13 Aralık 2017 Çarşamba

Ahir Zaman Kehanetleri



Yuval Noah Harari’nin Homo Deus – İnsan Tanrı – Yarının Kısa Bir Tarihi adlı kitabı üzerine bir inceleme

 
 Yuval Noah Harari 1976 doğumlu İsrailli bir tarihçi. Kudüs İbrani Üniversitesi’nde Beşeri    

  Bilimler Fakültesi Tarih bölümünde dünya tarihi dersleri veriyor. Ünlü Sapiens (2011) adlı kitabından sonra Homo Deus – İnsan Tanrı (2015)  adlı dünya çok satanlar listesine giren kitabının Türkçe çevirisi bu yılın başında basıldı.

  2045’te tamamlanması öngörülen Avatar Ölümsüzlük Projesini, insan zihninin bir buluta bağlanarak ayaklı bilgi deposu haline getirilmesini, bedenin nanoteknolojiyle hastalıklardan arındırılmasını  Humanity 2.0 - İnsanlık 2.0,  Singularity - Tekillik kavramlarını, Ex Machina (2015) adlı filmde yaratıcısını öldürerek laboratuvar ortamından kaçan robot kızı da bir arada düşünün. Otuz yıl içinde insandan bin misli daha zeki olacak yapay zekâyı ve biraz George Orwell’ın ünlü 1984 romanı atmosferini hatırlayın. İnsan Tanrı – Yarının Kısa Bir Tarihi  kitabı  bu ortamın ürünü. İnsanlığı yarınlarda bekleyen akıl almaz gelişmelerden söz ediyor. Bunun yanı sıra Homo Sapiens’in geçmişi, tarih, siyaset, evrim teorisi, modernite, kapitalizm, hümanizm, dinler vb. de ana meselenin bileşeni durumunda.

Otodidakt Bir Genç Yazar!
  Homo Deus – İnsan Tanrı kitabını notlar alarak okudum. İlk intibam metni canlı, renkli, ilginç ve merak çekici kılmak adına bir tarihçinin bilgi sınırını çok aşan çeşitlilikte bir malzemenin yer yer özensizce çatılmış olduğuydu. Kitap bilişsel bilimlerin önemli kavramlarının başlıcalarını ustalıkla ele alıyor, ama bu kitabın yaptığı toplam etkiyi çok etkilemiyor.  Özellikle iktisadi ve siyasi konulardaki acemi işi kestirimleri, Müslümanlara karşı takındığı hasmane tavır ve kasıtlı cahilliği kitabın kalitesini düşürüyor.

Metnin cazibeli yanlarının yanı sıra yazarın özensizliği, dağınıklığı, yüzeyselliği sayısız eleştirmen tarafından dile getirilmiş durumda. Anlatımda akademik disiplin sınırlarının belirsizleşmesi de sıkça sözü edilen nokta. Bir sayfada tarih öncesi vakaları işlerken birden algoritmaya, dataizme ve gelecek vizyonlarına sıçrıyor. Bazen sorduğu sorular cevaplandırdıklarından fazla oluyor. Kitap onlarca cevapsız duran soruyla bitiyor.

The Wall Street Journal’ın ünlü bilim sayfası yazarı  Charles C. Mann’ın, yazarın bir önceki kitabı Sapiens için, “Bu kitap online forum yazışmalarından yararlanan otodidakt bir genç yazar tarafından yazılmadıysa, şakacı bir akademisyen tarafından kaleme alınmış olmalıdır.” mealinde bir yorumunu okuyunca araştırdım ve benzer düşüncede olanların sayısının yüksek olduğunu keşfettim.



Kışkırtıcı tezler
  En temel alanlara ve insan hasletlerine yönelik hızlı ele alış yazara üsttenci bakışla yorumlama ve kışkırtma imkânı veriyor. Harari nötral ve meselelere mesafeli yaklaşımlı biri değil. Kasıtlı olarak kışkırtıcı yorumlar kullanarak kitabın cazibesini artırıyor. İddiaları bilinen ve sıkça gündeme gelen şeyler, ama kat kat ambalaj ve reklamla yepyeni bir şey gibi sunuldu. Bir yönüyle populüze edildi. Google’ın Tanrı İnsan’a varma amaçlı yapay zekâ çalışmalarını düşünün. Bu kitap o projeyle ilgili biraz da.
“Tarih insanın Tanrı’yı icat etmesiyle başladı ve Tanrı’ya dönüşmesiyle son bulacak.

Her insanın iyiyi, güzeli, anlamlıyı ayırt edecek özgür bir iradeye sahip olduğu fikri terk edilmelidir.

Önümüzdeki yüzyılda insan haklarına ve demokrasiye duyduğumuz inanç gelecek nesillere anlamsız görünebilir.

Ölümün olmadığı bir dünyada Hıristiyanlık, İslamiyet ve Hinduizm’e ne olacak? Cennet, cehennem ve reenkarnasyon yoksa...

İnsani sınıflar arasında şu ana kadarki bütün farklar maddi ve manevi değerlere bağlıydı. Artık biyolojik farklar belirleyici olacak. Yeni seçkin sınıfın sağlık, eğitim ve toplumsal refaha yönelik yaklaşımı çok şeyi belirleyecek.

Makinelerin başarısı yüzünden fiziksel işleri onlara bıraktık. Bilişsel işleri de onlara bıraktığımızda üçüncü bir yeteneğimiz kalmayabilir. ‘Süper Seçkinler’ ve ekonomik ve askeri anlamda faydasız insanlardan ibaret bir dünyada kalabiliriz.

Gelecek nesiller eskiden olduğu gibi Zeus’un korku, tuhaflık ve güç sınırlarına sahip olacak. “
Bu tez, iddia ve yorumları ana kategoriler olarak ele alalım.


Hayatın Anlamı
  İsrailli yazar Yuval Noah Harari “Hayatın anlamı nedir?” cinsinden büyük sorular sormayı seviyor, kitap boyunca lafını ediyor ve bilimin şu ana kadar bir anlam keşfedemediğini özellikle vurguluyor.  
  “Hayatın anlamı nedir?” sorusu öylece cevapsız kalıyor. Modernitede Tanrı artık Nietzsche’nin on dokuzuncu yüzyılda dediği gibi ölüdür.  Tanrısız kalan modernite insanı bu soruyu kendine yöneltmek zorunda kalıyordu. Din onlara en azından bir düşünme yönü sağlıyor. Teknoloji bunu yapamaz. Atomu parçalayabilir, domuza insan hücreleri aşılayabilir ve yıldız sistemlerini keşfedebilir, ama yaşam enigmasına çözüm bulamaz.
  Hayatın bir anlam taşıyıp taşımadığı felsefi ve metafizik bir konudur. Bunun için bilimsel bir kanıt aranması abesle iştigalden başka bir şey değildir. Bilimsel buluşlar sayesinde birçok sorunun cevabına ulaşabiliriz, ama hayatın anlamının ne olduğu sorusu yine de cevapsız kalır. Kâinat 13,8 milyar yaşında. Hayatın anlamının ne olduğunu keşfetmek, bilim diliyle yalın bir şekilde ifade etmek 13,8 milyar yıl daha sürebilir.
  Yazar özgür irade ve bilinci bir yanılgı, deneyle desteklenemeyen bir varsayım olduğunu iddia ediyor. Özgür İrade ve Bilinci reddederken, üstü biraz örtük şekilde aslında bunların herkesin harcı olmadığını ima ediyor. Kendisi Homo Deus’u yazarken özgür iradesini kullandı. Ve ne yazdığının pekâlâ bilincinde. Kırıkları özenle ayrı koyuyor.

Kutsal İllüzyonun Sonu
  Yazar kitapta “Özgür irade bir illüzyondur, benlik hayali bir kurgudur” diyor sık sık. Ona göre benlik, uluslar, tanrılar ve para gibi bir kurgudan ibarettir. Özgür irade yoksa insan davranışı ilaçlar, genetik mühendisliği beyin similasyonlarıyla yönlendirilebilir şeklinde bir sonuca ulaşır.
  Yuval Noah Harari kitapta uzun ya da sonsuz ömür sürmenin dinler yönünden ne gibi bir sonuç yaratacağını sorar. Ona göre insanlar ölümden korktukları için dindardırlar. Oysa ölümden korkmayan dinsizler, ölümden korkan dindarlar vardır.
  Tanrının Adem ve Havva’yı kızgınlıkla cennetten kovması, bunun İlk Günah olması, tanrının insanı yarattığına pişman olması vb. muharref Eski Ahit sözleridir. İslamda farklıdır. First Sin - İlk Günah kavramı yoktur. Melekler tanrının yarattığı insana secde eder. Tanrı yarattığı insan nedeniyle pişman değildir. Bu noktaya özellikle değinmez.
  Yazar standart bir ateisttir. Cennet ve cehennem kavramının insanları savaşa sürüklemek için uydurulmuş olduğunu söyler. Vatan müdafası diye bir şey yoktur yani. Ona göre bilimsel bilgilerin ışığında kâinat bir hengâmeden ibarettir, varoluş süreci bir anlam taşımamaktadır.      
  Ona göre modern yaşam anlamdan yoksun bir evrende güç peşinde bitmek tükenmek bilmeyen bir koşudan ibarettir. Yakında din iyice fantezileşirken, her şey biyokimyasal ve elektronik algoritmalardan ibaret bir ağa dönüşecektir. Bu ağın içinde bireysel merkezler mevcut değildir.  
  Kitap boyunca bu iddiaları desteklemek için üç ana süreç ve teze yer veriliyor.
1 – Bilim tüm toplumu organizmaların algoritmalar ve yaşamın veri işleme süreci olduğuna ikna eden bir dogma yolunda ilerliyor.
2 -  Zekâ bilinçle yollarını ayıracak.
3 – Bilinci olmayan, ama yüksek zekâlı algoritmalar yakında bizi bizden daha iyi bilecek.


Ruh ve Evrim teorisi
  Yazar ruhun varlığının evrim teorisiyle çeliştiğini söylüyor ve “Ruh  da evrimleşmesi gerektiği için Tanrı ve ruh kavramı da asılsızdır, milyarlarca yaratığın çektiği acı ve yaşadığı haz sadece zihinsel bir kirlilikten ibarettir.” diyor.
“Lakin Darwin ruhlarımızı elimizden aldı. Evrim teorisi yeterince kavrandığında ruhun olmadığı gerçeğini kabullenmek kaçınılmazdır.

Dindar bir Hıristiyan ya da Müslüman biri için olduğu kadar, laik ve herhangi bir inanç  sistemine dahil olmayanlar için de ölümden sonra baki kalacak sonsuz bir öz fikrinden vazgeçmek oldukça korkutucu olsa gerek.

Ruhun varlığı Evrim Teorisi’yle çelişir.”
  Darwin’in Evrim teorisi tanrının varlığıyla çelişmediği için ruhun varlığına direkt karşı çıkan bir söylemi yoktur. Tam tersine kendisi evrimi Tanrının kudreti şeklinde tanımlamıştır. Darwin ateist olduğunu iddia edenlere bir Tanrıya inandığını ve agnostik olduğunu söylemiştir.
  Bu arada dindarların önemli bir kısmı evrim teorisine ve ruhun varlığına bir arada inanır. İslami öğreti tanrının kâinatı evreler şeklinde yaratması fikriyle çelişmez. Darwin’den çok önce evrimden söz etmiş El-Cahız, İbn Miskevehy ve Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi âlimler ruhun varlığına iman etmiş kimselerdi. 

 
Yapay Zekâ Homo Sapiens’e Karşı
  Google’ın mühendislik direktörü olan Ray Kurzweil yapay zekânın 2029 yılında Turing testini geçerek insan zekâsına ulaşacağını, 2047’de de süper zekâya sahip makinelerin ortaya çıkacağını söylüyor. Yapay zekâ robotlar şeklinde fizik güç isteyen işleri, yazılım şeklinde, bilişsel işlerin çok büyük bir kısmını üstlenecek.
 Yazar kitabında Google çizgisinden yürüyerek bu öngörüleri anlatıyor.  Süper seçkinler, her yönden faydasızlaşmış kitleler ve bu ikisinin arasına sıkışmış yeni orta sınıf şeklinde üç gruptan söz ediyor. Önce süper seçkinleri ele alalım.

 
Süper Alfalar
  Özelikle son elli-altmış yılda giderek artan miktarda makale, kitap ve film bu konuyu işliyor. Bir gen aristokrasisi öngörülüyor. Daha yavaş yaşlanan, daha az hastalanan, genetik dokunuşla zeki, güzel, yakışıklı ve üstün yetenekli hâle gelmiş insanlar söz konusu. Süper Alfalar yani. Onlar ve diğerleri şeklinde gruplaşmadan söz ediliyor.
  Elitler giderek daha fazla güce ve imkâna kavuşuyor. Elit olmayanlarla aralarındaki uçurum her gün daha derinleşiyor. Biz yeni bir devrin eşiğinde olduğumuzun bilincindeyiz. Hâkim gücün karakterini iyi tanıdığımızdan pembe renkli mutlu bir son garantisine sahip olmadığımızı iyi biliyoruz. Yazar çokça çiğnenmiş bir sakızı ambalajlayıp yeniden sunuyor.


İnsan Tanrılar
  Yazar 21. Yüzyılda güçlü kurgular ve totaliter dinler yaşayacağımızı söylüyor. Uydurma dini metinlerden feyz alan muktedirlerin bunun için çabaladığını sağır sultan bile biliyor. Sanal cennet ve cehennemler yaratacaklar. Şu anda bile var. Marka, hiper mahalle, statü azlığı ya da bolluğu. Bunlara birazdan lüks sanal mertebeler, hastalıksız hayatlar ve uzatılmış ömürler falan da eklenecek.
  Ancak kurguyu gerçekten ayıranlar kendi özgün iradelerini kullanabilecek. Filmler bunu anlatıyor. Hazırlık yapıyor adeta. Yeni milenyuma girmek üzereyken yapılmış gerçek hayatla, kurgunun birbirine girdiği zamanları anlatan ExistenZ – Varoluş filmi bunu anlatıyordu. Matrix ve The Dark City – Karanlık Şehir filmleri de öyle.
   Bir avuç zenginin toplam mal varlığı göze alındığında yakın gelecekteki Neo-Zeusların kimler olacağını tahmin etmek zor değil. Dahi yönetmen Stanley Kubrick son filmi Eyes Wide Shut – Gözleri Tamamen Kapalı (1999) filmindeki maskeli zatlar bunlar. Dünyanın yöneticileri. Neo-Zeuslaşmak için gün sayanlar.
  Bu zatlar henüz ölümlüler ve yerçekimi kanunlarına tabiler. Bunlar aşıldığında kimsenin karşı koyamayacağı mitolojik tanrı benzeri yaratıklara dönüşecekleri bir ân pekâlâ gelebilir. Bu kaçınılmaz olarak kendi aralarında çatışmayı da getirecek. Paris, Güzel Helena’yı kaçırmaya devam edecek yani. İşin bir de ilahi bir boyutu ve kadim kehanetler yanı var ki, buna ilerleyen satırlarda değineceğim.


Kurgu Âlemleri
  Evlere kapanan bilgisayarın arkasında oturan, odada yiyip, içen, uyuyan çocukları ve ergenleri düşünün. Keşke dışarıdaki iş hayatı, alışveriş, mecburi akraba ziyaretleri ve de tabii ki okul olmasa diye hayal ettiklerini biliyoruz. Bunlar hazırlık nesli. Bir sonraki nesil kurgu âleminin ilk tebası olacak. Bir an gelecek televizyon, internet ve radyo erişiminin zaman zaman tümden engellendiği devirleri göreceğiz. Bu durum Neo-Zeuslar’ın işine gelmeyeceği için şimdiden devlet tedbirlerini aşacak teknik sistemleri inşa ediyorlar. Yasaklar ve sınırlamalar pek işe yaramayacak yani.
 Yazar ‘Yirmi yaşının altındakiler, hatta biraz üstü olanların bu konuda ikna edilmeye bile ihtiyacı yoktur.’ der ki, ancak bir ölçüde haklıdır.  Bilgisayar oyunları ve arama motorundaki algoritmik uyarlamalar çocukları ve gençleri derinden etkiliyor. Yakın gelecekte insanlığı şu andan hayal edilmesi güç bir değişim bekliyor.
 
Dataizm Gerçekten Son Nokta mı?
“Dataizme göre insan deneyimleri kutsal değildir.
Homo sapiens yaradılışın zirvesi değildir ve Homo Deus’un öncüsü değildir. Homo Sapiens köhne bir algoritmadan ibarettir.”
  Dataizm evrenin veri akışından ibaret olduğunu ileri sürülüyor. Dataizm matematik kurallarının hem biyokimyasal, hem de elektronik algoritmalara uygulanabildiğini de gösterdi. Hayvanlarla makineler arasındaki geçilmez addedilen duvarın yakında yıkılabileceği iddia ediliyor. Elektronik algoritmaların biyolojik algoritmaların sırrını çözerek onlardan daha üstün hale geleceği günü beklediği fikri yabana atılacak gibi değil yani.
  Dataizm öğrenme piramidini de altüst edeceğe benziyor. İnsan veriyi damıtarak bilgiye, bilgiyi kavrayışa, kavrayışı bilgeliğe çevirmekle yüklüydü. Ancak artık zamanımızda veri akışıyla baş edilemiyor. Vaktimiz ekran başında uçup gidiyor. Bu işin elektronik algoritmalara devredilmesi gerektiğini düşünenlerin sayısı giderek artıyor. Kafamda bir çip olsa da bu bilgileri istediğim zaman bütünüyle kullansam diye düşünenlerin sayısı hiç te az değil.


Lüzumsuz İnsan
“Bu beklenmedik teknolojik bolluk içinde hiç çaba göstermeseler bile işe yaramayan kitleleri beslemek ve desteklemek mümkün olacaktır. Peki hepsini nasıl meşgul edip memnun edeceğiz? İnsanlar bir şey yapmazlarsa delirirler. Tüm gün ne yapacaklar? Sunulan çözümlerden biri uyuşturucu ve bilgisayar oyunları olabilir.”
  Küresel ölçekte istihdam edilemez bir işsiz sınıfı ortaya çıkarsa bu niye tümüyle kötü bir şey olsun. Daha önce bu konuda çok kalem oynatıldı. Daha az çalışarak beşeri ihtiyaçların karşılandığı bir dünya hayal edildi. Sosyalist ütopya, yeryüzü cenneti gibi isimler verildi.  Daha az çalışan insanların kendilerini geliştirmek için daha çok vakti olacak. Bilime, sanata, kültüre, spora ve hobilere daha çok zaman ayırabilecekler. Motorlu taşıtlar ortak kullanılacak. Çevreye uyumlu bir tüketim tarzı için ciddi bir yol alınacak. Nüfus planlaması bilinçli bir çizgiye oturacak. Gelecekte teknoloji daha küçük boyutlu, daha güçlü ve ucuz olacak. Şeker, kanser ve damar hastalıklarıyla mücadele şimdikinden çok daha etkin bir şekilde yapılacak. İnsan-makine sentezi sayesinde hayal ötesi sonuçlara ulaşacağız.
  İnsan bu arada ona sağlanan serbest zamanda kendini geliştirmeye devam edecek. Yapay Zekâ avukat, doktor, hâkim, borsacı, öğretmen ve eczacılık gibi meslekleri de üstlenebilir. Bu her şeyin sonu demek olmayacak. Yeni meslekler zuhur edecek. 2045 sonrasında dünya tümüyle bir bilgisayardan ibaret olduğunda insan beynine gücünü katlayan teknik eklentiler implante edilecek ve bu yetisi sürekli güncellenecek. İnsan makine sentezi gerçekleşecek.
İnsanlık adına bu büyük bir ilerlemeyi kim engelleyecek? Kim manipüle edecek? Kendini Tanrılaşmış addeden elitler mi?
  Faydasız denen kesim ancak distopik bir ortamda uyuşturucu ve bilgisayar oyunlarına mahkum olabilir. Bu elimizdeki tek çözüm değildir.  Distopik gelecek kader değildir.

Kendine Güvensiz Kitle
  Yazar bu biyolojik ve algoritmik yetiyi yeterince alamayanların daha alt düzey, itaatkâr, kendine güveni olmayan kitleyi oluşturacağını söylüyor. Kitle, halk yani. Halk her yönden geri kaldığı için alıklaşacakmış. Şu anda dünya  ahalisi elindeki imkânla kıyaslandığında tarihinin en şiddetli alıklaştırma  kampanyasıyla karşı karşıya. Sübliminal mesaj sağanağı altındayız. Medyada kontrolü elinde tutanların bütün çabası insanların gözünü boyama ve gerçeği saklama ve yalıtma merkezli değil mi? Diyelim bu hal daha da yaygınlaştı. Peki buna rağmen yeni tekno-kastlar arasında hiç çatışma olmayacak mı? Geleceğin Biyonik-Robotik-Spartaküs isyanları engellenebilir mi?
“Makinelerin başarısı yüzünden fiziksel işleri onlara bıraktık. Bilişsel işleri de onlara bıraktığımızda üçüncü bir yeteneğimiz kalmayabilir.”
  Yazarın muhtemel gördüğünün aksine fiziksel ve bilişsel işleri makinelere, yapay zekâya asla denetimsiz olarak bırakmayacağız. Herhalükârda üçüncü bir yeteneğimiz baki kalacaktır. Böyle bir şey mevcuttur. Yaratıcının varlığına iman ve küresel merhamet. Özgür İrade ve Bilincin varlığının sağlaması bu çizgiden de yapılmalıdır. 
  Distopik roman ve filmlere bakılırsa, salgın hastalıklar, zombiler, kitlesel ölümler, kaos ve dünya nüfusunun toptan kırılması kaçınılmaz bir senaryo. Gerçek hayatta daha düşük ölçekli kırımlar her an yaşanıyor. Peki bu senaryoların asıl müsebbibi kim? Faust ruhu mu? Yazar kitabında moderniteyi insanın ruhunu şeytana satması olarak tanımlayarak Faust’un adını anar. 

Faustvari Medeniyetin Kışı
  Alman tarihçi Oswald Spengler 1918 yılında Batı Medeniyetiyle ilgili öngörülerde bulundu. Ona göre Faustvari Batı medeniyeti bin yıl önce girdiği bahardan, yaza, yazdan da sonbahara geçerek kış sezonuna ulaşmıştı. Bunu The Decline of the West – Batının Çöküşü adlı ünlü kitabında ayrıntılarıyla işledi.
“Faustvari medeniyeti kuran Batılı insan gururludur, bu trajik bir durumdur, o çabalar ve yaratırken için için gerçek hedefe hiçbir zaman erişemeyeceğini bilir.

‘Eğer optimizm ödleklikse, bu medeniyetin en üstün başarısının Faustvari kışta gerçeklikten kaçış olduğu anlamına gelir.”
                                                                                                        O. Spengler
  Faustvari Medeniyet kaçınılmaz olarak çöküşünü, büzülüşünü, güç kaybını sembolize eden kış sezonuna girmişti. Ona göre Batı insanı individualist, rasyonalist, emperyalist, sekülarist, huzursuz (restless) ve ırkçıydı. Bu onun Faustvari ruhunun özellikleriydi. Bu ruh Hıristiyanlığa dönüşmüş ve böylelikle Faustvari - Hıristiyan bir ahlak oluşmuştu.
Harari’nin moderniteyi insanın ruhunu şeytana satması şeklinde ifade etmesi bu kitaba ve meslektaşı Spengler’ın 100 yıl önceki kehanetinin doğru çıkmasının belirtilerinin göründüğü bugünlere göndermedir. Fakat nedense yazar modernitenin kuşatıcı, belirleyici zembereği olan siyonizmden söz etmez.


Siyasi Konularda Çuvallama
  Kitap siyasal konularda bazıları kasıtlı olmak üzere o kadar çok sayıda gaf yapıyor ki, yazarın konuları ele almaktaki başarılı yönleri, yer yer akıcı anlatımı, mizah anlayışı gölgede kalıyor. Yeterince hâkim olmadığı konulara hiç girmeyip daha ince bir kitapla yetinseydi, bestseller kitaplarının ortalama sayfa adedine ulaşamazdı, ama bu eleştirilere de maruz kalmazdı. Adam bestseller olmuş, ünü ve parayı cebe koymuş diyeceksiniz. Bu da doğru, ama yine de adı bir dizi eleştiriyle anılacak bundan böyle. Kitapta bir de KC, yani Kasıtlı Cahillik sorunu var. Önemli soru ve iddiaları ele alırken bu noktaya da özellikle değineceğim.

Şavaşsız Dünya
“Eskiden barış ‘savaşa ara verme’ anlamını taşıyordu. Bugün radikal örnekler haricinde dünya genelinde gerçek anlamıyla bir barış hakim. Ülkeler birbiriyle geleneksel anlamda savaşmanın mantıksızlığını anladı. Savaşın daha az konuşulan ve daha düşük bir ihtimal olmasının en büyük sebebi savaş maliyetinin çok yükselmiş, kazancının düşmüş olması. Bugünün büyük ekonomileri mal ve üründen çok bilgi ve hizmete dayalı. Örneğin Çin Silikon Vadisi’ni işgal ederek bir şey elde edemez (Silikon Vadisi’nde silikon madeni yok). Bugünün gücünü fikirler, beyinler belirliyor. Dolayısıyla ticari ve istihbari faaliyetler çok daha anlamlı.”
 On gram doğrunun yanında doksan gram safsata duruyor. Şu anda topyekün savaş yapılmıyor. Doğru. Yalnız siber savaş, sivil toplum örgütleriyle kaos çıkartma, terörle vekalet savaşları son gaz sürüyor.  Diğer yandan Suriye ve Irak’ta ölenlerin sayısı milyonları buldu. Evinden yurdundan olanlarsa çok daha fazla. Bu radikal örnek değil ayrıca. Standart bir Haçlı-Siyonist saldırı. Kasıtlı katliam. Seri terör faaliyetleri de barışsızlık anlamına gelir. Ekonomik alanlardaki savaş kesiksiz sürüyor. Yeni silahlar da savaşlarda denenmeye devam ediyor. ABD daha yeni Suriye’de 59 adet Tomhawk füzesi ateşledi. Bunun İncil’in Matta nüshasından bir mesaj olduğu yorumu yapıldı.  Bakalım Matta 5:9’da ne yazıyor?
Ne mutlu barışı sağlayanlara!
Çünkü onlara Tanrı oğulları denecek.
  Son birkaç senede ABD tarafından bombalanan ülkelerin sayısını düşünün. Kuzey Kore ile sertleşen atışmaları hatırlayalım. ABD karadan ve deniz rotalı olan Yeni İpek Yolu’nun kendi kontrolünde olmasını istiyor. ABD-Çin çekişmesinde vekalet savaşlarıyla sonuç alınabilir mi bilmiyoruz. Katar’a yapılan operasyon bir savaş habercisi olabilir. Bölgemizde önce terör olaylarının artması ve ardından ordular arası savaş yapılması çok yakında olabilir. Ayrıca nükleer silahların hiç kullanılmayacağının garantisi de yoktur.

Art Niyet mi?
  Harari’nin bazı yorumları art niyet çağrıştırıyor. Örneğin Allah’tan korkan Suriye, seküler Hollanda’dan çok daha şiddet dolu” (S.233) diyebiliyor. Suriye’nin emperyalist güçler tarafından taammüden parçalanıp işgal edildiğini bilmiyor olamaz. Bu tek kelimeyle vicdansızlık. Hemen başka örnekler de vereyim:
“Yeni dinlerin Afganistan mağaralarında ya da Ortadoğu medreselerde doğması mümkün görünmüyor. (S.365) – Yeni dinler araştırma laboratuvarlarında büyüyüp serpilecek.”
  Bu sözlerde de aynı üsttenci ve KC tonu mevcut.  Radikal İslam’ın Batı medreselerinin, neooryantalizm laboratuvarlarının, kısacası üst aklın ürünü olduğunu bilmiyor olabilir mi? Dünyayı kana bulayan Batılı emperyalistlerin,  laboratuvarlarında terörist üretenlerin geliştireceği dinden insanlara ne hayır gelecek? 
“Radikal İslamcılar kurtuluş islamda diyebilirler ama GNR yani Genetik, Nano teknoloji, Robotik ve Yapay zekâ karşısında çaresiz kalacaklar. Kur’an’da, İncil’de ve Konfüçyüs’ten seçmeler’de bu sorulara cevap bulmaları imkânsızdır.”
 Yine aynı konu. Yazar için ya radikal İslam var ya da sünnetten sıyrılarak dini kültür gibi benimseyen sulandırılmış, Ilımlı İslam-FETÖ Çizgisi var. Ardından ‘İmam, papaz ve hahamların genetik mühendisliği ve yapay zekâ için diyecek sözleri var mı?’ diye soruyor. Türkiye’de dindar-muhafazakâr  kesimin bazı aydınları fizik veya biyoloji tahsil etmiş din adamlarına ihtiyaç olduğu fikrini son yıllarda sıkça dile getiriyor. 21.yüzyılın ilahiyatçıları bu çağın bilimsel gelişmeleri bilen ve dini metinleri yeniden yorumlayabilen özelliklere sahip olmak zorunda.
  Harari, “Çağ atlamak için kutsal metinleri bırakmalı ve teknolojiye önem vermelisiniz.” diyor. Teknolojiye önem verme konusuna kimsenin itirazı yok. Türkiye’de endüstrileşmenin motoru muhafazakâr partilerdir. Peki genel olarak teknolojiye yön veren irade Mefisto’yla el sıkışıyorsa ne yapacağız? Ancak Bilim - Teknoloji ve Hakikat-Ahlak-Merhamet’in bir arada müthiş ve kurtarıcı bir füzyon olduğunu bir kez daha yineliyorum. 

Made in West - DAEŞ 
  “21.yüzyılın köklü değişikliklernini nereden başlayacağını sorun kendi kendinize. IŞİD’den mi yoksa Google’dan mı?(S.288) IŞİD sadece youtube’a video yüklemeyi ve işkence tekniklerini biliyor.”
  Daha önce El Kaide örneğinde olduğu gibi IŞİD - DAEŞ de batılı bir yapım. Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek ve işgali kolaylaştırmak amacıyla CIA tarafından imal edildi. MI6 gibi diğer bazı gizli servisler tarafından da kullanılıyor. DAEŞ ve YPG kendi aralarında üniforma değişimi yapan, içlerinde Batılı paralı askerler , ajanlar bulunan bir yapı.  İşkence filmlerinde rol alanlar Müslüman olmayan Batılı ajanlardı. Bunu herkes biliyor. Yazarın ülkesinde DAEŞ’in önde gelen elemanları tıbbi bakım görüyor şeklinde söylentiler mevcut. Guantanemo hapisanesini DAEŞ mi işletiyordu? CIA işkence gemileri kimin malıydı? Büyük Google Birader’in yakın gelecekte yapacağı köklü değişikliklere de ayrıca değineceğim.
  Charlie Hebdo saldırısı Batılı güçlerin Fransa’nın Afrika üzerindeki egemenliği ve Orta Doğu’daki kontrol kapasitesini kısıtlama darbesiydi. Yazar buna da Fransız kalıp, eylemden Müslümanların işi gibi söz ederek Müslümanları karalamakta kullanıyor.
  Nükleer güçten söz ederken de Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atanların kapitalistler olduğunu unutarak komunistlerin nükleer silah tutkusunu eleştiriyor. 
  Yazar bütün bu kasıtlı hataları savunduğu dünya görüşünün yanı sıra bestseller’ı da garantilemek için kullanmış izlenimi veriyor. Daha vahimi de  Türkiye’de bu kitap hakkında inceleme yazanların pek çoğu bu konuları pas geçmiş durumda.

Hümanizm’in üç dini
Yazar Komünizm, Nazizm ve Liberalizmi humanist dinler olarak adlandırıyor. “Homo Sapiens nasıl oldu da evrenin insan türünün etrafında döndüğünü ve insanların tüm anlam ve gücün odağı olduğunu iddia eden hümanist öğretiye inandı?” diye de bir soru sormayı ihmal etmiyor. Dinlerin önerdiği Yüce Kozmik Plan’ın dışında ‘Hayata Bir Anlam’ bulmaktı modernitenin amacı. Siyaset, sanat ve kültürleştirdiği dinle buna cevap arıyordu.
Harari modern toplumu çökmekten hümanizmin kurtardığını söylüyor. Esas kurtarıcı kapitalizmdir haliyle.

Aziz Kapitalizm
  Yazar Komunizm ve Nazizim’in tesis edilmesinde, fikir babalığının yapılması ve finans yardımıyla bir devirde etkin olmasında emperyalistlerin  başat rolü oynadığını bilmezden geliyor. Sosyalizmin topallayan kapitalizmin yürütgeçi olduğu gerçeğini de.
Kapitalizm iddia edildiği gibi serbest piyasa anlamına gelmiyor. Refah ülkeleri yetmiş sonlarından itibaren demokrasiyle değil, şirketokrasiyle idare ediliyor. Planlayıcılık devletlerden şirketlere kaymış durumda. İspanya Franco zamanında faşizimle idare edilen bir kapitalist ülkeydi örneğin. Çin kapitalizmin doruğunda mutant bir komunizm söylemiyle yürüyor. Demokratik görünüm artık bir makyaj. Şehir ve bölge plancılığı üzerinden toplum mühendisliği yapılıyor örneğin. Halk şehirlerin silueti üzerinde bir yaptırıma sahip değil. Babil kulesi benzeri beton çelik yükseltileri çaresizlikle izliyor. Kimse onlara fikrini sormuyor.
  “Kıtlık ve salgınların önüne geçilmesinde, büyümeye inanan gayretli kapitalistlerin rolü büyüktür. İnsanların arasındaki şiddetin azalması, anlayış ve işbirliğinin artması konusunda da kapitalizm övgüyü hak eder. Bir sonraki bölümde açıklanacağı gibi bu gelişmelerin gerçekleşmesinde başka önemli etmenler de vardır elbette, ancak kapitalizm insanların ekonomiye bakışını değiştirerek küresel barışa inanılmaz katkılar sağlamıştır.
  Kitap boyunca komünizmi yeriyor. Kapitalizmi ise pek az eleştiriyor ve küresel barışa sağladığı inanılmaz katkıları yere göğe sığdıramıyor. 
Kapitalizmi eleştirirken faydalarını ve marifetlerini de görmezden gelemeyiz” (S.231)
  Rakamlar ve sonuçlar ortada. Faydaları bir nebze anlıyorum da, marifeti kavramada yaya kalıyorum. Aklıma Talented Mr. Ripley – Yetenekli Bay Ripley filmi geliyor.


Büyüme Her şey midir?
  Böyle bir kapitalizm övgüsünden sonra yazarın kapitalizmin krizini açıklamakta yetersiz kaldığını söylememiz herhalde kimseyi şaşırtmayacaktır. Yoksulluk için tek çözüm ise yazara göre, ekonomik büyümedir.
Kapitalist bir dünyada yoksulların hayatı sadece ekonomi büyüdükçe iyileşebilir” (S.229)
  Recep Tayyip Erdoğan’ın 2003’ten bu yana iktidarda olmasını ülkede sağladığı ekonomik büyüme ile açıklıyor. Tek neden olarak bunu gösteriyor.
  Yine, “Radikal müslümanlar 21. yüzyılı tam olarak kavrayamadıkları için liberalizm açısından bir tehdit oluşturamıyorlar. Fırsat yaratamıyorlar.” Diyor.  Neoliberalizmi kastediyor. Batılı ülke aydınları Neoliberalizmi şiddetle eleştiriyor. Ünlü birçok markanın, buluş aşamasındaki masraflarının önemli bir kısmının devlet fonları tarafından karşılanmasına rağmen kaymağını şirketlerin yemesi örneğin. Ucuz iş gücü için sermayenin başka ülkelere yönelmesi ve GPS, internet, iPhone, 3 boyutlu basıcı, güneş enerjisi panelleri ve elektrikli arabalar hükümetlerin topladığı vergi paraları harcanmadan ortaya çıkamayacak olması başlıca şikayet konuları. Yazar bunu görmezden geliyor. 

Henüz Aşılamamış Osmanlı Modeli
  Harari, teodise-ilahi adalet ve Müslümanlık meselesini bilmez görünüyor. Muharref  dini metinlerdeki çelişkilerden hareketle tanrı kavramını anlamsızlaştırıyor. Kur’an üzerine tek kelime etmiyor. Tanrı adına sömürmelerden örnekler veriyor. Ortaçağ Avrupa’sında Papalar’ın akıl almaz güçleri ve hükümranlıkları İslam âlemi için geçersizdir. Mısır, Çin, müslüman imparatorlukları vb. sayıyor ve Osmanlı’nın hakkını teslim ediyor. Göreceli cennetti diyor.
“Osmanlı İmparatorluğu dini sebeplerle ayrımcılık yapsa ve aralarında kendilerince çatışmalar yaşansa da Avrupa’yla karşılaştırıldığında özgürlüklerle dolu bir cennetti. (S. 208)”
  Osmanlı düzeni bu nitelikleriyle dünya için hâlâ bir modeldir. Avrupa’da Krallar köylülere danışmıyordu. Öteki ve etnik ve dini gruplarla çatışma, aşağılama, şiddet uygulamalarının sonu gelmiyordu. Batı kültürü öteki ve çatışma kültürüdür. Fatih’in fetih sonrası buyurduğu fermanı Batı’nın şu ân bile layıkıyla ulaşamadığı bir sosyal sözleşme çizgisidir. Mutlaka ilhamını Veda Hutbesi’nden almıştır.
  Ortaçağ Avrupası Katolik kilise ve tanrının krallığına girmek için bağışlar vb. gibi olumsuzlukları konu ediyor, ama Müslümanlıktaki zekat uygulamasından, fitreden vb. hiç söz etmiyor. Bu arada Arkeolojik bulgularla tahtı sarsılmayan tek din olan müslümanlıkla ilgili olumlu bir şey yazmamak için kitap boyunca adeta çırpınıyor.
  Tekrar kitabın ana mesajına dönelim. Yakın gelecekte insanlık tarihinde daha önce deneyimlemediğimiz müthiş gelişmeler olacak ve biz buna hazır değiliz.

2100’de Hayat Neye Benzeyecek?
  Şu anda kimsenin 2100’lerde dünyanın nasıl görüneceği üzerine kesin bir fikri yok. Bu insanlığın yapacağı seçimlerle ortaya çıkacak. Peki yazarın iddia ettiği gibi özgür irade bir illüzyonsa, bilinç zekâ kadar önemli değilse bu seçimi kim yapacak? Tek başına yapay zekâ mı? Yapay zekâya hükmeden ve organik bedenlerden iyice sıyrılmış, ölümsüzlüğe kavuşmuş makine bedenli elitler, Süper Elitler mi? O yıllarda Büyük Google Birader her şeye hükmeden, hayatları A’dan Z’ye kontrol eden miniskül bir Levh-i Mahfuz’a mı dönüşecek? Faustvari ruh, davranış kalıbı tümüyle Mefisto’nun takipçilerinin denetiminde mi olacak?
“Tarih boyunca tanrıların her şeye muktedir olmaktan çok, canlı varlıklar tasarlamak ve yaratmak, kendi bedenlerini değiştirmek, çevreyi ve havayı kontrol etmek, uzaktan iletişime geçebilmek ve zihin okumak, yüksek hızlarda seyahat etmek ve tabii ki ölümden kaçarak sonsuza kadar yaşamak gibi belirli süpergüçlere sahip olduğuna inanılırdı. İnsanlar da tüm bu kabiliyetlere, hatta daha fazlasına sahip olmanın peşinde. (S.59)”
  Bilimi ve tekniği kullanarak mükemmel, tepeden tırnağa kontrollu, hiçbir şeyin aksamadığı, tek merkezden idare edilen, enerjiyi, hammaddeyi, gıdayı, suyu havayı, parayı kontrol eden bir düzeni hayal etmek zor değil. Tek tip insan, tek tip dijital din, yeni bir alfabe, yeni bir dil. Uydurulmuş din kitaplarında şeytanın kendine tabi olanlara vaat ettiği dünya modeli bu.
  Yakın gelecek insanlara akla hayale sığmayacak cazip imkânlar sunmakla birlikte yukarıda bahsini ettiğimiz cinsten devasa tehlikeler de yaratıyor. İnsanın sonsuz ve gerçek mutluluğu yapay yöntemlerle elde edilebilecek mi? Çok şeye muktedirlik ihtimalimiz çok yakında, ancak tam altımızda hiçlikten meydana gelen dipsiz bir uçurum uzanıyor. Singularity-Tekillik uçurumu.


Kim kurtaracak Bizi?
 “Dataizm önce insanlara sağlık, güç, mutluluk verme alanlarında başarı sağlayacak ve sonra muhtemelen Homosapiens’in hayvanlara yaptığını yapacaktır.”
  Gelelim şimdi bizi en çok ilgilendiren soruya. Orta Doğu’da büyük karışıklıklar, fitne tuzakları, Melheme-i kübra, yani Armageddon, yeni bir dünya savaşı kapımızda duruyorken dikkatimizi bir an için otuz-kırk yıl öteye sıçratalım ve şu soruyu soralım.  “Tanrı Elitler’in hışmına uğramaktan, Dataizm’in bizlere değersiz, harcanabilir yaratıklar gibi muamele etmesinden nasıl kurtulacağız?”  Ve ünlü romancı Cortazar ‘ın Seksek’inden de bir alıntı yapalım. “Kim kurtaracak bizi şimdi şu kapının altıdan süzülen ateşten?”


Hakikatın Avazı
Tarih insanın Tanrı’yı icat etmesiyle başladı ve Tanrı’ya dönüşmesiyle son bulacak.”
  Bizi yüce yaratıcının varlığına iman ve aklımızı – teknolojik bilgimizi en doğru şekilde kullanmak kurtaracak. Allah insanı yaratırken çamura nefesini üflemiştir. Bu nefes irade ve bilinçtir. Tarih bilinçle kol kola yürür. Tarih bilincin öznel kaydıdır. Ruh bünyesinde irade, bilinç ve merhamet barındırır.
  Allah zamandan münezzehtir. Hiçbir şeyin sonucu olmadığı için bir şey de onun nedeni değildir. ‘Allahı kim yarattı?’ sorusu çaresiz ateistlerin sığındığı takatrik bir zemindir.
Allah’ın değil de maddenin ezeli olmasını arzu etmişlerdir. Big Bang nedeniyle maddenin bir başlangıcı olduğunu ve entropi yasalarını biliyoruz. Kâinat rasgelelikten çok uzak kurulmuş, planlanmış bir yapıdır. Bir yaratıcısı vardır.  İnsan yaratıcıyı sezmiştir. Keşfetmiştir. Vahiyle tebligat yapılmıştır. Bu bir icat değildir. İnsan mitler, hurafeler ve pagan tahayyüller sisinin ardındaki tanımlara sığmaz gücü seçilmiş kimselere, peygamberlere yollanan vahiy sayesinde tanımış ve kulluk etmiştir.

Beşeri Sözleşme Olarak - Veda Hutbesi
 ‘Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Arabın Arab olmayana, Arab olmayanın da Arab üzerine üstünlüğü olmadığı gibi kırmızı tenlinin siyah üzerine siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allahtan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız ondan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahi bir köle başınıza emir olarak tayin edilse sizi Allahın kitabıyla idare ederse onu dinleyiniz ve itaat ediniz.’
  Kur’an daha önceki peygamberleri ve onlara inen vahyi onaylar. Allaha teslimiyeti ortak payda olarak görür. Müslüman olmayanlar da dahil bütün inananlar takvada eşitlenir. Bu bütün insanlık için ortak, kimseyi dışarıda bırakmayan bir kurtuluş reçetesidir. Bu ruh büyük Endülüs medeniyetini kurmuş ve büyük bilim adamları yetiştirmiştir. Avrupa rönesansının ana temel taşlarından biri Endülüs’teki nurlanmadır. İslam medeniyeti Anadolu Selçuk ve Osmanlı ile devam etmiş, Cami, Kilise ve Sinagogu, çeşitli dinden ve kültürden insanları yapısında barındırmada dünya tarihindeki yegâne örnek olmuştur. Irkçılığa karşı kurduğu merhamet kalesi, yakın gelecekte zuhur etmesi muhtemel gayri insaniciliğe, Bilen İnsan - Homo Sapiens karşıtlığına karşı da güçlü bir set olacaktır. Bu nedenle Müslüman ülkeleri istikrarsızlaştırıp, parçalara ayırıyorlar, ama ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar sonuçta içinde nefes barındıranlar galebe çalacak. 

Homo Kul
 Yazar Homo Deus’un kendi kendini imal ettiği için, kendini Bilen İnsan - Homo Sapiens’in devamı gibi görmeyeceğini söyler. Böylelikle o devir geldiğinde Homo Sapiens organik atık konumuna düşecektir. 
  Allaha iman eden, güvenen, ondan korkan takva sahibi biri Kul İnsan - Homo Kul’dur. Homo Kul, iblisin kumandasındaki kötücül Homo Deus’a karşı çıkacak.
  Müslüman şeytan itaatkârdır. Tanrıdan insanı yoldan çıkartabilmesi için izin ister. Bir çeşit kalite kontrolu yapmak için müsadedir arzusu. Bu ona bahşedilir. Diğer Şeytan, Mefisto ise asidir. Tanrıya kafa tutar. Ona karşı çıkar. Homo Deus’a da bunu yaptırarak kâinatın yaratıcısına kafa tutturacak ve sonunu hazırlayacaktır.

Muhteşemin Cazibesi
  Yazarın Homo Deus ve Dataizm’den söz ederken kestiremediği noktalardan biri de şu: Kur’an’ın bir özelliği de çeşitli devir ve sosyolojik yapılara hitap edebilme gücüdür. Kur’an kabileler ve imparatorluklara yol gösterebildiği gibi Dataizm’i de etkileyecektir. Gücü artmış aklın Kur’an’a hayran olacağını düşünüyorum. İnsanı imana davet eden kelimelerin içine gizlenmiş muhteşem anlamı deşifre edince yapay zihni sevgi, saygı, hayranlık ve huşuyla dolabilir.

Sezgisel Olarak
  Sezgisel olarak zekâ sahibi bir yaratığın daha üstün aklı, ölümsüzlüğü değil de uzun yaşamayı, hızı ve gücü elde etmeyi hayal etmemesinin mümkün olmadığını düşünüyorum. Önemli olan bu gücün iyinin mi, kötünün mü elinde olacağıdır. Bence esas mesele budur. Balçığa üflenen nefesin muhtevasında bu merhalelerin bulunması bence kaçınılmazdır. Allah yarattığı kuluna gelecekte kullanacağı kapasiteyi yüklemiştir.
  Algoritmanın ateizm cinsinden inorganik bir varsayıma tevessül etmeyeceğini düşünüyorum. Ateizm, John Gray’in deyişiyle “Victoria devrinden kalan bir fosildir”. Kitapta “Tanrı insanın hayal gücünün ürünüdür.” deniyor. Hayal gücü de biyokimyasal algoritmaların ürünüdür.
Yazarın insanın yeni ve üstün algoritmaları kavrayamayacağı sözleri bilgiyi kontrolu altında tutan elitlerin bunu ondan mahrum etmesi anlamına geliyor. Böyle bir durum belki kısmen de olsa gerçekleşebilir. Ben yine de algoritmanın kendi kavranamazının önünde saygıyla eğileceğini hayal etmeden duramıyorum.
  Kâinatta var olan her şeyin bir ömrü var. Devasa yıldızlar, nebulalar, galaksiler ömürlerini tamamlayıp başka evrelere dönüşüyorlar. Ölümsüzlük boş hayal yani. Kâinatın yazılımında böyle bir madde yok. Bu nafile hedefin peşinde koşan iblis güdümündeki Tekno-Elitler, Neo Zeuslar, Dataizmin için sinmiş kötücül ruh  ne kadar çabalarsa çabalasın helak olmaktan kurtulamayacak. 

Kehanet
  Harari kitabın finaline yakın İnsanlık 2.0 – Humanity 2.0 kehanetler kitabının yazarı Ray Kurtzweil’den alıntı yaparak Homo Deus’un her şeyin bilgisine erişmek için dünyayı terk edeceği, bütün kâinatı gezerek tanımaya çalışacağını hatırlatıyor.  
 Benim kafamda da bir soru en üst sırada duruyor. Urfa’daki Göbekli Tepe’nin bulunuşu tarihe bakışımızı kökünden değiştirdi. Uygarlığın başlangıcının daha eskilerde olduğunu anladık. Dinî metinlerde Ad Kavmi gibi helak edilen kavimlerden sıkça söz edilir.             Nuh Tufanı bilimsel bulgularla doğrulanmıştır. Mu, Atlantis, Agartha uygarlıkları hakkındaki efsaneler hâlâ ilginçliğini koruyor.
  Acaba dünya üzerinde kontrolu yapay zekâya kaptıran ya da ihtiraslarının güdüsünde aşırılaşan, teknik imkânlarla çığrından çıkan elitler eskiden de mevcut muydu? Bunların sonu ne oldu? Kendilerinden zayıfları imha edip, sonrasında çekip giderek kâinatın derinliklerine mi gömüldüler? Yoksa metrelerce taş ve toprağın altında onlardan kalan ibret verici kalıntıları bulmamızı mı bekliyorlar?   
                                                                                                                             Haziran  2017 - Balçova

                                                        ---------------------                                                   

Amsterdam'da 8. Türkevi Konuşması

8. Türkevi Konuşmaları Amsterdam’da yapıldı.


Moderatör: Veyis Güngör

Türkevi Topluluğu’nun geleneksel ‘Türkevi Konuşmaları; Söyleşi-Seminer’ faaliyetinin 8.si Amsterdam’da gerçekleştirildi. Toplantıya uzun yıllar Hollanda’da yaşayan ve Türkiye’ye dönüş yapan yazar Sadık Yemni misafir konuşmacı olarak katıldı. Yemni konuşmasında Türkiye’ye geri döndüğünde karşılaştığı sosyal olaylara ve İsrailli yazar Harari’nin son kitabı Homo Deus – İnsan Tanrı başlıklı kitabına ve bu kitap için kaleme aldığı ‘Ahir Zaman Kehaneti’ başlıklı incelemesine değindi. Kalabalık ve farklı bir dinleyici grubuna hitap eden Sadık Yemni, hem Hollanda’daki eski dostlarıyla hasret giderdi hem de insanlığın geleceği ile ilgili bir fikir alışverişinin yapılmasına vesile oldu.

Sadık Yemni uzun yıllar Hollanda’da yaşamış bir Avrupalı Türk gözüyle Türkiye’deki sosyal gelişmelere geçmeden önce, dönüş hikayesini özetledi. Türkiye’ye geri dönüş yaparken herhangi bir hesap kitap yapmadığını, Hagayretcumburlop metoduyla, ha gayret diyerek geri dönüş yaptığını söyledi.

Tam tamına 37 yıllık bir Hollanda tecrübesine sahip olan Sadık Yemni, bir Kasım ayında Hollanda’ya geldi ve yine bir Kasım ayı Hollanda’dan ayrıldı. Her sokağında farklı, özellikle her parkında spor aktiviteleri anıları olan Sadık Yemni zaman zaman kısa da olsa Hollanda’yı ziyaret ediyor.

37 yıl sonra Türkiye’ye dönen Sadık Yemni’yi ilk etkileyen ve şoke eden olay 31 Mayıs Gezi olaylarının yaşadığı kente yansımasıdır. Sadık Yemni haziran başında bir akşam 169 nolu belediye otobüsüyle Balçova’ya giderken yaşadıklarına bir anlam veremez. Olaylara romancı gözüyle bakan Yemni, sanki halkta ‘ortalık yansın, batsın, ne olursa olsun’ mantığı olduğunu gözlemler. ‘Önce Vatan’ gibi asgari müştereklerden filan bahsetmek abesle iştigaldir adeta. Çünkü bazı gruplarda öyle öfke vardır ki, anlamak mümkün değil. Kendine has sözlüğü olan Sadık Yemni Gezizekâlı kavramı yerine, Gezileptik kavramını geliştirdi. Bu diğerine göre en azından tedavisi mümkün bir arızdır.  

Sadık Yemni ikinci şoku 17- 25 Aralık Hukuk Darbesi sırasında yaşar. Olaylar öyle aşikardır ki, resmen devletin varlığına yapıan bir hain girişimdir. Bir şeyler yapılması gerektiğini düşünür. Harekete geçer ve 2014 yılına bu konuları işleyen ‘Kayıp Kedi’ romanını yazar ve 2015’te yayınlar. Bu roman Türk edebiyatındaki ilk FETÖ karşıtı romandır. Ancak metindeki mesaj daha sonra anlaşılacaktır.

Üçüncü şok ise, 15 Temmuz kanlı kalkışmasıdır Sadık Yemni’nin Türkiye gözlemlerinde. O akşam Yemni, bir grup arkadaşıyla skype’den durum muhasebesi yapıyordur. Dışarıda bir hareketlilik vardır. Komşuları grup halinde sevinçle 10. Yıl marşını söylemektedirler. Komşuları Erdoğan ve iktidarının sona ereceği için sevinçlidirler. Fetöizmin yıkıcı tehlikesinin bilincinde değillerdir. Yemni bu sevince bir anlam veremez. Ancak kalkışma bastırılınca, komşularının büyük bir hayal kırıklığına uğradıklarına şahit olur. Ve Sadık Yemni yaşananları anlatmak üzere 93. Yıl marşı öyküsünü kaleme alır ve yayınlar. Yemni’nin gözlemi bu tür kimselerin örselenmiş bir bilince sahip oldukları şeklindedir. Öfke ve kinleri’tavan yaptığı için doğru ile yanlışı ayırd edemez duruma düşmüşlerdir.

Toplantının ikinci bölümünde Sadık Yemni, İsrailli tarihçi Yuval Noah Harari’nin ‘Homo Deus – Yarının Kısa Bir Tarihi’ adlı kitabına verdiği cevaplar üzerinde durdu. Yemni dünyada çok satan kitaplar arasında yer alan Homo Deus – İnsan Tanrı (2015) adlı kitap İnsanlığı yarınlarda bekleyen akıl almaz gelişmelerden söz ediyor. Yazar kısa şöyle betimliyor:
Bunun yanı sıra Homo Sapiens’in geçmişi, tarih, siyaset, evrim teorisi, modernite, kapitalizm, hümanizm, dinler vb. de ana meselenin bileşeni durumunda’ diyor. Yemni şöyle devam ediyor: ‘Kitap bilişsel bilimlerin önemli kavramlarının başlıcalarını ustalıkla ele alıyor, ama bu kitabın yaptığı toplam etkiyi çok etkilemiyor.  Özellikle iktisadi ve siyasi konulardaki acemi işi kestirimleri, Müslümanlara karşı takındığı hasmane tavır ve kasıtlı cahilliği kitabın kalitesini düşürüyor.
Sadık Yemni, Harari’ye cevap verirken, 3. Kapı adlı bir tez ortaya atıyor. Bu aslında moderniteye, Batı Medeniyeti’ne  verilen bir cevaptır. Yemni’ye göre birinci kapı Samsa kapısıdır yani değişim kapısı. Kafka’nın Dönüşüm adlı öyküsünden esinlenmiştir. Roman kahramanı Gregor Samsa bir sabah uyandığında kendini kocaman bir böceğe dönüşmüş bulur. Modernite de insanları bütün vaadlerine rağmen fıtratından sıyırarak böceğe çeviriyor.

İkinci kapı ise Faust kapısıdır. Dr Faust’un ünlü hikâyesinden esinlenilmiştir. Genç ve güçlü olabilmek için ruhunu şeytana satan adamdır. Güç ve iktidar için her şeyi yapabilen, etik değerleri inkâr edebilen ihtiraslı kimselerin kapısı. Yazarın makalesinden bir alıntı yapayım:
Spengler’a göre “Faustvari medeniyeti kuran Batılı insan gururludur, bu trajik bir durumdur, o çabalar ve yaratırken için için gerçek hedefe hiçbir zaman erişemeyeceğini bilir. ‘Eğer optimizm ödleklikse, bu medeniyetin en üstün başarısının Faustvari kışta gerçeklikten kaçış olduğu anlamına gelir.” Yani Faustvari Medeniyet kaçınılmaz olarak çöküşünü, büzülüşünü, güç kaybını sembolize eden kış sezonuna girmişti. Ona göre Batı insanı individualist, rasyonalist, emperyalist, sekülarist, huzursuz (restless) ve ırkçıydı. Bu onun Faustvari ruhunun özellikleriydi. Bu ruh Hıristiyanlığa dönüşmüş ve böylelikle Faustvari – Hıristiyan bir ahlak oluşmuştu. Kısaca Harari’nin moderniteyi insanın ruhunu şeytana satması şeklinde ifade etmesi bu kitaba ve meslektaşı Spengler’ın 100 yıl önceki kehanetinin doğru çıkmasının belirtilerinin göründüğü bugünlere göndermedir. Fakat nedense yazar modernitenin kuşatıcı, belirleyici zembereği olan siyonizmden söz etmez.

Üçüncü kapı ise Kurtuluş Kapısı’dır. Bu kapı sonu izm’le biten ideolojilerin ve içlerindeki hakkı arama cevherini yitirerek kültüre evrilmiş dinlerin de yeridir. Bunlar bir zamanlar  insanları kurtuluşa erdireceklerini vaad etmişlerdi. Fos çıktı. Ancak bu kapı şu sıralar tamirat dönemindedir ve büyük hayal kırıklıkları yaşatmıştır. Yeniden açıldığında içinden spirtüalizm, transhümanizm, insanlık 2.0 çıkacak ve dünyadaki yaşam bir başka mertebeye evrilecektir.

Son olarak Sadık Yemni’nin ortaya attığı 4. Kapı, aslında esas 3. Kapı, gerçek Kurtuluş Kapısı ise ‘Hakikat Kapısı’dır. Yemni’ye göre bu kapının da durumu pek iyi değil. Ama bir ümit bulunmaktadır. İnsanlık için yegâne umuttur hatta. Anahtarı da İstanbul’dur. Yani ‘21.yüzyılın ilahiyatçıları bu çağın bilimsel gelişmelerini bilen ve dini metinleri yeniden yorumlayabilen özelliklere sahip olmak zorundadır’.

Veda Hutbesi geleceğin sırlarını vermektedir aslında:  ‘Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Arabın Arab olmayana, Arab olmayanın da Arab üzerine üstünlüğü olmadığı gibi kırmızı tenlinin siyah üzerine siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allahtan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız ondan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahi bir köle başınıza emir olarak tayin edilse sizi Allahın kitabıyla idare ederse onu dinleyiniz ve itaat ediniz.’

Sadık Yemni bizi kim kurtaracak sorusuna şu cevabı veriyor: ‘Allaha iman eden, takva sahibi, bunun yanı sıra bilgiyle de mücehhez olan Kul İnsan – Homo Kul’dur. Homo Kul, iblisin kumandasındaki kötücül Homo Deus’a karşı çıkacak’.

                                                                                      Veyis Güngör - Amsterdam 1  Aralık 2017

26 Kasım 2017 Pazar

Sadık Yemni Sözlüğü - 2017

Kasım 2017 itibarıyla:
Sadık Yemni SÖZLÜĞÜ
 
Tirildeme: Türkçe’de İngilizce deki Thriller kelimesinin karşılığı 1996 yılına kadar yoktu. Gerilim, korku, polisiye tanımları yetersiz kalmaktaydı. Bizde tiril tiril gömlek, pantalon denir ya. Bu dikkatimi çekti. Thril ve Tiril kelimeleri arasında ses benzerliğinin yanı sıra anlam benzerliği olduğunu da keşfettim.Tirildeme kelimesi sözlükte hazırdı yani. Kendini tedavüle sokacak birini bekliyordu.

Tirildetir şeklinde de kullanılabilir.

Cümbüşlü Tirildeme: Action thriller için önerdiğim bir deyimdir.

TÖHAF: Tam Özerk HAyal Film. Bütün araştırmalara, antidepresan yıpratmalarına rağmen beynimizde henüz özerkliğini koruyan bölgeler olduğu biliniyor. Tam Özerk HAyal Film şirketi. Bir kitabı okurken ya da bir öyküyü dinlerken beynimizde bu bölgenin yarattığı sadece bize has filmlere verdiğim isimdir. 2008 yılı mamulatı.


İdeaot:
İdeaot’u 2003’te otomatize edilmiş idealar, düşünceler, tasavvurlar ve hatta biraz da soyutun güzelliğinin doğurduğu aşk anlamına türettim. İdeaot’a giden yolun iki öncül basamağı vardı. Robot ve Biot.

Robot: Robot kelimesi ilk kez Çek yazar Karel Čapek tarafından 1920’de yazdığı Rossum’s Universal Robots adlı tiyatro oyununda kullanıldı. Çekçe robota kelimesinden yararlanmıştı. 1933 yılında Karel Čapek bir arkadaşına yolladığı mektupta robot kelimesini kardeşi Josef’in uydurduğunu yazmıştır.
Asimow’un yazdığı öyküden yapılan I Robot, Robocop ve A.I, Artificial Intelligence, Star Wars filmleri en tanınmış robot filmleri olarak tarihe geçti. Ben nedense en çok I Robot’u severim. 

Biot: A.C. Clarke, 1973’de yayımladığı Rama’yla Randevu adlı kitabında biyolojik robot olan biotlardan söz eder. Bunlar organik malzeme dolu bir denizden türüyorlar, tamirat, yedek parça temini, teknik bakım, temizlik vb. gibi görevleri yerine getirdikten sonra bu mini denizde çözülüp gidiyorlardı.
  Oysa bütün sonsuz değişkeleriyle yaşam Rama’ya gelmişti. Eğer bu biyolojik robotlar canlı değillerse, çok iyi birer taklit oldukları ortadaydı.  
  ‘Biot’ kelimesini kimin bulduğunu kimse bilmiyordu. Sanki bir anda kendiliğinden ortaya çıkmış ve herkes tarafından kullanılmaya başlanmıştı. Bu duruma göre ana girişte Pieter, şef Biot gözcüsü oluyordu. Ve onları inceledikçe bazı davranışlarını anlamaya başladığına inanıyordu.
                                        Arthur C. Clarke, Rama’yla Buluşma, İthaki yayınları,1999

İdeaot: Tasavvurlardan yapılmış, düşüncelerden örülmüş robotvari sistemler, simülasyonlar için bir sözcük ararken parmaklarım 2003 şubatında ansızın İdeaot yazdı.  Sezildemliğim, İdeaot’un bir kez kurulduğunda tüm evreni, evrenlerin tümünü birbirine bağlayan mana köprüleriyle eklemlendiğini fısıldıyor. 
Evren denen matrix’in içinde olmak, bu tür bir tasavvurhanenin, düşomatın, hayalmatiğin azası, bileşeni, parça buçuğu kesilmek çok katmerli bir gerçekliğe açılan sayısız eşiklere de yakın durmaktır o halde.
 İnanılmaz derecede muhteşem bir bütünün bitmez tükenmez tünelleri, salkım saçaklı kabul salonları ve de en önemlisi sayısız farkındalık düzeyleriyle tanışmaya davetliyiz.
Dünyada ilk kez 2003’de yayımlanan Çözücü adlı kitabımda kullanılmıştır.

                                  
Fikir Yongalama: Ehliyetli düşünme ya da felsefe demlemek. (2006)
Amsterdam’da kurduğum think tank grubuna Fikir yongalama Kulübü adını verdim. 2006 Kasım ile 2008 Aralık tarihleri arasında ayda iki defa olmak üzere toplanıldı ve bir çok dünya meselesi incelendi.

Akaşanlar: Akaşik sistemin (levh-i mahfuz ya da evrenin hard diski) her insan için tahsis ettiği duyarlı kayıt öğesi.
                                               
Cepcepniler: Ufak tefek eşyaları, zamanı ve hatta anıları tırtıklayıp paralel evrenlere götüren getiren minik yaratıklar.

TekinsizX : Paranormal, metafizik, iyi saatte olsunlar, doğa üstü
olayları fantastik, bilimkurgu, polisiye üslupla harmanlayan edebiyat türü. 2009 mayısında genel bir terim olarak beğenilere sunulmuştur.

İnşallahvaristan : Evrenin en ücra köşesinde bile olsa mevcut olmamasından için için endişe duyduğumuz yer. Bütün ütopyaların beşiği. (2010)

Sezildemlik: Sezgilerimizin demlendiği ve yaratıcı coşku kazandığı hayali kap. Beynimizdeki sezgi üreten bölge. Gönül.

Vehimiçi: Çevrimiçi teriminden yararlanarak PARANOYA karşılığı için türettiğim bir terim. 2010. Vehim halinde online olmak kastediliyor.

Tebdilcinler:  Tebdil etmiş cinler. Daha çok dişi olanları tarafından insan vücutları kullanılarak yapılan işlem. (Bu başlıkla bir öykü ve kısa bir film mevcut)

Cinofreni: Cinlerin neden olduğu şizofreni vakaları için uydurduğum tıbbi terim. (2014) Bu başlıklı öyküm Gölge Dergisi’nin 86. Sayısında yayınlandı.

Canaksi: Varoluşumuzun duygu belli etmeyen bir kopyası. Bir çeşit sağlaması. İlk kez Akisfer (2011) adlı romanımda kullanılmıştır. 2009 yılı yapımıdır.

Takatrik: Takatı kesik anlamına.

Tevekkülon: Foton, Graviton’dan esinlenerek, tevekkül zerrecikleri anlamına.

Tesirlilik : Etkinlik sözcüğü faaliyet anlamına gelmez. Etkinlik’in eşanlamlısı Tesirliliktir. Kültürel tesirlilik, öğrenci tesirlilikleri şeklinde kullanılabilir.

Jüpiter Etkisi: Başlangıç aşamasındaki yazarları daha hızla kaliteli yazmaya yönelten yönteme verdiğim ad. (Pek yakında ayrı bir kategori şeklinde izah edeceğim)

K∞: Kitaplardan taşan ve sonsuzluk hissiyatımızı depreştiren rayiha. (2013)

Bedkorku: Hard Core Horror anlamına. Kanlı bıçaklı olanı (ucuz ve yavan malzemeyi kastetmiyorum) değil ama. Zihnen, moralman çökerten, umarsızlık uçurumlarının dibini seyrettiren korku metinleri anlamına. (2014)

Eskidem: Antika ya da eski eşyalar için uygun gördüğüm bir kelime.

Fotonella: Fotonlardan yapılmış insan gibi programlanmış bir genç kadın. Türünün ilki. (2013)

Kemgerçeklik: Kelek durum silsileli gerçeklik.

Düşünce yalpalaması: Kararsızlık.

Exogazelci olmak: Hariçten gazel okumak

Korkulobin(Hemoglobinden) Damarlarında korku zerreciklerinin cirit atması. (2008)

Kurulu düzen: Patronsaray-İşçibahçe maçı

Merakson motoru: Çocuksu ve bilimsel merakı fazla olan marka

Birliktelişim (Rezonans için)

 Metakeramet: Keramet ötesi.

Sekizbenlik: Paralel evrenler arasında bir gerçek evren ve yedi kopyası ile çalışan sistem. İlk kez Ölümsüz’de sözü geçmiştir. Hiçbir iddiası olmayan bana ve dalgaboydaşlarım olan okurlarıma has sözlük kurulmaya devam edecek. Daha onlarca kelime yerini beklemekte. Bu kelimeler serbest çağrışıma salınmışlardır. Kullanıma açıktır. (2003)

Vicdanölçer: Vicdanmetre de dense yeridir.

Algımetre: Algıölçerlilik

Niyet pencereleri: Gözler

4 kategori insan:
Dedi ve Koducular
Demedi Koducular
Dedi ve Komadıcılar
Demedi Komadıcılar

Kıllı tasarım:  Darwinizm.  (Akıllı tasarımın zıddı)

Cypher Hapı: 2. Ortaçağ’da, yani günümüzde insanı bireylikten sürülüğe indirgeyen hap. Mavi ya da kırmızı değil. Kahverengi Hap. Ne olup bittiğini pekala bildiği halde başını kuma gömenlerin gözde hapı. (2010)

Mor Hap:  Matrix filminde kırmızı hap gerçeği, mavi hap sanal gerçeği temsil ediyordu. Oysa asıl gerçeklik için bu iki hapı bir arada yutmalıdır. (2007)

Phantomat (S.Lem’den): Hayalmatik ya da Düşomat. Tasavvurhane bile olabilir pekala.

Miyavor: Kedilerin en çok istedikleri üç şeyin tek kelimeyle ifade edilişi. Sıcak, kucak ve kayıntı. (2010)

Kahır bandı: Kahır yüklü ortam.

Haya kırıklığı: Ahlaksızlaşma, duyarsızlaşma.

Turfandacon : Neocon

Paranın haysiyetini yitirmesi: Vahşi kapitalizm.

Can aynam: Sevdalım.

Mışıl mışıl tozları: Melatonin.

Bigbangdaşlık : Bigbangle başlayan dostluk.

An dondurması : Fotoğraf karesi

Beyinosfer: Zihinsel

Demirzâr – Demir gibi sert, ama diğer yandan zâr gibi ince, duyarlı, ağlayan, inleyen anlamına. Bir roman kahramanımın adı.

Moral karartması: Şiddetli moral bozukluğu


Bize Has Bir Medeniyet telakkisi bağlamında türettiğim sözcükler

AKİD : Dünya değişiyor ve yeniden yapılanıyor. Her ülke bundan çeşitli şekillerde etkileniyor. Eskisi gibi kalmak, eski statükoyu  sürdürmek mümkün değil gibi görünüyor. Partiler gelir geçer. Kalacak olan Büyük Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bağımsız bir bakışla, 21. yüzyılda  ‘Yeni Türkiye’nin medeniyet modeli sloganlarından biri olması umuduyla AKİD’i tasarladım.  (2013)

AKİD nedir?

A – Ankara : Ankara Duruşu. Ankara artık oyunlarla sürüklenen bir ülkenin başkenti değil. Kendisi de oyun kuran, ağırlığı olan Ankara, politik ağırlığının yanı sıra dünyaya verebileceği kültür mirasıyla iftihar etmektedir. Kendine güvenen ve kültürüyle iftihar eden bir duruşa sahiptir.

K – Konya : Konya Kriterleri. Bu terim 2005 yılında tarafımdan ortaya atılmıştır. Mevlana’nın eşsiz eseri Mesnevi’den hareketle üç temel maddeye sahiptir. Küresel Merhamet, Hoşgörü ve Hakkaniyet.
 
İ  - İstanbul : İstanbul Hoşgörüsü. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethinden sonra azınlıklara ve gayri müslimlere gösterdiği hoşgörü, verdiği hakları ve ünlü fermanını temsil eder. Başta Avrupa’da olmak üzere sinsice bedenlenen apartheid’e karşı çok ciddi bir panzehirdir.

D – Diyarbakır: Diyarbakır Bildirisi. 1950’lere kadar ciddi bir Türk nüfus barındıran  Diyarbakır, Türk-Kürt işbirliğini ve kardeşliğini temsil eder. Diyarbakır Bildirisi tek maddeden oluşur. ‘Türkler ve Kürtler büyük, etkin ve kalıcı bir refah bölgesi tesisi için sonsuza kadar el ele vermiştir.’

Beyaz Cumalar: Robinson’un Maddi Refah Adası’na (refah ülkeleri) göçen eski tanımla üçüncü dünya, yeni tanımla yeterince kalkınmamış ülke insanlarından bazıları (bizde örneğin beyaz Türkler) kendilerini Robinson’un eşdeğeri  addeder. Oysa Robinsonlar nezdinde Cuma’dır. Beyaz bir Cuma.

Samsa ve Faust Kapıları: Robinson’un Maddi Medeniyet Adası’na (Batı’ya) girişte iki kapıdan birinden geçilir. Samsa ve Faust kapıları. Samsa Kapısı’ndan geçenler için eninde sonunda böcekimsi bir yaratığa dönüşmek mukadderdir. Faust kapısı ise çok daha az sayıda ayrıcalıklı kimseye görkemli bir hayat sunar. Bunlar zamanla çatallı kuyrukları ve toynaklı ayakları olan yaratıklara dönüşür. Bir aralar  Üçüncü Bir Kapı daha vardı. İnsana insan kalmayı vaadediyordu, ama şu sıralar tamirde. (2013)

Modernitenin Sözümona Üçüncü Kapısı ve gerçek Üçüncü Kapı için Üçüncü Kapı başlıklı yazımı okumanızı tavsiye ederim. (2016)

SiMA: (2013) yapımdaJ

COP: Cumhuriyetçi Oligarşik Parti. Kültürel iktidar ve vesayetin yarı resmi partisi. (2009)

Noktacan: Yeni zamanlarda her an nerede olduğu bilinen, gizlisi saklısı olmayan özne. (2012)

Nazarzede Kliniği: Synopticonun yaygınlaşması. Her an gözlenir durumda kalan insanın bunaltısı.

Nârname: İkbal elde etmek amacıyla Şeytanla yapılan anlaşmanın metni. (2015)

FOS: Faşist Oryantalist Sol (2015)

YOK: Yerli Oryantalist Kepazeler (2015)

GEZİLEPSİ: (2017) Aradan geçen bunca zamanda Gezi Olaylarında Küresel Sermayenin, Batılı ülke ve gizli servislerinin, FETÖ’nün, Nusayriler’in, rahmetli Atilla İlhan’ın ünlü kadrosunda yer alan bazı aydın, siyasi, medya mensubu, akademisyen vb.’nin başat rolünü inkâr edenler için konmuş bir teşhistir.  

GEZİLEPTİK şeklinde de kullanımı var.
GEZİLEPSY şeklinde yabancı dilde de söylenebiliyor.

NATÖ: (2016) FETÖ ve o çizgiden olanların sahibi. PKK, PYD, BÇG, DEAŞ ve El Kaide’nin patronu.


Entelhempalar: Milli ve manevi değerlerden iyice kopmuş, Batı kültür potasında erimiş, oradaki muhtevayla hemhal olayım derken cüruflaşmış entellerdir. Pozitivist, sosyal Darwinist takılırlar. Nekrofil fikir mezarlığında gezinmeyi severler. Yaşarken mevtalaşmışları, zombilektüelleşmişleri mevcut malum. Tarih bilincinden yoksunluk çekmeyi mahalleye sadakat olarak nitelendirirler. Ülkesinden nefret eden, her fırsatta yabancı medyaya asılsız şikâyetlerde bulunan zatı muhteremdirler. Karikatür krizlerinde ifade özgürlüğü sevdalısı maskesiyle karakültürleştirme polenleri salarlar. Ülkelerinde zor hayatları varmış numarası çekerler. Gizli açık terör destekçileridir.
(Kısa tasvir – 2016)

Karakültürleştiriciler: Karikatür krizinde kasıtlı olarak kriz çıkartan islamofobi fabrikatürlerinin tarafını tutan entellere verilen sıfat. (2005)

Kafkaeskileşmişlik: Kafka’nın kendi sorunlarını direkt olarak dile getirmemesinden kaynaklandığı iddia edilen bir terim var. Kafkaesk, endişe ve karamsarlık anlamına kullanılıyor. Eski Türkiye’nin sol-liberal-jakoben formatlı aydınları şu anda iyice kafkaeskleşti. Esas dertlerini dile getirme yetilerini yitirmiş gibiler. Çağ dışı kaldılar. Sorunlar üzerine sorunlu metinler yazarak boşa kürek çekiyorlar.(2016)

Porselen Yazarlar: Projeleşen ve projeleşme potansiyeli ve isteği taşıyan yazarlara verilen isim. (2016)

TÜM: Türkiyeli ve Müslüman (2009)

Hoşkatlanı: Farklılıklara, sürekli yapılması halinde rahatsızlık veren bazı durumlara anlayış gösterme hali. Tolerans’ın karşılığı müsamahadır. Hoşkatlanı müsamahanın bir dalı. Metazori Katlanı da var. Katlanmamanın elimizde olmadığı haller. Hoşgörü Doğu’ya has aşkın bir anlama sahip. Yaratandan ötürü hoş görmek. Batılı anlamdaki toleransı karşılamıyor bu haliyle. (2004)

Tordemir : Temsili olarak ‘Demirağ’ şeklinde nitelendirilen, insanları modern köle yapan, özgürlüklerini sınırlayan, virtüel âlem ve algı yönetimi alanlarını yani çağın zihinsel ağlarını kontrol eden otoriteryan, kabalist, baskıcı ağ ve bunun yarattığı sistem. (2013)

Tepefaizgöz: Faizle ve tefecilikle büyük kapital edinenlerin önde gelenleri. (2015)

Hal Efendisi: Postmodernizmin pençesindeki insanın hayatını A’dan Z’ye tanzim eden merci. (2012)

Oyuneri: (2016) Bilgisayar oyunu bağımlılarına verilen ad.

Kod A:  - Ağrıyan adlı romanımda yerini belirttiğim muhteşem tözün esinlemesiyle - ‘Eğer dünyanın küresel vicdanı bir dağ gibi heybetle yükselmiyorsa, orada dirlik, insani düzen ve merhametten söz edilemez.’ (2011)

GlobeHyde: Küreselleşmenin insan sevmez yüzü. (1999)

GlobeJekyll: Küreselleşmenin insan sever yüzü. (1999)

İslamofobi: Batı’da ırkçılığın ve neo-kolonyalizmin yeni maskesi, İslam coğrafyasını ekonomik ve siyasi yönden baskı altında tutma projesinin kilit lafı. Irkçı-siyonist güdümlü avanta tezgâhı.

Homoturcus: ‘İnsan Türk’ anlamına. 1987 yılında tedavüle sürülmüştür. 

Konya Kriterleri: Bu terim 2005 yılında tarafımdan ortaya atılmıştır. Mevlana’nın eşsiz eseri Mesnevi’den hareketle üç temel maddeye sahiptir. Küresel Merhamet, Hoşgörü ve Hakkaniyet.

Homo Kul : Harari’nin Homo Deus- İnsan Tanrı adlı kitabına yazdığım eleştiri metninde ilk kez ele aldığım bir terim.(2017) Homo Deus’un anti tezi. Bütün dindarları kapsar.






Çekimdışı Sözcükler Kutusu

İnsanlar çevrimiçi ve çevrimdışı olarak iki gruba ayrılır. Çevrimdışı olmak, devrimdışı olmak, yani devredışı kalmaktır.

Merak aklın nefes almasıdır. Verdiği nefes de esindir. Nefesin toplandığı yer sezildemliktir, sezginin demlendiği yerdir, yani gönüldür.

Esaret ve serbestlik çoğu kez hafızanın oyunudur.

Akıl, çoğu kez gerçeğe ancak onu yamultarak ve kısmen reddederek tahammül edebilir.

Tanrının içimize üflediği nefes gözeneklerimizden dışarı sızıyor. İnsanlık yeniden çamura mı dönüşüyor?

Mizah zekâ gölünün yüzeyindeki yakamozlardır.

Firketeli okurlar debisi (kadın okurlar için)

Gevşek somya rehaveti

Mendebur istisnalar

Cerahatli ruhlar

Heyecan muhiti

Karakter sirkeleşmesi

Bütünü sezmişlere has hovardalık

Bakış kokutanlar birliği

Beyin hücreleri göçü

Hayatını yanlış yerlere parkedenler kulübü

Mazo-tiryakilik.

Yorgun izzeti nefisler

Müstesnalara açılan sır halvetleri

Kaliteli-aza kanaat edenler

Moleküler Muhabbet

Hasbelmeslek

Hain tekaüt olmaz.


Zamandan azadeliğe ramak kala müstehziyim


                                         -----------------------------------------------                                                                     




19 Ekim 2017 Perşembe

Nas Oteli (öykü)



Dışarısı kayıp bir rıhtım. İçinde bulunduğum bina son kullanma tarihine toslamak üzere olan bir şilep.
  

Demir almak üzere olduğumuzu hissediyorum da yazacaktım vazgeçtim. Ardından batışa çeyrek var cümlesi gelecekti belki. Nas oteli antetli kenarları kıvrık ve yer yer sararmış kağıdı buruşturup top haline getirerek yatağın üstüne fırlattım.
  Ellerim belimde yatağın ayak ucuyla aynalı konsol arasındaki kırk santim enindeki yerde durdum. Odanın yegane penceresinden görünen sokakta tek bir kıpırtı yok. Hiçbir ses de duyulmuyor. Buradaki bütün sesler dahili. Yan odada öksüren yaşlı adam, üst kattaki tuvalet sifonunun abartılı sesi. Koridorda kaçamak imal edilen üç beş laf. Nadiren bir kıkırdama. Pastel renk cümbüşünün içinden fışkıran bağırtık bir yaşam sevinci belirtisi.
  Konsolun üzerinde duran camdan dökülmüş kül tablasını elime alıp tarttım. Yarım kilo en azından. İçimi çekerek dışarıya baktım. Kül tablasının belli bir ivmeyle camın yüzeyine çarptığı anı düşündüm. Kaslarım çekilmek üzere olan bir tetik gibiydi ki, kapının altından içeri sürülen kağıdın hışırtısıyla gevşedi.
  Cam nesne elimde hızla kapıya doğru yürüdüm. Zarfın üstüne basarak  kapıyı açtım. Sağ yanımdaki oda kapısının önünde genç bir kadın kilidi açmaya çabalamaktaydı. Açık mavi kot pantolon ve tuğla rengi dar bir süveter vardı üzerinde. Ayaklarının hemen dibinde orta boylu beyaz bir deri valiz durmaktaydı. Beni görünce hayretle baktı. Elimdeki kül tablası çok dikkat çekmesin diye pantolonuma bastırdım.
  “Affedersiniz, burada birini... şey yaptınız mı?”
  Kumral saçlı mavi gözlerinin altı biraz mor olan kadın bezgince başını salladı. “Hayır.”
  Zarf şimdi atıldı. Sizden başkası olamaz demek bir işe yaramazdı. Ayrıca çok büyük ihtimalle bu işi yapan o değildi. Yüzünde ne muzip, ne de içten pazarlıklı bir ifade hak getireydi. Aldığım ilk zarf değildi. Getireni görebilmeyi başaramamıştım şu ana kadar.
  “Yeni misiniz?”
  “Evet. Siz?”
  Kadın bunu başını çevirmeden söylemişti.
  “Altı gündür buradayım.”
  “Anlıyorum. Bu kapı... Acaba açmayı...”
  408 numarada bu sabaha kadar hep lacivert takım elbise giyen yaşlı bir adam kalmaktaydı. Bu sabah selamlaşmadan bakışmıştık. Demek ki bu arada oteli terketmişti. Otelin müşterilerinin çoğu kısa kalanlardı. Bir çok kimseyi sadece tek bir defa görmüştüm ve artık yoklardı. Kül tablasını yere ayaklarımın dibine bıraktım ve gidip kapıya takılı pirinç anahtara dokundum.  
  “Azcık kendinize çekmeniz lazım.” Çektim. Anahtar kilitte dönmek istemiyordu. Her nasılsa aklımda kül tablasını elimde tarttığım an geldi. Bu hayal kilidi yağlamış gibiydi. Anahtar sola doğru döndü ve kapı aralandı.
  “Oldu.”
  Kadının mavi gözleri ilk kez yüzümü süzdü. “Çok teşekkür ederim.”  
  Leylak parfümü belli belirsiz hissediliyordu. Saçları biraz yağlanmıştı. Elbiselerinden hafifçe ter, çok kullanılmışlık denebilecek bir koku yayılmaktaydı. Çok uzak bir yerlerden gelmekteydi herhalde. Bir yerden tanıdık duygusu veren bir tipe sahipti. Nereden olduğunu çıkaramıyordum. Otelde şu ana kadar üzerimde bu etkiyi bırakan tek kimseydi.
  “Bir şey değil.”
  Kadın bavulunu alıp içeri girdi. Kapıyı örtecekken durakladı. Kafasını dışarı uzattı.
  “Akşam yemeği kaçta?”
  “Burada... Şey... Bir saat içinde hava kararacak. Siz hazır olunca aşağıya resepsiyonun yanındaki bara gelin. Burada... İçki servise dahildir. Kuru mezeler de fena değildir.”
  “Ben vejeteryanım da.”
  Elimde olmadan sırıttım. “Aşağıda görüşürüz.”
  “Tamam.”
  “Kül tablanızı unutmayın.”
  Eğilip cam nesneyi aldım. Bakışlarımız karşılaştı. Bu defa sırıtma sırası ondaydı.
  Eşikteki zarfı alıp açtım.
  Senin için değmez. Hiç değmez bilesin.
  Bildiğim şeyi bir kez daha ispatlamak için yatağın üstüne fırlattığım kağıt topçuğunu alıp düzledim. Yazılar neredeyse tıpa tıp aynıydı. Z’leri ve H’leri daha farklıydı. Bununla istersem senin yazını aynen taklit edebilirim deniyordu. Esas mesaj buydu. Senle ilgili her hususiyet malum telgrafı gibi birşeydi bu mektup. Benim için niçin değmezdi? Niye durmadan aynı şeyleri yazıp duruyordu? Mesele neydi? Bunun hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu. Şu ana kadar aynı şeyler yazılı aldığım dördüncü mektuptu bu.
  Yatağa uzanıp tavanı seyrederek havanın usulca kararmasını bekledim. Eski günleri düşündüm. Bir dersanede öğretmendim. Özel ders de vermekteydim. Evliydim. En son hatırladığım şey evimdeydim. Yalnız değildim. Biri daha vardı. Bir kadın. Sinir tahriş edici bir sesi vardı. Allah biliyor boğazını sıkıp sesini kesmek istiyordum. Kapı çalmamıştı, ama içeri biri girmişti. Tanıdık yüzlü bir adam. Elinde bir tabanca vardı. Adamın anahtarı olmalıydı. Yoksa nasıl girebilirdi içeriye. Buradan sonrası kopuktu. Oteldeki ilk anlarım bir çeşit milattı.
  Banyoda hızla sakal traşı oldum. Kapımı çektiğimde holde hiç kimsecikler yoktu. Merdivenleri inerken de birine raslamadım. Dört köşe şeklindeki barda on on beş kişi oturmuş laflamaktaydı. İçlerinde beni görünce selam veren çıkmadı. Sadece yeni kapı komşum merakla baktı ve sol eli hafifçe saçlarını düzeltti. Kadının iki yanındaki yanındaki tabureler boştu.
  “Buraya oturabilir miyim?”
  “Tabii. Buyrun.”
  İnce beyaz kazak ve kahverengi etek giymiş kadının önünde uzun ve ince bardakta şalgam suyu ve şekerli yer fıstığı dolu bir tabak vardı. Şekerli fıstık çocukken çok sevdiğim bir şeydi. Bir gün gelip şalgam suyuyla içeceğimi tahmin etmezdim.
  “Adım Fiona.”
 Kadın duş yapmış saçlarını yıkamıştı. O eskimişlik kokusu ve yüzündeki bezgin ifade çekilmişti üzerinden. Gençleşmiş ve dirilmişti. Orta boylu, ince yapılı hoş bir kadındı. Taş çatlasa yirmisinde olmalıydı. Az önceki bir yerden tanıdıklık duygum sürmekteydi, ama bellek arşivimde tık yoktu.
  “Benim de Nazmi. Bu otele ilk kez mi geliyorsunuz?”
  “Evet. Siz?”
  “Sanırım buraya bir kez geliniyor. Sizden önce odanızda yaşlı bir adam kalmaktaydı. Özenli giyinen, bakan eskisi gibi vakur duran biriydi. Bu sabah daha kahvaltıda gördüm kendisini. Öğleden sonra çıkış yapmış olmalı.”
  Fiona öyle olmalı anlamına başını salladı. Sol eli bardağa uzanırken durakladı. “İçeride tuhaf bir şey vardı. Konsolun üstünde. Kül tablasının içinde bir avuç toz duruyordu. Temizlikçi unutmuş olmalı diye düşünüp çöpe attım.”
  Kafamda bir şimşek çakmıştı. Bu tozlardan başkaları da bahsetmişti. Kendim de 406 numaralı odaya geldiğimde konsolun üstündeki kül tablasında bir tutam toz bulmuştum. 
  “O tozları ben de gördüm.”
  Kadın gözlerinde merak ve endişe noktacıkları aynı anda belirmişti. İçkisinden bir yudum alıp yutkundu. Resepsiyon tarafına kaçamak bir bakış fırlatmıştı bu arada. Camlı ön cepheden eğimli sokak görünmekteydi. Kıpırtısız, trafiksiz, sessiz ve tozsuz belki de. Yedi sekiz metre ötede inanılmaz bir test nesnesi durmaktaydı. Şimdi yerimden kalksam bir koşuda kapıya varsam. Açsam ve çıksam. Şimdiye kadar bunu yapan tek kişiyi görmemiştim. Kapı bir sübap gibiydi. Sadece içeri doğru akım vardı. Ara sıra birileri oradan içeri girip aralarına katılmaktaydı. Kendim üç gün önce bunu yapmıştım. Ne geldiğim taksiyi, ne de son günlerde ne yaptığımı hatırlamaktaydım. Bavulumdaki eşyalar iç çamaşırlar, giysiler cinsinden sıradan şeylerdi. Bir ipucu vermemekteydi. Olmayan şeyler ise bayağı malumatkârdı. Kimliğim, ehliyetim, banka kartlarım ve paramın içinde olduğu bir cüzdanım yoktu mesela. Buradaki hayat bedava ya da bir şekilde veresiyeydi. Bu nedenle parasızlık bir sorun değildi. Cep telefonum ve yanımdan hiç ayırmadığım dizüstü bilgisayarım da eksikler listesinin en üstündeydi.
  “Titiz biri değilimdir, ama  o tozlardan etkilendim. Nasıl söylesem...”
  Alt kattaki servise bakan ince uzun boylu bir delikanlıydı. Bakışlarımız karşılaşınca aynısından işareti yaptım.
  “Tiksinti verici bir hali vardı.”
  Fiona’nın gözleri merakla irileşti. “Siz de mi hissettiniz?”
  “Dahası var.” Kadına sokuldum. “Bana kalırsa bu tozlar otelden çıkıştan arta kalanlar.” Dedim alçak sesle.
  Fiona’nın hoş denebilecek yüzünde tek bir inanmazlık ifadesi belirmemişti. “Nasıl yani?”
  “Senin kaldığın odadaki adam ve bavulu.” Dedim.
  “O tozlar canlı demek istemiyorsunuz değil mi?”
  Garson mesafeli bir saygıyla ısmarladığım şeyleri getirdi. Teşekkür ettim. Gözlerini benden kaçırdı. Başıyla bir şey değil işareti yaptı ve yeni gelen iri yarı bir adama doğru yöneldi.
  “Bunun üzerine çok düşündüm. Her gelen bu tozlardan buluyor. Buradan sadece içeriye giriliyor. Çıkış o tozlarla o zaman. Ama canlı değil. Bir başka... Bir başka yere geçerken arkada bırakılan iz gibi. Çok düşündüm. Sezgilerim bunu reddetmiyor.“
   Kadın düşüncelerini toplamak istercesine ağzına birkaç tane fıstık atıp çiğnedi. Ben de onu taklit ettim. Sonra da içkimden ilk yudumumu aldım. Tadı hiç de fena değildi.
Solumuzdaki orta yaşlı çift bir şeye yüksek sesle güldü. Onlara bir göz attım. İkisi de iyi giyimliydi. Adam dışarıdaki gri kış gününe inat krem takım elbise, cam göbeği gömlek giymişti. Kadın da çiçekli bir elbise ve aynı renkte kocaman küpeler. Üç sabahtır kahvaltıda ve akşamları burada karşılaşmamıza rağmen bana karşı kayıtsız davranmaktaydılar.
  “Burası... Burası sizce neresi? Tek yıldızlı bir otele benziyor, ama... “
  “Televizyon 48 ekrandır. Siyah beyaz ve de. Yayın mayın yok. Kar var sadece. Parazit eşliğinde. Günde iki rulo tuvalet kağıdı kullanabilirsiniz ancak. Biterse ertesi günü beklemek zorundasınız. Resepsiyona telefon ederseniz hat çok yoğun biraz bekleyin sesiyle karşılaşıyorsunuz. Her arayışta. İnternet ya da dışa açılan bir telefon hattı da nanay. Kimse kimseyle samimi olmaz. Bizim durumuz gerçekten bir istisna. Sabah kahvaltısı fena değildir. Öğleyin kimse yemek yemez. Acıkmaz da. Akşam burada içki ve aperatif şeyler vardır. Yemek yerine yani. Alkollü bir şeyi ne kadar içerseniz için asla başınız yeterince dönmez. Çakırkeyiflik bile nadirdir. En garibi burada sadece çiftler kendi aralarında konuşur. Öyle toplu sohbet falan olmaz.”
  “Kafam karıştı şimdi.”
  “Buraya gelmeden önce neredeydiniz?”
  Kadın ciddi ciddi düşündü ve içini çekti. “Hatırlamıyorum.”
  “Ben de ilk geldiğim günlerde yakın geçmişi hatırlamıyordum. Üçüncü günden sonra ancak.”
   Bunu derken zihnimde bir sahne patladı. İçeri giren silahlı adamı gördüm. Karşı karşıya durmaktaydık. Ona bir şey söyledim. Yüzündeki tüm tereddütler silindi ve tetiği arka arkaya çekmeye başladı.
    “Bir şey mi oldu?”
    “Sizle konuşurken zihnim uyandı. Evimdeydim. Biri bana... Bir kâbus.”
    “Anlatın isterseniz.”
    Kadına hatırlayabildiğim her şeyi özetledim. Konuşabilecek biri bulmak ne büyük bir nimetti. Dikkatle dinledi.
  “Bu otel, şimdi alıcı gözle bakınca ve sizin anlattıklarınız... Benim de zihnimde bir dirilme oldu. Bir işlev için burada bulunduğumun ayırdına vardım. İnançlı bir insan mısınız Nazmi bey?”
  Kadının bakışları, duruşu bazı şeyler değişmişti. Bakışlarındaki dalgınlık, hayret işaretleri de kaybolmuştu.
  “Bir zamanlar tanrının bahçesinde misafir olduğumuza candan inanırdım. Annem babam dindar insanlardır. Çocukluğum ve ilk gençliğim böyle bir ortamda geçmiştir. Şimdilerde ise  tanrısız, şeytansız ve acımasız bir luna parkta kapalı olduğumuzu düşünüyorum.”
  “Anlıyorum. Bugün son gününüz.”
  Kadının kesin tavırları içimi soğutmuştu.
  “Nasıl yani?”
  “Yarın yok. Ardınızda bir avuç toz kalacak. Siz, bavulunuz ve düşünceleriniz. Bunu nasıl bildiğimi sormayın. Burada sırf sizin için bulunduğumu anladım. Konuşurken zihnimin uyuşukluğu geçti. Bir şeyler yapmalısınız.”
  “Ne gibi?”
  “Zaman dar. Birazdan odanıza çıkın. Eğer bir değişiklik farkederseniz... O neyse, ben bilemem, o minvalden devam edin. Eğer bunu yapmazsanız...”
  “Bir tutam toz olacağım.”
  Fiona gülümsedi. “Değil. Bundan daha berbat bir otele geçeceksiniz. Televizyon 36 ekran olacak belki. Odanız daha küçük ve havasız olacak. Günde bir tuvalet kağıdı. Sabahları kahvaltı sadece. Sizi gören herkes başını diğer yana çevirecek. Bunalacaksınız. Ve sonra daha da dar ve kasvetli bir yere geçeceksiniz. Durdurun bu gidişatı.”
  Bir an kadının bildiği şeyleri herkes biliyor zannına kapılarak çevreme baktım. Kimsenin gizlice bize göz attığı ya da çok bilmiş bir ifadeyle baktığı falan yoktu.
  “Ya odamda bir değişiklik yoksa?”
  Fiona sevecen bir şekilde gülümsedi. Tabureden inerek ayakta yüzüme baktı. “Öyle olsaydı bana ne gerek vardı?” Bardağında kalan son sıvıyı içti. Ve kapıya doğru yürüdü. Büyülenmiş gibi ardından baktım. Benden başka hiç kimse kadının ne yaptığına dikkat etmemekteydi. Kadın döner dış kapıya dokundu. Bana bakarak hoşçakal işareti yaptı. Kapıyı ittirdi. Dönen kapıdan dışarı çıkarak gözden kayboldu. Ardından bir adım atacak oldum ve vazgeçtim. Kimselerin aldırmadığı eyleminden aşırı etkilenmiştim.
  Biraz titreyen bacaklarımla dördüncü kata çıktım. Odamın kapısını açıp içeri girdim. İlk bakışta tıpatıp bıraktığım gibiydi. Sonra o şeyi gördüm. Yatağın karşısındaki duvarda, aynanın hemen üstünde bir çocuk yumruğu büyüklüğünde bir oyuk oluşmuştu. O tarafa gidip parmağımla göğsüm hizasındaki oyuğa dokundum.
  Ayakkabılarının altı kuvvetli bir zamkla taşa yapışık bir çocuğun yaramazlık için bir zili çalması gibiydi.  Bir yere kımıldayamadım ve olay mahallinde bitiverdim. Beleğimin tüm karanlık yerlerinde gün ağarmıştı. Evimdeydim.Feriha’yla, karımla çok fena ağız dalaşı yapmıştık. Çok standart bir sorun nedeniyle. Kredi kartı harcamaları. İkimiz de çalışıyorduk. Çocuğumuz yoktu, kendi evimizde oturuyorduk, ama bu kartlar yüzünden ayın sonunu getiremiyorduk. Evimiz gereksiz eşya müzesi gibiydi. İkimiz de eşit şekilde suçlu olmamıza rağmen birbirimize üste çıkmaya çabalıyorduk. Derken sağ elim tokat olup karımın yüzüne iniverdi. Bir kere daha. Karım öfkeyle yüzümü gözümü tırmaklamaya başlayınca güreşiyormuşuz gibi sarıldım. Birlikte yere yuvarlandık. Bu beni heyecanlandırmıştı. Birkaç kez böyle bir durumdan sonra seviştiğimiz olmuştu. Yine onlardan birine doğru yuvarlanıyor gibiydik. Ama yanılmışım. Üzerinden elbiselerininin neredeyse tamamını çıkarmama razı geldikten sonra birden yumruğunu yüzüme indiriverdi. Feriha haftada iki kez tenis oynayan otuz yaşında güçlü kuvvetli bir kadındı. Ben de Terminatör tipli biri değildim. Ardından bir daha. İkinci yumruk burnuma inmişti. Parmağımın ucunda kanı görünce ben de ona vurmaya başladım. Önce direndi. Sonra gücü kesildi. Yaşlı gözleri öfkeyle yanıyordu. Ağzının içinde kan vardı. Neyse ki, susuyordu. İçimde hayvanımsı bir enerji büyümüştü. Her şeyi yapabilirdim. Kadını öyle bırakıp banyoya gittim. Yüzümü yıkadım. Kanayan burnuma pansuman yaptım. Çok pişmandım. Bu gece bir arkadaşımda kalmaya karar vermiştim. Bir süre görüşmesek iyi olacaktı.
   Geri döndüğümde Feriha bıraktığım yerde üzerinde sadece beyaz bir külot yatıyordu. Keşke iş bu raddeye varmasaydı da sevişerek barışsaydık diye düşünürken kapı açıldı. Gelen Feriha’nın babasıydı. Bir blok ötede oturuyorlardı. Dairemizin anahtarının bir kopyası onlarda dururdu. Böylece anahtar kaybı gibi durumlarda sokakta kalmazdık. Ben banyodayken Feriha adamı aramıştı demek ki.
  “Ne oldu kızım?”
  “Nazmi.”
  Adımın tek bir kez söylenmesi adama ne kadar çok şey anlatmıştı. Feriha’nın ağzından süzülen kanlar, dalaşırken çizilen derisi, şakağındaki morluk ve çıplaklığı zor bir sahne yaratmıştı.
  “Ulan orospu çocuğu ne yaptın kıza?”
  Kayın pederi daha ilk tanışmamızda sevmemeye karar vermiştim. Belediye’de zabıta müdürlüğünden emekliydi ve bayağı sinirli bir mizaça sahipti. Otoriter bir yapısı vardı. Asabiydi. Kızıyla evlenmemi istememişti. Kızını bana layık bulmadığını ima eden minik laf sokuşturmalarının sayısı belirsizdi. Bazı küçük şeyler zamanla birikir ve çirkef topağı olur. Kötü biri değildi. Keyfi yerinde olduğunda hoşsohbetti. Eli açıktı, ama her hareketi gıcığıma gider hale gelmişti zamanla. Bu lafını ortamın ağırlığı nedeniyle affedebilirdim yoksa.
  “Orospu senin anandır götveren.”
  “Ulan sen ne diyorsun?”
  ”Irzıma geçmek istedi baba.”
  Feriha’nın ateşin üstüne benzinle gitmesine şaşarak kadına baktım. Yüzünde hınç dolu ifadeyle doğrulmak isterken öksürdü. Ağzından fışkıran kanlar karnına ve göğsüne saçıldı.
  Adamın elinde daha önce defalarca gördüğüm smith&wesson tabanca belirdiğinde öfkem bu tehlikeden sakınabilecek taktiği uygulamamı engelledi.  Kayınpederin tabancası ruhsatlıydı. Çok eskiden kalma bir mesele nedeniyle sık sık silahlı gezerdi.. Bu yaptığım büyük bir hataydı yani. Dedim ya küçük şeyler zamanla birikir.
  “Bak seni uyarıyorum.”
  Birden Fiona’nın yüzü belirdi gözümün önünde. Otelin kapısından çıkmak üzereydi. İki avucunu göstererek burada kes işareti yaptı. Kayınpederimin terli yüzüne, tabancayı tutan elinin hafifçe titremesine baktım. Hatırlamıştım. Adama “Kızından sonra karını da test edeceğim.” Demiş ve kurşunlarla sarmaş dolmaş olmuştum. Tuhaf bir süreçti. Ben burada ölünce adam hapse girmiş. Daha birinci yılı dolmadan bileklerini keserek intihar etmişti. O intihar edince çeşitli hastalıklarla boğuşan kayınvalde de ölmüş, Feriha’yı ortada bırakmıştı.
Sadece Feriha değil bana çok ihtiyacı olan alzaymırlı annem de ele güne muhtaç duruma düşmüştü. Faciaydı.
  Ben ölmüş gitmişsem bunları nasıl bilebilirdim? Nas oteli neciydi o halde? Bunları düşünürken kurşunların namluyu terketmek üzere olduğun hatırlayıp silkindim.
   “Özür dilerim peder bey.”  Dedim. “Bir an kendimi kaybettim. Özür dilerim senden de Feriha. Hatalıyım.”
  Bembeyaz kısa saçlı adam sözlerimden etkilenmişti, ama damarlarında çığlıklar atarak gezen  hınç nedeniyle yine de tetiği çekti. Kurşun sol omuzumun üstünden geçerek duvara saplandı. Adamın silah tutan eli aşağı inince rahat bir nefes aldım. Feriha da çok korkmuştu. Yüzü pişmanlık bezeleriyle kaplıydı. Dönüp duvara baktım. Büfenin aynasının hemen üstünde bir çocuk yumruğu kadar bir çukur oluşmuştu.
  Neyse ki, üst kattaki komşu biraz sağırdı. Alt kattaki de evde değildi herhalde. Silah sesi sorun olmadı. Feriha bir hafta baba evinde kaldı. Sonra barıştık yeniden. İkimiz de o gün hangi belanın üzerimizden atladığını unutmayalım diye duvardaki oyuğu kapatmadım. Üstüne küçük bir yağlı boya tablo astım. Da Vinci’nin Son Yemek tablosunun minik bir reprodüksüyonuydu. Lütfen bu seçimim nedeniyle beni kategorize etmeyin.
  Daha sonra küçük bir araştırmayla bazı şeyler keşfettim. Fiona, Feriha’nın kolejdeyken baş rolü oynadığı bir oyunun ismiydi. Saçlarını boyamıştı bu rol için. Benim konuştuğum Fiona’nın aynısıydı. Açık mavi kot pantolon ve tuğla rengi dar bir süveterle sahnede fotoğrafları vardı. Rol icabı kullandığı beyaz deri çantaya bayıldım. Feriha’nın Okul numarası da 408’di. 406 mı? İlk onu bulguladım. En çok borcumun olduğu bankadaki hesap numaramın  son üç rakamı.
  Nas oteli son anda bir beladan geri dönebilme yeriydi sanırım. Annesini, babasını ve kocasını kaybeden karım Fiona adıyla ziyaretime gelerek beni ve ailesini kurtarmak istedi ve başardı. Bunların hiçbirini kendi bilmiyor. Bilse ima ederdi en azından. Bilinç altında oturan daha derin Feriha’nın işi bu.
  Bana Nas otelinde zarfları yollayansa kendi karanlık bölgemdi. Bela paratönörüm. Kronik suçlu kalmak isteyen yapıbozumcu yanımdı. Z’leri ve H’leri de arızasız yazabilseydi şimdi 36 ekran televizyonlu bir odada daralıyor olurdum belki.
  Bu akşam evliliğimizin üçüncü yıldönümü. Karıcığıma bir sürü hediye aldım. Kredi kartıyla tabii. Duvardaki oyuğun arka plan hikayesini duymak için daha 22 yılcık beklemesi gerekiyor.
                                                                                                                                       Amsterdam   Mayıs 2010
                                                 --------------------------