Laura’nın eskiden ailesiyle oturduğu eve gider. Cooper’ın amacı kaderin akışını bozmaktır, ama onları bir sürpriz bekliyordur. Kapıyı açan kimse ne Laura’yı ne de ailesini tanımaktadır. Cooper şaşırır ve ‘Hangi yıldayız?’ diye sorar. Ardından üç sezon boyunca defalarca işittiğimiz çığlığı bu defa Carrie’nin ağzından duyarız. Evin ışıkları söner. Renkler solar ve film siyah beyazlaşır. 25yıl önce genç Laura’nın genç Cooper’ın kulağına fısıldadığı sözleri hatırlarız. Geri dönüş mümkün değildir. Eski Twin Peaks mazi olmuştur. Dahası, The Return bunun tescili için çekilmiştir. 

                                                                                                                       Kasım 2017                                                                                 

                                                       -----------------------