28 Ağustos 2017 Pazartesi

ÂHİR ZAMAN KEHANETİ

  KEHANET

Yuval Noah Harari’nin Homo Deus – İnsan Tanrı – Yarının Kısa Bir Tarihi adlı kitabı üzerine bir inceleme

Yuval Noah Harari 1976 doğumlu İsrailli bir tarihçi. Kudüs İbrani Üniversitesi’nde Beşeri    
  Bilimler Fakültesi Tarih bölümünde dünya tarihi dersleri veriyor. Ünlü Sapiens (2011) adlı kitabından sonra Homo Deus – İnsan Tanrı (2015)  adlı dünya çok satanlar listesine giren kitabının Türkçe çevirisi bu yılın başında basıldı.

  2045’te tamamlanması öngörülen Avatar Ölümsüzlük Projesini, insan zihninin bir buluta bağlanarak ayaklı bilgi deposu haline getirilmesini, bedenin nanoteknolojiyle hastalıklardan arındırılmasını  Humanity 2.0 - İnsanlık 2.0,  Singularity - Tekillik kavramlarını, Ex Machina (2015) adlı filmde yaratıcısını öldürerek laboratuvar ortamından kaçan robot kızı da bir arada düşünün. Otuz yıl içinde insandan bin misli daha zeki olacak yapay zekâyı ve biraz George Orwell’ın ünlü 1984 romanı atmosferini hatırlayın. İnsan Tanrı – Yarının Kısa Bir Tarihi  kitabı  bu ortamın ürünü. İnsanlığı yarınlarda bekleyen akıl almaz gelişmelerden söz ediyor. Bunun yanı sıra Homo Sapiens’in geçmişi, tarih, siyaset, evrim teorisi, modernite, kapitalizm, hümanizm, dinler vb. de ana meselenin bileşeni durumunda.

Otodidakt Bir Genç Yazar!
  Homo Deus – İnsan Tanrı kitabını notlar alarak okudum. İlk intibam metni canlı, renkli, ilginç ve merak çekici kılmak adına bir tarihçinin bilgi sınırını çok aşan çeşitlilikte bir malzemenin yer yer özensizce çatılmış olduğuydu. Kitap bilişsel bilimlerin önemli kavramlarının başlıcalarını ustalıkla ele alıyor, ama bu kitabın yaptığı toplam etkiyi çok etkilemiyor.  Özellikle iktisadi ve siyasi konulardaki acemi işi kestirimleri, Müslümanlara karşı takındığı hasmane tavır ve kasıtlı cahilliği kitabın kalitesini düşürüyor.

Metnin cazibeli yanlarının yanı sıra yazarın özensizliği, dağınıklığı, yüzeyselliği sayısız eleştirmen tarafından dile getirilmiş durumda. Anlatımda akademik disiplin sınırlarının belirsizleşmesi de sıkça sözü edilen nokta. Bir sayfada tarih öncesi vakaları işlerken birden algoritmaya, dataizme ve gelecek vizyonlarına sıçrıyor. Bazen sorduğu sorular cevaplandırdıklarından fazla oluyor. Kitap onlarca cevapsız duran soruyla bitiyor.

The Wall Street Journal’ın ünlü bilim sayfası yazarı  Charles C. Mann’ın, yazarın bir önceki kitabı Sapiens için, “Bu kitap online forum yazışmalarından yararlanan otodidakt bir genç yazar tarafından yazılmadıysa, şakacı bir akademisyen tarafından kaleme alınmış olmalıdır.” mealinde bir yorumunu okuyunca araştırdım ve benzer düşüncede olanların sayısının yüksek olduğunu keşfettim.
 


Kışkırtıcı tezler
  En temel alanlara ve insan hasletlerine yönelik hızlı ele alış yazara üsttenci bakışla yorumlama ve kışkırtma imkânı veriyor. Harari nötral ve meselelere mesafeli yaklaşımlı biri değil. Kasıtlı olarak kışkırtıcı yorumlar kullanarak kitabın cazibesini artırıyor. İddiaları bilinen ve sıkça gündeme gelen şeyler, ama kat kat ambalaj ve reklamla yepyeni bir şey gibi sunuldu. Bir yönüyle populüze edildi. Google’ın Tanrı İnsan’a varma amaçlı yapay zekâ çalışmalarını düşünün. Bu kitap o projeyle ilgili biraz da.
“Tarih insanın Tanrı’yı icat etmesiyle başladı ve Tanrı’ya dönüşmesiyle son bulacak.

Her insanın iyiyi, güzeli, anlamlıyı ayırt edecek özgür bir iradeye sahip olduğu fikri terk edilmelidir.

Önümüzdeki yüzyılda insan haklarına ve demokrasiye duyduğumuz inanç gelecek nesillere anlamsız görünebilir.

Ölümün olmadığı bir dünyada Hıristiyanlık, İslamiyet ve Hinduizm’e ne olacak? Cennet, cehennem ve reenkarnasyon yoksa...

İnsani sınıflar arasında şu ana kadarki bütün farklar maddi ve manevi değerlere bağlıydı. Artık biyolojik farklar belirleyici olacak. Yeni seçkin sınıfın sağlık, eğitim ve toplumsal refaha yönelik yaklaşımı çok şeyi belirleyecek.

Makinelerin başarısı yüzünden fiziksel işleri onlara bıraktık. Bilişsel işleri de onlara bıraktığımızda üçüncü bir yeteneğimiz kalmayabilir. ‘Süper Seçkinler’ ve ekonomik ve askeri anlamda faydasız insanlardan ibaret bir dünyada kalabiliriz.

Gelecek nesiller eskiden olduğu gibi Zeus’un korku, tuhaflık ve güç sınırlarına sahip olacak. “
Bu tez, iddia ve yorumları ana kategoriler olarak ele alalım.


Hayatın Anlamı
  İsrailli yazar Yuval Noah Harari “Hayatın anlamı nedir?” cinsinden büyük sorular sormayı seviyor, kitap boyunca lafını ediyor ve bilimin şu ana kadar bir anlam keşfedemediğini özellikle vurguluyor.  
  “Hayatın anlamı nedir?” sorusu öylece cevapsız kalıyor. Modernitede Tanrı artık Nietzsche’nin on dokuzuncu yüzyılda dediği gibi ölüdür.  Tanrısız kalan modernite insanı bu soruyu kendine yöneltmek zorunda kalıyordu. Din onlara en azından bir düşünme yönü sağlıyor. Teknoloji bunu yapamaz. Atomu parçalayabilir, domuza insan hücreleri aşılayabilir ve yıldız sistemlerini keşfedebilir, ama yaşam enigmasına çözüm bulamaz.
  Hayatın bir anlam taşıyıp taşımadığı felsefi ve metafizik bir konudur. Bunun için bilimsel bir kanıt aranması abesle iştigalden başka bir şey değildir. Bilimsel buluşlar sayesinde birçok sorunun cevabına ulaşabiliriz, ama hayatın anlamının ne olduğu sorusu yine de cevapsız kalır. Kâinat 13,8 milyar yaşında. Hayatın anlamının ne olduğunu keşfetmek, bilim diliyle yalın bir şekilde ifade etmek 13,8 milyar yıl daha sürebilir.
  Yazar özgür irade ve bilinci bir yanılgı, deneyle desteklenemeyen bir varsayım olduğunu iddia ediyor. Özgür İrade ve Bilinci reddederken, üstü biraz örtük şekilde aslında bunların herkesin harcı olmadığını ima ediyor. Kendisi Homo Deus’u yazarken özgür iradesini kullandı. Ve ne yazdığının pekâlâ bilincinde. Kırıkları özenle ayrı koyuyor.

Kutsal İllüzyonun Sonu
  Yazar kitapta “Özgür irade bir illüzyondur, benlik hayali bir kurgudur” diyor sık sık. Ona göre benlik, uluslar, tanrılar ve para gibi bir kurgudan ibarettir. Özgür irade yoksa insan davranışı ilaçlar, genetik mühendisliği beyin similasyonlarıyla yönlendirilebilir şeklinde bir sonuca ulaşır.
  Yuval Noah Harari kitapta uzun ya da sonsuz ömür sürmenin dinler yönünden ne gibi bir sonuç yaratacağını sorar. Ona göre insanlar ölümden korktukları için dindardırlar. Oysa ölümden korkmayan dinsizler, ölümden korkan dindarlar vardır.
  Tanrının Adem ve Havva’yı kızgınlıkla cennetten kovması, bunun İlk Günah olması, tanrının insanı yarattığına pişman olması vb. muharref Eski Ahit sözleridir. İslamda farklıdır. First Sin - İlk Günah kavramı yoktur. Melekler tanrının yarattığı insana secde eder. Tanrı yarattığı insan nedeniyle pişman değildir. Bu noktaya özellikle değinmez.
  Yazar standart bir ateisttir. Cennet ve cehennem kavramının insanları savaşa sürüklemek için uydurulmuş olduğunu söyler. Vatan müdafası diye bir şey yoktur yani. Ona göre bilimsel bilgilerin ışığında kâinat bir hengâmeden ibarettir, varoluş süreci bir anlam taşımamaktadır.      
  Ona göre modern yaşam anlamdan yoksun bir evrende güç peşinde bitmek tükenmek bilmeyen bir koşudan ibarettir. Yakında din iyice fantezileşirken, her şey biyokimyasal ve elektronik algoritmalardan ibaret bir ağa dönüşecektir. Bu ağın içinde bireysel merkezler mevcut değildir.  
  Kitap boyunca bu iddiaları desteklemek için üç ana süreç ve teze yer veriliyor.
1 – Bilim tüm toplumu organizmaların algoritmalar ve yaşamın veri işleme süreci olduğuna ikna eden bir dogma yolunda ilerliyor.
2 -  Zekâ bilinçle yollarını ayıracak.
3 – Bilinci olmayan, ama yüksek zekâlı algoritmalar yakında bizi bizden daha iyi bilecek.


Ruh ve Evrim teorisi
  Yazar ruhun varlığının evrim teorisiyle çeliştiğini söylüyor ve “Ruh  da evrimleşmesi gerektiği için Tanrı ve ruh kavramı da asılsızdır, milyarlarca yaratığın çektiği acı ve yaşadığı haz sadece zihinsel bir kirlilikten ibarettir.” diyor.
“Lakin Darwin ruhlarımızı elimizden aldı. Evrim teorisi yeterince kavrandığında ruhun olmadığı gerçeğini kabullenmek kaçınılmazdır.

Dindar bir Hıristiyan ya da Müslüman biri için olduğu kadar, laik ve herhangi bir inanç  sistemine dahil olmayanlar için de ölümden sonra baki kalacak sonsuz bir öz fikrinden vazgeçmek oldukça korkutucu olsa gerek.

Ruhun varlığı Evrim Teorisi’yle çelişir.”
  Darwin’in Evrim teorisi tanrının varlığıyla çelişmediği için ruhun varlığına direkt karşı çıkan bir söylemi yoktur. Tam tersine kendisi evrimi Tanrının kudreti şeklinde tanımlamıştır. Darwin ateist olduğunu iddia edenlere bir Tanrıya inandığını ve agnostik olduğunu söylemiştir.
  Bu arada dindarların önemli bir kısmı evrim teorisine ve ruhun varlığına bir arada inanır. İslami öğreti tanrının kâinatı evreler şeklinde yaratması fikriyle çelişmez. Darwin’den çok önce evrimden söz etmiş El-Cahız, İbn Miskevehy ve Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi âlimler ruhun varlığına iman etmiş kimselerdi. 


Yapay Zekâ Homo Sapiens’e Karşı
  Google’ın mühendislik direktörü olan Ray Kurzweil yapay zekânın 2029 yılında Turing testini geçerek insan zekâsına ulaşacağını, 2047’de de süper zekâya sahip makinelerin ortaya çıkacağını söylüyor. Yapay zekâ robotlar şeklinde fizik güç isteyen işleri, yazılım şeklinde, bilişsel işlerin çok büyük bir kısmını üstlenecek.
 Yazar kitabında Google çizgisinden yürüyerek bu öngörüleri anlatıyor.  Süper seçkinler, her yönden faydasızlaşmış kitleler ve bu ikisinin arasına sıkışmış yeni orta sınıf şeklinde üç gruptan söz ediyor. Önce süper seçkinleri ele alalım.

Süper Alfalar
  Özelikle son elli-altmış yılda giderek artan miktarda makale, kitap ve film bu konuyu işliyor. Bir gen aristokrasisi öngörülüyor. Daha yavaş yaşlanan, daha az hastalanan, genetik dokunuşla zeki, güzel, yakışıklı ve üstün yetenekli hâle gelmiş insanlar söz konusu. Süper Alfalar yani. Onlar ve diğerleri şeklinde gruplaşmadan söz ediliyor.
  Elitler giderek daha fazla güce ve imkâna kavuşuyor. Elit olmayanlarla aralarındaki uçurum her gün daha derinleşiyor. Biz yeni bir devrin eşiğinde olduğumuzun bilincindeyiz. Hâkim gücün karakterini iyi tanıdığımızdan pembe renkli mutlu bir son garantisine sahip olmadığımızı iyi biliyoruz. Yazar çokça çiğnenmiş bir sakızı ambalajlayıp yeniden sunuyor.
 

İnsan Tanrılar
  Yazar 21. Yüzyılda güçlü kurgular ve totaliter dinler yaşayacağımızı söylüyor. Uydurma dini metinlerden feyz alan muktedirlerin bunun için çabaladığını sağır sultan bile biliyor. Sanal cennet ve cehennemler yaratacaklar. Şu anda bile var. Marka, hiper mahalle, statü azlığı ya da bolluğu. Bunlara birazdan lüks sanal mertebeler, hastalıksız hayatlar ve uzatılmış ömürler falan da eklenecek.
  Ancak kurguyu gerçekten ayıranlar kendi özgün iradelerini kullanabilecek. Filmler bunu anlatıyor. Hazırlık yapıyor adeta. Yeni milenyuma girmek üzereyken yapılmış gerçek hayatla, kurgunun birbirine girdiği zamanları anlatan ExistenZ – Varoluş filmi bunu anlatıyordu. Matrix ve The Dark City – Karanlık Şehir filmleri de öyle.
   Bir avuç zenginin toplam mal varlığı göze alındığında yakın gelecekteki Neo-Zeusların kimler olacağını tahmin etmek zor değil. Dahi yönetmen Stanley Kubrick son filmi Eyes Wide Shut – Gözleri Tamamen Kapalı (1999) filmindeki maskeli zatlar bunlar. Dünyanın yöneticileri. Neo-Zeuslaşmak için gün sayanlar.
  Bu zatlar henüz ölümlüler ve yerçekimi kanunlarına tabiler. Bunlar aşıldığında kimsenin karşı koyamayacağı mitolojik tanrı benzeri yaratıklara dönüşecekleri bir ân pekâlâ gelebilir. Bu kaçınılmaz olarak kendi aralarında çatışmayı da getirecek. Paris, Güzel Helena’yı kaçırmaya devam edecek yani. İşin bir de ilahi bir boyutu ve kadim kehanetler yanı var ki, buna ilerleyen satırlarda değineceğim.


Kurgu Âlemleri
  Evlere kapanan bilgisayarın arkasında oturan, odada yiyip, içen, uyuyan çocukları ve ergenleri düşünün. Keşke dışarıdaki iş hayatı, alışveriş, mecburi akraba ziyaretleri ve de tabii ki okul olmasa diye hayal ettiklerini biliyoruz. Bunlar hazırlık nesli. Bir sonraki nesil kurgu âleminin ilk tebası olacak. Bir an gelecek televizyon, internet ve radyo erişiminin zaman zaman tümden engellendiği devirleri göreceğiz. Bu durum Neo-Zeuslar’ın işine gelmeyeceği için şimdiden devlet tedbirlerini aşacak teknik sistemleri inşa ediyorlar. Yasaklar ve sınırlamalar pek işe yaramayacak yani.
 Yazar ‘Yirmi yaşının altındakiler, hatta biraz üstü olanların bu konuda ikna edilmeye bile ihtiyacı yoktur.’ der ki, ancak bir ölçüde haklıdır.  Bilgisayar oyunları ve arama motorundaki algoritmik uyarlamalar çocukları ve gençleri derinden etkiliyor. Yakın gelecekte insanlığı şu andan hayal edilmesi güç bir değişim bekliyor.
 
Dataizm Gerçekten Son Nokta mı?
“Dataizme göre insan deneyimleri kutsal değildir.
Homo sapiens yaradılışın zirvesi değildir ve Homo Deus’un öncüsü değildir. Homo Sapiens köhne bir algoritmadan ibarettir.”
  Dataizm evrenin veri akışından ibaret olduğunu ileri sürülüyor. Dataizm matematik kurallarının hem biyokimyasal, hem de elektronik algoritmalara uygulanabildiğini de gösterdi. Hayvanlarla makineler arasındaki geçilmez addedilen duvarın yakında yıkılabileceği iddia ediliyor. Elektronik algoritmaların biyolojik algoritmaların sırrını çözerek onlardan daha üstün hale geleceği günü beklediği fikri yabana atılacak gibi değil yani.
  Dataizm öğrenme piramidini de altüst edeceğe benziyor. İnsan veriyi damıtarak bilgiye, bilgiyi kavrayışa, kavrayışı bilgeliğe çevirmekle yüklüydü. Ancak artık zamanımızda veri akışıyla baş edilemiyor. Vaktimiz ekran başında uçup gidiyor. Bu işin elektronik algoritmalara devredilmesi gerektiğini düşünenlerin sayısı giderek artıyor. Kafamda bir çip olsa da bu bilgileri istediğim zaman bütünüyle kullansam diye düşünenlerin sayısı hiç te az değil.

 
Lüzumsuz İnsan
“Bu beklenmedik teknolojik bolluk içinde hiç çaba göstermeseler bile işe yaramayan kitleleri beslemek ve desteklemek mümkün olacaktır. Peki hepsini nasıl meşgul edip memnun edeceğiz? İnsanlar bir şey yapmazlarsa delirirler. Tüm gün ne yapacaklar? Sunulan çözümlerden biri uyuşturucu ve bilgisayar oyunları olabilir.”
  Küresel ölçekte istihdam edilemez bir işsiz sınıfı ortaya çıkarsa bu niye tümüyle kötü bir şey olsun. Daha önce bu konuda çok kalem oynatıldı. Daha az çalışarak beşeri ihtiyaçların karşılandığı bir dünya hayal edildi. Sosyalist ütopya, yeryüzü cenneti gibi isimler verildi.  Daha az çalışan insanların kendilerini geliştirmek için daha çok vakti olacak. Bilime, sanata, kültüre, spora ve hobilere daha çok zaman ayırabilecekler. Motorlu taşıtlar ortak kullanılacak. Çevreye uyumlu bir tüketim tarzı için ciddi bir yol alınacak. Nüfus planlaması bilinçli bir çizgiye oturacak. Gelecekte teknoloji daha küçük boyutlu, daha güçlü ve ucuz olacak. Şeker, kanser ve damar hastalıklarıyla mücadele şimdikinden çok daha etkin bir şekilde yapılacak. İnsan-makine sentezi sayesinde hayal ötesi sonuçlara ulaşacağız.
  İnsan bu arada ona sağlanan serbest zamanda kendini geliştirmeye devam edecek. Yapay Zekâ avukat, doktor, hâkim, borsacı, öğretmen ve eczacılık gibi meslekleri de üstlenebilir. Bu her şeyin sonu demek olmayacak. Yeni meslekler zuhur edecek. 2045 sonrasında dünya tümüyle bir bilgisayardan ibaret olduğunda insan beynine gücünü katlayan teknik eklentiler implante edilecek ve bu yetisi sürekli güncellenecek. İnsan makine sentezi gerçekleşecek.
İnsanlık adına bu büyük bir ilerlemeyi kim engelleyecek? Kim manipüle edecek? Kendini Tanrılaşmış addeden elitler mi?
  Faydasız denen kesim ancak distopik bir ortamda uyuşturucu ve bilgisayar oyunlarına mahkum olabilir. Bu elimizdeki tek çözüm değildir.  Distopik gelecek kader değildir.

Kendine Güvensiz Kitle
  Yazar bu biyolojik ve algoritmik yetiyi yeterince alamayanların daha alt düzey, itaatkâr, kendine güveni olmayan kitleyi oluşturacağını söylüyor. Kitle, halk yani. Halk her yönden geri kaldığı için alıklaşacakmış. Şu anda dünya  ahalisi elindeki imkânla kıyaslandığında tarihinin en şiddetli alıklaştırma  kampanyasıyla karşı karşıya. Sübliminal mesaj sağanağı altındayız. Medyada kontrolü elinde tutanların bütün çabası insanların gözünü boyama ve gerçeği saklama ve yalıtma merkezli değil mi? Diyelim bu hal daha da yaygınlaştı. Peki buna rağmen yeni tekno-kastlar arasında hiç çatışma olmayacak mı? Geleceğin Biyonik-Robotik-Spartaküs isyanları engellenebilir mi?
“Makinelerin başarısı yüzünden fiziksel işleri onlara bıraktık. Bilişsel işleri de onlara bıraktığımızda üçüncü bir yeteneğimiz kalmayabilir.”
  Yazarın muhtemel gördüğünün aksine fiziksel ve bilişsel işleri makinelere, yapay zekâya asla denetimsiz olarak bırakmayacağız. Herhalükârda üçüncü bir yeteneğimiz baki kalacaktır. Böyle bir şey mevcuttur. Yaratıcının varlığına iman ve küresel merhamet. Özgür İrade ve Bilincin varlığının sağlaması bu çizgiden de yapılmalıdır. 
  Distopik roman ve filmlere bakılırsa, salgın hastalıklar, zombiler, kitlesel ölümler, kaos ve dünya nüfusunun toptan kırılması kaçınılmaz bir senaryo. Gerçek hayatta daha düşük ölçekli kırımlar her an yaşanıyor. Peki bu senaryoların asıl müsebbibi kim? Faust ruhu mu? Yazar kitabında moderniteyi insanın ruhunu şeytana satması olarak tanımlayarak Faust’un adını anar. 

Faustvari Medeniyetin Kışı
  Alman tarihçi Oswald Spengler 1918 yılında Batı Medeniyetiyle ilgili öngörülerde bulundu. Ona göre Faustvari Batı medeniyeti bin yıl önce girdiği bahardan, yaza, yazdan da sonbahara geçerek kış sezonuna ulaşmıştı. Bunu The Decline of the West – Batının Çöküşü adlı ünlü kitabında ayrıntılarıyla işledi.
“Faustvari medeniyeti kuran Batılı insan gururludur, bu trajik bir durumdur, o çabalar ve yaratırken için için gerçek hedefe hiçbir zaman erişemeyeceğini bilir.

‘Eğer optimizm ödleklikse, bu medeniyetin en üstün başarısının Faustvari kışta gerçeklikten kaçış olduğu anlamına gelir.”
                                                                                                        O. Spengler
  Faustvari Medeniyet kaçınılmaz olarak çöküşünü, büzülüşünü, güç kaybını sembolize eden kış sezonuna girmişti. Ona göre Batı insanı individualist, rasyonalist, emperyalist, sekülarist, huzursuz (restless) ve ırkçıydı. Bu onun Faustvari ruhunun özellikleriydi. Bu ruh Hıristiyanlığa dönüşmüş ve böylelikle Faustvari - Hıristiyan bir ahlak oluşmuştu.
Harari’nin moderniteyi insanın ruhunu şeytana satması şeklinde ifade etmesi bu kitaba ve meslektaşı Spengler’ın 100 yıl önceki kehanetinin doğru çıkmasının belirtilerinin göründüğü bugünlere göndermedir. Fakat nedense yazar modernitenin kuşatıcı, belirleyici zembereği olan siyonizmden söz etmez.


Siyasi Konularda Çuvallama
  Kitap siyasal konularda bazıları kasıtlı olmak üzere o kadar çok sayıda gaf yapıyor ki, yazarın konuları ele almaktaki başarılı yönleri, yer yer akıcı anlatımı, mizah anlayışı gölgede kalıyor. Yeterince hâkim olmadığı konulara hiç girmeyip daha ince bir kitapla yetinseydi, bestseller kitaplarının ortalama sayfa adedine ulaşamazdı, ama bu eleştirilere de maruz kalmazdı. Adam bestseller olmuş, ünü ve parayı cebe koymuş diyeceksiniz. Bu da doğru, ama yine de adı bir dizi eleştiriyle anılacak bundan böyle. Kitapta bir de KC, yani Kasıtlı Cahillik sorunu var. Önemli soru ve iddiaları ele alırken bu noktaya da özellikle değineceğim.

Şavaşsız Dünya
“Eskiden barış ‘savaşa ara verme’ anlamını taşıyordu. Bugün radikal örnekler haricinde dünya genelinde gerçek anlamıyla bir barış hakim. Ülkeler birbiriyle geleneksel anlamda savaşmanın mantıksızlığını anladı. Savaşın daha az konuşulan ve daha düşük bir ihtimal olmasının en büyük sebebi savaş maliyetinin çok yükselmiş, kazancının düşmüş olması. Bugünün büyük ekonomileri mal ve üründen çok bilgi ve hizmete dayalı. Örneğin Çin Silikon Vadisi’ni işgal ederek bir şey elde edemez (Silikon Vadisi’nde silikon madeni yok). Bugünün gücünü fikirler, beyinler belirliyor. Dolayısıyla ticari ve istihbari faaliyetler çok daha anlamlı.”
 On gram doğrunun yanında doksan gram safsata duruyor. Şu anda topyekün savaş yapılmıyor. Doğru. Yalnız siber savaş, sivil toplum örgütleriyle kaos çıkartma, terörle vekalet savaşları son gaz sürüyor.  Diğer yandan Suriye ve Irak’ta ölenlerin sayısı milyonları buldu. Evinden yurdundan olanlarsa çok daha fazla. Bu radikal örnek değil ayrıca. Standart bir Haçlı-Siyonist saldırı. Kasıtlı katliam. Seri terör faaliyetleri de barışsızlık anlamına gelir. Ekonomik alanlardaki savaş kesiksiz sürüyor. Yeni silahlar da savaşlarda denenmeye devam ediyor. ABD daha yeni Suriye’de 59 adet Tomhawk füzesi ateşledi. Bunun İncil’in Matta nüshasından bir mesaj olduğu yorumu yapıldı.  Bakalım Matta 5:9’da ne yazıyor?
Ne mutlu barışı sağlayanlara!
Çünkü onlara Tanrı oğulları denecek.
  Son birkaç senede ABD tarafından bombalanan ülkelerin sayısını düşünün. Kuzey Kore ile sertleşen atışmaları hatırlayalım. ABD karadan ve deniz rotalı olan Yeni İpek Yolu’nun kendi kontrolünde olmasını istiyor. ABD-Çin çekişmesinde vekalet savaşlarıyla sonuç alınabilir mi bilmiyoruz. Katar’a yapılan operasyon bir savaş habercisi olabilir. Bölgemizde önce terör olaylarının artması ve ardından ordular arası savaş yapılması çok yakında olabilir. Ayrıca nükleer silahların hiç kullanılmayacağının garantisi de yoktur.

Art Niyet mi?
  Harari’nin bazı yorumları art niyet çağrıştırıyor. Örneğin Allah’tan korkan Suriye, seküler Hollanda’dan çok daha şiddet dolu” (S.233) diyebiliyor. Suriye’nin emperyalist güçler tarafından taammüden parçalanıp işgal edildiğini bilmiyor olamaz. Bu tek kelimeyle vicdansızlık. Hemen başka örnekler de vereyim:
“Yeni dinlerin Afganistan mağaralarında ya da Ortadoğu medreselerde doğması mümkün görünmüyor. (S.365) – Yeni dinler araştırma laboratuvarlarında büyüyüp serpilecek.”
  Bu sözlerde de aynı üsttenci ve KC tonu mevcut.  Radikal İslam’ın Batı medreselerinin, neooryantalizm laboratuvarlarının, kısacası üst aklın ürünü olduğunu bilmiyor olabilir mi? Dünyayı kana bulayan Batılı emperyalistlerin,  laboratuvarlarında terörist üretenlerin geliştireceği dinden insanlara ne hayır gelecek? 
“Radikal İslamcılar kurtuluş islamda diyebilirler ama GNR yani Genetik, Nano teknoloji, Robotik ve Yapay zekâ karşısında çaresiz kalacaklar. Kur’an’da, İncil’de ve Konfüçyüs’ten seçmeler’de bu sorulara cevap bulmaları imkânsızdır.”
 Yine aynı konu. Yazar için ya radikal İslam var ya da sünnetten sıyrılarak dini kültür gibi benimseyen sulandırılmış, Ilımlı İslam-FETÖ Çizgisi var. Ardından ‘İmam, papaz ve hahamların genetik mühendisliği ve yapay zekâ için diyecek sözleri var mı?’ diye soruyor. Türkiye’de dindar-muhafazakâr  kesimin bazı aydınları fizik veya biyoloji tahsil etmiş din adamlarına ihtiyaç olduğu fikrini son yıllarda sıkça dile getiriyor. 21.yüzyılın ilahiyatçıları bu çağın bilimsel gelişmeleri bilen ve dini metinleri yeniden yorumlayabilen özelliklere sahip olmak zorunda.
  Harari, “Çağ atlamak için kutsal metinleri bırakmalı ve teknolojiye önem vermelisiniz.” diyor. Teknolojiye önem verme konusuna kimsenin itirazı yok. Türkiye’de endüstrileşmenin motoru muhafazakâr partilerdir. Peki genel olarak teknolojiye yön veren irade Mefisto’yla el sıkışıyorsa ne yapacağız? Ancak Bilim - Teknoloji ve Hakikat-Ahlak-Merhamet’in bir arada müthiş ve kurtarıcı bir füzyon olduğunu bir kez daha yineliyorum. 

Made in West - DAEŞ 
  “21.yüzyılın köklü değişikliklernini nereden başlayacağını sorun kendi kendinize. IŞİD’den mi yoksa Google’dan mı?(S.288) IŞİD sadece youtube’a video yüklemeyi ve işkence tekniklerini biliyor.”
  Daha önce El Kaide örneğinde olduğu gibi IŞİD - DAEŞ de batılı bir yapım. Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek ve işgali kolaylaştırmak amacıyla CIA tarafından imal edildi. MI6 gibi diğer bazı gizli servisler tarafından da kullanılıyor. DAEŞ ve YPG kendi aralarında üniforma değişimi yapan, içlerinde Batılı paralı askerler , ajanlar bulunan bir yapı.  İşkence filmlerinde rol alanlar Müslüman olmayan Batılı ajanlardı. Bunu herkes biliyor. Yazarın ülkesinde DAEŞ’in önde gelen elemanları tıbbi bakım görüyor şeklinde söylentiler mevcut. Guantanemo hapisanesini DAEŞ mi işletiyordu? CIA işkence gemileri kimin malıydı? Büyük Google Birader’in yakın gelecekte yapacağı köklü değişikliklere de ayrıca değineceğim.
  Charlie Hebdo saldırısı Batılı güçlerin Fransa’nın Afrika üzerindeki egemenliği ve Orta Doğu’daki kontrol kapasitesini kısıtlama darbesiydi. Yazar buna da Fransız kalıp, eylemden Müslümanların işi gibi söz ederek Müslümanları karalamakta kullanıyor.
  Nükleer güçten söz ederken de Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atanların kapitalistler olduğunu unutarak komunistlerin nükleer silah tutkusunu eleştiriyor. 
  Yazar bütün bu kasıtlı hataları savunduğu dünya görüşünün yanı sıra bestseller’ı da garantilemek için kullanmış izlenimi veriyor. Daha vahimi de  Türkiye’de bu kitap hakkında inceleme yazanların pek çoğu bu konuları pas geçmiş durumda.

Hümanizm’in üç dini
Yazar Komünizm, Nazizm ve Liberalizmi humanist dinler olarak adlandırıyor. “Homo Sapiens nasıl oldu da evrenin insan türünün etrafında döndüğünü ve insanların tüm anlam ve gücün odağı olduğunu iddia eden hümanist öğretiye inandı?” diye de bir soru sormayı ihmal etmiyor. Dinlerin önerdiği Yüce Kozmik Plan’ın dışında ‘Hayata Bir Anlam’ bulmaktı modernitenin amacı. Siyaset, sanat ve kültürleştirdiği dinle buna cevap arıyordu.
Harari modern toplumu çökmekten hümanizmin kurtardığını söylüyor. Esas kurtarıcı kapitalizmdir haliyle.

Aziz Kapitalizm
  Yazar Komunizm ve Nazizim’in tesis edilmesinde, fikir babalığının yapılması ve finans yardımıyla bir devirde etkin olmasında emperyalistlerin  başat rolü oynadığını bilmezden geliyor. Sosyalizmin topallayan kapitalizmin yürütgeçi olduğu gerçeğini de.
Kapitalizm iddia edildiği gibi serbest piyasa anlamına gelmiyor. Refah ülkeleri yetmiş sonlarından itibaren demokrasiyle değil, şirketokrasiyle idare ediliyor. Planlayıcılık devletlerden şirketlere kaymış durumda. İspanya Franco zamanında faşizimle idare edilen bir kapitalist ülkeydi örneğin. Çin kapitalizmin doruğunda mutant bir komunizm söylemiyle yürüyor. Demokratik görünüm artık bir makyaj. Şehir ve bölge plancılığı üzerinden toplum mühendisliği yapılıyor örneğin. Halk şehirlerin silueti üzerinde bir yaptırıma sahip değil. Babil kulesi benzeri beton çelik yükseltileri çaresizlikle izliyor. Kimse onlara fikrini sormuyor.
  “Kıtlık ve salgınların önüne geçilmesinde, büyümeye inanan gayretli kapitalistlerin rolü büyüktür. İnsanların arasındaki şiddetin azalması, anlayış ve işbirliğinin artması konusunda da kapitalizm övgüyü hak eder. Bir sonraki bölümde açıklanacağı gibi bu gelişmelerin gerçekleşmesinde başka önemli etmenler de vardır elbette, ancak kapitalizm insanların ekonomiye bakışını değiştirerek küresel barışa inanılmaz katkılar sağlamıştır.
  Kitap boyunca komünizmi yeriyor. Kapitalizmi ise pek az eleştiriyor ve küresel barışa sağladığı inanılmaz katkıları yere göğe sığdıramıyor. 
Kapitalizmi eleştirirken faydalarını ve marifetlerini de görmezden gelemeyiz” (S.231)
  Rakamlar ve sonuçlar ortada. Faydaları bir nebze anlıyorum da, marifeti kavramada yaya kalıyorum. Aklıma Talented Mr. Ripley – Yetenekli Bay Ripley filmi geliyor.


Büyüme Her şey midir?
  Böyle bir kapitalizm övgüsünden sonra yazarın kapitalizmin krizini açıklamakta yetersiz kaldığını söylememiz herhalde kimseyi şaşırtmayacaktır. Yoksulluk için tek çözüm ise yazara göre, ekonomik büyümedir.
Kapitalist bir dünyada yoksulların hayatı sadece ekonomi büyüdükçe iyileşebilir” (S.229)
  Recep Tayyip Erdoğan’ın 2003’ten bu yana iktidarda olmasını ülkede sağladığı ekonomik büyüme ile açıklıyor. Tek neden olarak bunu gösteriyor.
  Yine, “Radikal müslümanlar 21. yüzyılı tam olarak kavrayamadıkları için liberalizm açısından bir tehdit oluşturamıyorlar. Fırsat yaratamıyorlar.” Diyor.  Neoliberalizmi kastediyor. Batılı ülke aydınları Neoliberalizmi şiddetle eleştiriyor. Ünlü birçok markanın, buluş aşamasındaki masraflarının önemli bir kısmının devlet fonları tarafından karşılanmasına rağmen kaymağını şirketlerin yemesi örneğin. Ucuz iş gücü için sermayenin başka ülkelere yönelmesi ve GPS, internet, iPhone, 3 boyutlu basıcı, güneş enerjisi panelleri ve elektrikli arabalar hükümetlerin topladığı vergi paraları harcanmadan ortaya çıkamayacak olması başlıca şikayet konuları. Yazar bunu görmezden geliyor. 

Henüz Aşılamamış Osmanlı Modeli
  Harari, teodise-ilahi adalet ve Müslümanlık meselesini bilmez görünüyor. Muharref  dini metinlerdeki çelişkilerden hareketle tanrı kavramını anlamsızlaştırıyor. Kur’an üzerine tek kelime etmiyor. Tanrı adına sömürmelerden örnekler veriyor. Ortaçağ Avrupa’sında Papalar’ın akıl almaz güçleri ve hükümranlıkları İslam âlemi için geçersizdir. Mısır, Çin, müslüman imparatorlukları vb. sayıyor ve Osmanlı’nın hakkını teslim ediyor. Göreceli cennetti diyor.
“Osmanlı İmparatorluğu dini sebeplerle ayrımcılık yapsa ve aralarında kendilerince çatışmalar yaşansa da Avrupa’yla karşılaştırıldığında özgürlüklerle dolu bir cennetti. (S. 208)”
  Osmanlı düzeni bu nitelikleriyle dünya için hâlâ bir modeldir. Avrupa’da Krallar köylülere danışmıyordu. Öteki ve etnik ve dini gruplarla çatışma, aşağılama, şiddet uygulamalarının sonu gelmiyordu. Batı kültürü öteki ve çatışma kültürüdür. Fatih’in fetih sonrası buyurduğu fermanı Batı’nın şu ân bile layıkıyla ulaşamadığı bir sosyal sözleşme çizgisidir. Mutlaka ilhamını Veda Hutbesi’nden almıştır.
  Ortaçağ Avrupası Katolik kilise ve tanrının krallığına girmek için bağışlar vb. gibi olumsuzlukları konu ediyor, ama Müslümanlıktaki zekat uygulamasından, fitreden vb. hiç söz etmiyor. Bu arada Arkeolojik bulgularla tahtı sarsılmayan tek din olan müslümanlıkla ilgili olumlu bir şey yazmamak için kitap boyunca adeta çırpınıyor.
  Tekrar kitabın ana mesajına dönelim. Yakın gelecekte insanlık tarihinde daha önce deneyimlemediğimiz müthiş gelişmeler olacak ve biz buna hazır değiliz.

2100’de Hayat Neye Benzeyecek?
  Şu anda kimsenin 2100’lerde dünyanın nasıl görüneceği üzerine kesin bir fikri yok. Bu insanlığın yapacağı seçimlerle ortaya çıkacak. Peki yazarın iddia ettiği gibi özgür irade bir illüzyonsa, bilinç zekâ kadar önemli değilse bu seçimi kim yapacak? Tek başına yapay zekâ mı? Yapay zekâya hükmeden ve organik bedenlerden iyice sıyrılmış, ölümsüzlüğe kavuşmuş makine bedenli elitler, Süper Elitler mi? O yıllarda Büyük Google Birader her şeye hükmeden, hayatları A’dan Z’ye kontrol eden miniskül bir Levh-i Mahfuz’a mı dönüşecek? Faustvari ruh, davranış kalıbı tümüyle Mefisto’nun takipçilerinin denetiminde mi olacak?
“Tarih boyunca tanrıların her şeye muktedir olmaktan çok, canlı varlıklar tasarlamak ve yaratmak, kendi bedenlerini değiştirmek, çevreyi ve havayı kontrol etmek, uzaktan iletişime geçebilmek ve zihin okumak, yüksek hızlarda seyahat etmek ve tabii ki ölümden kaçarak sonsuza kadar yaşamak gibi belirli süpergüçlere sahip olduğuna inanılırdı. İnsanlar da tüm bu kabiliyetlere, hatta daha fazlasına sahip olmanın peşinde. (S.59)”
  Bilimi ve tekniği kullanarak mükemmel, tepeden tırnağa kontrollu, hiçbir şeyin aksamadığı, tek merkezden idare edilen, enerjiyi, hammaddeyi, gıdayı, suyu havayı, parayı kontrol eden bir düzeni hayal etmek zor değil. Tek tip insan, tek tip dijital din, yeni bir alfabe, yeni bir dil. Uydurulmuş din kitaplarında şeytanın kendine tabi olanlara vaat ettiği dünya modeli bu.
  Yakın gelecek insanlara akla hayale sığmayacak cazip imkânlar sunmakla birlikte yukarıda bahsini ettiğimiz cinsten devasa tehlikeler de yaratıyor. İnsanın sonsuz ve gerçek mutluluğu yapay yöntemlerle elde edilebilecek mi? Çok şeye muktedirlik ihtimalimiz çok yakında, ancak tam altımızda hiçlikten meydana gelen dipsiz bir uçurum uzanıyor. Singularity-Tekillik uçurumu.
 

Kim kurtaracak Bizi?
 “Dataizm önce insanlara sağlık, güç, mutluluk verme alanlarında başarı sağlayacak ve sonra muhtemelen Homosapiens’in hayvanlara yaptığını yapacaktır.”
  Gelelim şimdi bizi en çok ilgilendiren soruya. Orta Doğu’da büyük karışıklıklar, fitne tuzakları, Melheme-i kübra, yani Armageddon, yeni bir dünya savaşı kapımızda duruyorken dikkatimizi bir an için otuz-kırk yıl öteye sıçratalım ve şu soruyu soralım.  “Tanrı Elitler’in hışmına uğramaktan, Dataizm’in bizlere değersiz, harcanabilir yaratıklar gibi muamele etmesinden nasıl kurtulacağız?”  Ve ünlü romancı Cortazar ‘ın Seksek’inden de bir alıntı yapalım. “Kim kurtaracak bizi şimdi şu kapının altıdan süzülen ateşten?”


Hakikatın Avazı
Tarih insanın Tanrı’yı icat etmesiyle başladı ve Tanrı’ya dönüşmesiyle son bulacak.”
  Bizi yüce yaratıcının varlığına iman ve aklımızı – teknolojik bilgimizi en doğru şekilde kullanmak kurtaracak. Allah insanı yaratırken çamura nefesini üflemiştir. Bu nefes irade ve bilinçtir. Tarih bilinçle kol kola yürür. Tarih bilincin öznel kaydıdır. Ruh bünyesinde irade, bilinç ve merhamet barındırır.
  Allah zamandan münezzehtir. Hiçbir şeyin sonucu olmadığı için bir şey de onun nedeni değildir. ‘Allahı kim yarattı?’ sorusu çaresiz ateistlerin sığındığı takatrik bir zemindir.
Allah’ın değil de maddenin ezeli olmasını arzu etmişlerdir. Big Bang nedeniyle maddenin bir başlangıcı olduğunu ve entropi yasalarını biliyoruz. Kâinat rasgelelikten çok uzak kurulmuş, planlanmış bir yapıdır. Bir yaratıcısı vardır.  İnsan yaratıcıyı sezmiştir. Keşfetmiştir. Vahiyle tebligat yapılmıştır. Bu bir icat değildir. İnsan mitler, hurafeler ve pagan tahayyüller sisinin ardındaki tanımlara sığmaz gücü seçilmiş kimselere, peygamberlere yollanan vahiy sayesinde tanımış ve kulluk etmiştir.

Beşeri Sözleşme Olarak - Veda Hutbesi
 ‘Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Arabın Arab olmayana, Arab olmayanın da Arab üzerine üstünlüğü olmadığı gibi kırmızı tenlinin siyah üzerine siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allahtan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız ondan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahi bir köle başınıza emir olarak tayin edilse sizi Allahın kitabıyla idare ederse onu dinleyiniz ve itaat ediniz.’
  Kur’an daha önceki peygamberleri ve onlara inen vahyi onaylar. Allaha teslimiyeti ortak payda olarak görür. Müslüman olmayanlar da dahil bütün inananlar takvada eşitlenir. Bu bütün insanlık için ortak, kimseyi dışarıda bırakmayan bir kurtuluş reçetesidir. Bu ruh büyük Endülüs medeniyetini kurmuş ve büyük bilim adamları yetiştirmiştir. Avrupa rönesansının ana temel taşlarından biri Endülüs’teki nurlanmadır. İslam medeniyeti Anadolu Selçuk ve Osmanlı ile devam etmiş, Cami, Kilise ve Sinagogu, çeşitli dinden ve kültürden insanları yapısında barındırmada dünya tarihindeki yegâne örnek olmuştur. Irkçılığa karşı kurduğu merhamet kalesi, yakın gelecekte zuhur etmesi muhtemel gayri insaniciliğe, Bilen İnsan - Homo Sapiens karşıtlığına karşı da güçlü bir set olacaktır. Bu nedenle Müslüman ülkeleri istikrarsızlaştırıp, parçalara ayırıyorlar, ama ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar sonuçta içinde nefes barındıranlar galebe çalacak. 

Homo Kul
 Yazar Homo Deus’un kendi kendini imal ettiği için, kendini Bilen İnsan - Homo Sapiens’in devamı gibi görmeyeceğini söyler. Böylelikle o devir geldiğinde Homo Sapiens organik atık konumuna düşecektir. 
  Allaha iman eden, güvenen, ondan korkan takva sahibi biri Kul İnsan - Homo Kul’dur. Homo Kul, iblisin kumandasındaki kötücül Homo Deus’a karşı çıkacak.
  Müslüman şeytan itaatkârdır. Tanrıdan insanı yoldan çıkartabilmesi için izin ister. Bir çeşit kalite kontrolu yapmak için müsadedir arzusu. Bu ona bahşedilir. Diğer Şeytan, Mefisto ise asidir. Tanrıya kafa tutar. Ona karşı çıkar. Homo Deus’a da bunu yaptırarak kâinatın yaratıcısına kafa tutturacak ve sonunu hazırlayacaktır.

Muhteşemin Cazibesi
  Yazarın Homo Deus ve Dataizm’den söz ederken kestiremediği noktalardan biri de şu: Kur’an’ın bir özelliği de çeşitli devir ve sosyolojik yapılara hitap edebilme gücüdür. Kur’an kabileler ve imparatorluklara yol gösterebildiği gibi Dataizm’i de etkileyecektir. Gücü artmış aklın Kur’an’a hayran olacağını düşünüyorum. İnsanı imana davet eden kelimelerin içine gizlenmiş muhteşem anlamı deşifre edince yapay zihni sevgi, saygı, hayranlık ve huşuyla dolabilir.

Sezgisel Olarak
  Sezgisel olarak zekâ sahibi bir yaratığın daha üstün aklı, ölümsüzlüğü değil de uzun yaşamayı, hızı ve gücü elde etmeyi hayal etmemesinin mümkün olmadığını düşünüyorum. Önemli olan bu gücün iyinin mi, kötünün mü elinde olacağıdır. Bence esas mesele budur. Balçığa üflenen nefesin muhtevasında bu merhalelerin bulunması bence kaçınılmazdır. Allah yarattığı kuluna gelecekte kullanacağı kapasiteyi yüklemiştir.
  Algoritmanın ateizm cinsinden inorganik bir varsayıma tevessül etmeyeceğini düşünüyorum. Ateizm, John Gray’in deyişiyle “Victoria devrinden kalan bir fosildir”. Kitapta “Tanrı insanın hayal gücünün ürünüdür.” deniyor. Hayal gücü de biyokimyasal algoritmaların ürünüdür.
Yazarın insanın yeni ve üstün algoritmaları kavrayamayacağı sözleri bilgiyi kontrolu altında tutan elitlerin bunu ondan mahrum etmesi anlamına geliyor. Böyle bir durum belki kısmen de olsa gerçekleşebilir. Ben yine de algoritmanın kendi kavranamazının önünde saygıyla eğileceğini hayal etmeden duramıyorum.
  Kâinatta var olan her şeyin bir ömrü var. Devasa yıldızlar, nebulalar, galaksiler ömürlerini tamamlayıp başka evrelere dönüşüyorlar. Ölümsüzlük boş hayal yani. Kâinatın yazılımında böyle bir madde yok. Bu nafile hedefin peşinde koşan iblis güdümündeki Tekno-Elitler, Neo Zeuslar, Dataizmin için sinmiş kötücül ruh  ne kadar çabalarsa çabalasın helak olmaktan kurtulamayacak. 
 

Kehanet
  Harari kitabın finaline yakın İnsanlık 2.0 – Humanity 2.0 kehanetler kitabının yazarı Ray Kurtzweil’den alıntı yaparak Homo Deus’un her şeyin bilgisine erişmek için dünyayı terk edeceği, bütün kâinatı gezerek tanımaya çalışacağını hatırlatıyor.  
 Benim kafamda da bir soru en üst sırada duruyor. Urfa’daki Göbekli Tepe’nin bulunuşu tarihe bakışımızı kökünden değiştirdi. Uygarlığın başlangıcının daha eskilerde olduğunu anladık. Dinî metinlerde Ad Kavmi gibi helak edilen kavimlerden sıkça söz edilir.             Nuh Tufanı bilimsel bulgularla doğrulanmıştır. Mu, Atlantis, Agartha uygarlıkları hakkındaki efsaneler hâlâ ilginçliğini koruyor.
  Acaba dünya üzerinde kontrolu yapay zekâya kaptıran ya da ihtiraslarının güdüsünde aşırılaşan, teknik imkânlarla çığrından çıkan elitler eskiden de mevcut muydu? Bunların sonu ne oldu? Kendilerinden zayıfları imha edip, sonrasında çekip giderek kâinatın derinliklerine mi gömüldüler? Yoksa metrelerce taş ve toprağın altında onlardan kalan ibret verici kalıntıları bulmamızı mı bekliyorlar?   
                                                                                                                             Haziran  2017 - Balçova
                               

20 Ağustos 2017 Pazar

KURTERGEN (öykü)




Her şey o gün başladı. On üç yaşına bastığım günün sabahı elektrikle çarpıldım. Ekmek kızartan aletin fişindeki kırıktan bedenime doluşan elektronlar nedeniyle mutfağın taşlarının üstünde kısa bir süre baygın kaldım. O sırada babam, annem ve kız kardeşim uykudaydı.
  Sabahın altısında uyandığımda karnım açlıktan kazınmaktaydı. Yarı uykulu bir durumda kızarmış ekmeğe tereyağ sürmek ve üzerine vişne reçeli eklemek hayaliyle mutfağa gittim. Annem dün herkesi kırık fiş üzerine uyarmış ve babamı bu tehlikeyi bertaraf etmek için memur etmişti. Bu tür işleri halletmekte babamın üstüne yoktur, ama yazlığımıza yedi saatlik araba yolculuğunun ardından daha dün akşam gelmiştik. On buçuk aydır kapalı duran evin bir çok yerine dokunulması gerekmekteydi. Buzdolabı yeterince soğutmuyordu. Bulaşık makinesi hiç çalışmıyordu. Televizyonda bazı kanallar nanaydı. Ocağın tübü bitmek üzereydi. Geçen sene evimize dönerken koyduğumuz böcek ilacı, fare zehiri gibi kimyasal önlemlerin zehirli izlerinin acilen silinmesi gerekmekteydi.
  Babamın eli çok beceriklidir. Adam geçen yıldan kalan angaryaların envanterini ciddi ciddi bir kağıda not etmiş ve işe girişmişti. Sabah ondan sonra kalksam elektrikle çarpılmayabilirdim yani.
  Neyse bedenimde fink atan elektronlar bir şekilde beni öldürmedi. Sakat da kalmadım. Zihnim son derece yerinde, ağzımda paslı bir tatla yerimden doğruldum. Aradan dakikalar geçti. Sağlığım kötülemedi. Tam tersine karnımın açlığı gurultulu bir düzeye yükseldi. Zımba gibiydim maşallah. Kazayı ucuz atlatmıştım.
  Annem çok pimpiriklidir. Kendimi iyi hissettiğim için elektrikle çarpıldığımı kimseye anlatmayacaktım. Yoksa şimdi hemen ailecek bir hastaneye gider ve orada akşamı bulurduk. Ben karnımı doyurmak ve denize girmek istiyordum. Yanımda yeni deniz gözlüğüm ve paletlerim vardı. Onları kullanmak için sabırsızlanmaktaydım.
  Babamın elbecerisi ve sebatkârlığı bende de mevcuttur. On beş dakika içinde bozuk fişi yenisiyle değiştirdim ve ekmeklerimi kızarttım. Karnım doyunca keyfim yerime gelmiş ve kazanın o şok edici etkilerini tamamen atlatmıştım. Öyle sanmaktaydım daha doğrusu.
  Günün gerisi normal yazlık etkinlikleriyle geçti. Denize girdim. Güneşlendim. Öğle yemeği ve kahvaltı birleştirilmişti. Sonra iPod’umla meşgul oldum. Arka arkaya tweetler savurdum. Cep telefonumla çektiğim tatilin ilk günü fotoğraflarımı facebook hesabımdan yayınladım. Öğleden sonra bütün aile plajdaydık. Denize doyamıyordum. Çok özlemiştim. Üzerimde bir efori vardı. Bunu tatil enerjisine yormaktaydım. Akşam yemeğinden sonra komşunun oğlu Tamer’le takıldım. Yaşıtımdı. Eskişehir’de oturuyorlardı. Geçen sene bana pek kafa dengim gibi görünmüştü. Birlikte bilimkurgu filmleri izlemiş ve bilgisayar oyunları oynamıştık. Bir yıl sonra farklıydı. Henüz farkın ne olduğunu tam ayırd edemiyordum, ama bir çeşit sınırlılık, yavaşlık, hatta yavanlık diyebileceğim noktalar söz konusuydu. Daha ilk karşılaşmamızda sıkılmıştım ahbaplığından.
  Gece yarısı ilk günün koşuşturması nedeniyle herkesin pili bitmişti. Saat birde aşağı kattaki oturma odasında bir ben kalmıştım. İnanılmaz bir şekilde zindeydim.
  Saat iki civarında uykum yoktu hâlâ. Ne televizyon izliyor, ne de başka bir şey yapıyordum. Düne kadar bir saniye bile elimden bırakamadığım telefonumun yerini bile hatırlamıyordum.Öylesine oturuyordum ve hiç canım sıkılmıyordu. Ne yaptığımı saat üç civarında sezmeye başladım. Dinliyor ve kokluyordum.
  Eskiden beri koku hassam çok kuvvetlidir. Kulaklarım da öyle. Buna karşılık sekiz derece miyop gözlerim vardır. Bütün ailemizde bu derece ilerlemiş görme engeli bir bende var. Babam elli bir yaşında ve hâlâ okuma gözlüğü kullanmamakla övünür. Kız kardeşim ve annem gözlük kullanmıyor. Amcalarım, yeğenlerim, teyzelerim de yüksek miyopluk sorunu yoktu. Rahmetli dedem ‘Piyango sana çıkmış oğlum’ derdi. Bir piyango söz konusuydu gerçekten, ama gözle mözle ilgisi yoktu. Bunu keşfetmeme çok az kalmıştı.
  Lenslerim ya da gözlüğüm olmadan görüş alanım çok sınırlıdır. O kadar ki, beş metre ötemden çizgileri bozulmuş, geometrileri kaymış ve perspektifi adeta unutmuş bir dünya başlar. Aile dostumuz olan uzman bir göz doktoruna göre gözlerim bu sınırdan ileri gitmeyecekti. Çünkü son beş yılda miyobum hiç ilerlememişti. Buna can simidine sarılır gibi sarılmıştım. Nesnelerin dünyasını hiç göremeyeceğim anları düşünmek bile istemiyordum.
  Sabah beşte hâlâ uykum gelmemişti. İlk kez bir olağanüstülüğün farkına vermekteydım. Kendimi çok güçlü, tetikte ve enerjik hisetmekteydim. Dışarı çıktım. Dolunay şeklindeki ay batmak üzereydi. Ufukta iyice alçalmıştı. Ağaçlıklı yoldan yürüdüm ve plaja çıktım. Denizde karaya doğru esen hafif rüzgarın oluşturduğu dalgacıkların fışırtısı vardı. Temiz havayı ciğerlerime çektim. Bu nefeste bayağı zengin bir koku tayfı mevcuttu. Deniz tuzu, tuzun içindeki iyot, sulara karışmış sentetik maddeler, denizanalarının asidi, karadan esen rüzgarın sürüklediği kadın parfümü, ter, bol baharatlı etli yiyecek kalıntısı, çöp bidonlarından yayılan sentez  bozunma kokuları ve daha bir sürü koku çizgisi.
  Toprağı kazıp içine gömülen küçük yengeçlerin hışırtılarını duyuyordum. İnanılmaz bir şeydi. Sanki bir doktor stetoskopuyla plajın ciğerini dinlemekteydim. ‘A de bakayım. Üç defa öksür. Aferin.’ Kulaklarım ve burnum her zaman çok keskindi, ama bu hassasiyet mertebesi çok yeni bir durumdu. Birden olan bitenlerle bir önceki sabahki elektrik çarpılmasını birleştirdim. O çarpılmayla bir süreç başlamıştı.
  Sabah kahvaltıda gece uyumadığımı belli etmedim. Hâlâ kendimi acaip zinde hissetmekteydim. Kimse bir şey farketmedi. Sadece kız kardeşim, ‘Telefonunu boşadın galiba?’ yollu bir espri yaptı. Sekiz yaşındaki çok bilmiş kız haklıydı. İçimden telefona dokunmak gelmiyordu. Ne çekilen mesajları, ne de arayanların kim olduğunu merak etmekteydim. Bana bir şey olmuş ve bedenimde uyuyan bir ünite açılmıştı. Gelişimin hızı baş döndürücüydü. Hem korkuyordum, hem de içim içime sığmıyordu. Birden bire koku alma ve işitme duyum inanılmaz güçlenmişti. Kondisyonum da öyle. Gece hiç uyumadığım halde dipdiriydim. On üçüncü yaş günü hediyem müthişti. Korkum dolunayın bana ilham ettiği şey nedeniyleydi. Bir kurtadama dönüşüyordum sanırım. En başta ailem olmak üzere insanlara bir zarar vermek istemiyordum.
  Aradan üç beş gün geçti. Güçlenen hassalarım ve bedenimle yaşamaya alıştım. Evdekilerin dikkatini çekmemek için geceleri belli saatlerde yatağa uzanıyor ve bir miktar uyumayı başarıyordum. Bu uyku evrelerinde acaip rüyalar görmekteydim. Rüyalar beklentilerimin aksine bilinen anlamda kanlı şiddet sahneleri içermiyordu. Çok hızla yer değiştiriyor, tuhaf yaratıklarla karşılaşıyordum. Kâbus değildi. Haz ve hız rüyalarıydı bunlar.
  Yalnız insanlarla ilişkide kaçınılmaz olarak yeni bir faza girmiştim. Bir hafta öncesine kadar dedemin tabiriyle pısırık, babama göre utangaç, annemin deyişiyle çekingen, kız kardeşimin bakışıyla da ödlektim. Hepsi de bu sıfatların önüne biraz ekini koymaktaydı. Beni seven kimselerdi sonunda.
  Bir olay patlak verdi. Bunu engellemem neredeyse imkânsızdı. Komşu evde Sevgi adlı bir kız vardı. On beş yaşındaydı. Uzun kestane renkli saçlı, hoş bir kızdı. On beş yaşında bir genç kız on üç yaşında bir delikanlıyı çocuk olarak görür. Sevgi de öyleydi. Geçen yıl öyleydi ama. Bu yıl bildiğiniz nedenlerden farklıydı. Hem görünümüm, hem de davranışlarım kendini aşmıştı. Bunun derecesini kendim yeterince farkında değildim. Annem sayfiyenin yaradığını, babam son gaz ergenliğe girdiğimi, kiz kardeşim de arkama motor taktığımı söyleyerek aynı noktayı vurgulamaktaydı. Hızlı bir değişim söz konusuydu.
  Gelelim Sevgi’ye. Onu plajda her gün görmekteydim haliyle. Evlerimiz yakındı. Markette ve akşam piyasalarında da karşılaşmaktaydık. Ben her zamanki mesafeli tavrımı koruyordum, ama direksiyonda olan kuvvetler vardı. Boyum yaşım için uzun sayılır. Bir yetmiş iki santimetre. Omuzlarım da babam gibi geniştir. Bu kalıbın içini yeni bir güç doldurmuştu. Işımam farklılaşmıştı. Sevgi beni ergenliğin başlangıç aşamasındaki bir çocuk olarak görmüyordu artık.
  Kızın kendini sevgili adayı gören bir arkadaşı vardı. Can. On yedi yaşında bir seksen boyunda bir delikanlıydı. İçtiği kolalar, biralar ve kıtlıktan çıkmış gibi aceleyle mideye indirdiği pizzalar karın kısmına azıcık yuvarlak bir görünüm verse de, heybetli bir görünüme sahipti. Kumral, mavi gözlü, yakışıklı biriydi. Sevgi’yle aralarında cismani bir ilişki yoktu. Niyet vardı. Can birden beni bu niyet alanını yapıbozuma uğratan bir virüs gibi görmeye başlamıştı. Kaç yaşında olduğumu biliyordu. Işımam onu uyarmalıydı, ama babamın deyişiyle testosteron düzeyi yüksekti. Geçen yıldan benle ilgili olarak hatırladığı şeyleri de fazlaca ciddiye almaktaydı.
  Can beni herkesin içinde madara etmeyi kafasına koymuştu. Sevgi bunun farkında değildi. Ben de bu kadar hızlı gerçekleşeceğini tahmin etmiyordum. Akşamları gençlerin toplandığı bir kafeterya vardı. Oradaydık. On altıdan büyükler bira, daha küçükler gazlı içecekler içiyordu. Benim önümde su vardı. Yeni hassam nedeniyle bazı şeyleri yiyemez ve içemez bir hale gelmiştim. Örneğin kola, içine şeker ve meyan kökü esansı katılmış katranlı bir sıvıydı artık benim için.
  Sevgiyle beraberdik. Havadan sudan konuşuyorduk. Kızın bakışlarında merak ve dişice ilgi salvoları vardı. Bu çok hoşuma gitmekteydi. Hangi yaşıtım yetişkin biri gibi muamele görmek istemez?
  Az sonra kafeteryaya Can geldi. Yalnızdı. Bizi görünce masamıza doğru yöneldi. Oysa arkadaki masalarda arkadaşları oturuyordu.
  Hiçbir şey demeden masamıza oturdu ve “Bu çoluk çocukla ne yapıyorsun?” dedi.
  Yüzü sinirli gibiydi. Bir yanım korkmuştu, ama tırsmayan ve tam tersine dedemin tabiriyle ‘hodri meydan’ diyen bir yanım da kedi gibi sırtını kabartmıştı.
  “Seni ilgilendirmez.”
  Sevgi’nin sözünü sanki ben etmişim gibi Can işaret parmağını neredeyse burnuma değdirerek, “Bu tıfılı mı tercih ediyorsun?” dedi.
  “Seni ilgilendirmez. Lütfen kalk git.”
  Kızın delikanlıyı küçümser sözü nedense Can’ı çok tahrik etti.
  “Gitmiyorum ne olacak?”
  Normal şartlarda Can’ın bu denli sert tepki vermeyeceğini tahmin ediyordum, ama benim ışımamın onun içinde yarattığı bir korku vardı. Bunun öfke olarak karşılığı sandığımdan büyüktü anlaşılan.
  “Biz gideriz o zaman.”
  Sevgi yerinden doğrulunca otomatik olarak ben de kızı taklit ettim. Bir şey olmasın diye Can’ın yüzüne bakmıyordum. Bu durum delikanlıyı fazladan tahrik etti belki de. Kızı bileğinden yakaladı. “Hiçbir yere gitmiyorsun.”
  Sevgiyle Can aynı anda bana baktı. Kafeteryadakiler de öyle. Kızın bakışlarında ‘kurtar beni eğer o kimseysen’ ifadesi vardı. Can da ‘kılını kımıldat da göstereyim gününü’ ışıyordu.
  Reflekslerimin durumunu söylemiş miydim. Çok hızlanmıştı. Tek harekette Can’ın kızın bileğini tutan kolunun bileğini tuttup kendime doğru çevirdim. Bunu o kadar hızlı yapmıştım ki, hazır beklettiği sol yumruğu yüzüme inemedi. Can acıyla haykırarak elini çözdü. Artık karşı karşıyaydık ve delikanlı çok korkmuştu. Acayip de bozum olmuştu. Gözünü karartarak üzerime saldırdı. Bir güreşçi gibi tek dalmıştı. Kolayca kaçtım. Dengesi bozulmuştu. İstesem kıçına indireceğim bir tekmeyle bozum ederdim, ama Allahtan kafam çalıştı da bunu yapmadım. Çünkü ardından Can’ı ve bütün arkadaşlarını karşıma almam gerekecekti. Ayrıca böyle bir şey olursa her şey ortaya çıkardı.
  Sevgi’nin elini tutarak kafeteryanın kapısına doğru yürüdüm. Korkuyla kaçıyor gibi yapmaktaydım. İnşallah yeterli gelir diye dua etmekteydim. Can kafası çalışan biriydi. Arkamdan sövmekle yetindi. Çok ısrar ederse başına gelecekleri sezmişti.
  Sonraki günlerde Can ve şürekasıyla kapışmamak için hep tetikte oldum. Onlardan uzak durmam bir çeşit tatmin oluyordu. Ödleği oynuyordum. Onlar içlerinden öyle olmadığımı pekâlâ biliyorlardı, ama prestijleri korunduğu için üstüme gelmiyorlardı. Bu arada Tamer’i de boşlamıştım. Bunun için çabalamam gereksizdi neyse ki. Tamer kendine iki yeni arkadaş bulmuştu. Onlarla çok meşguldü. Benim üzerime kafa yoracak zamanı yoktu.
  Bu arada artık neredeyse hiç telefon kullanmamam ailemin dikkatini çekmişti. Onlara telefonun bana kulağıma oklu kirpi dokundurmak gibi geldiğini söyleyemezdim. Tatil, güneş, kum, kafa dinleme gibi mazeretlerim vardı neyse ki. Zaten o aralar teyzem ve kocası bizde kalmaya gelmişlerdi. Yanlarında kız kardeşimin yaşıtı olan kızları da vardı. Böylece kimsenin bana aşırı dikkat gösterecek hali kalmamıştı.
  Sevgi’yle aramızda başka türlü bir bağ oluşmuştu. Kız o gün istesem Can’ı lime lime edeceğimi hissetmişti. Hepimizin huzurunu bozmamak için kaçtığımı da sezmekteydi.
Kız ve ailesi babasının işlerinin yoğunluğu yüzünden yazlıkta çok az kalacaklardı. O altı  günde sevgili olmadık. Öpüşüp koklaşmadık, ama aramızda güçlü bir arkadaşlık bağı kurulmuştu. Sonra da birbirimizden kopuverdik. 
  Bu arada yeni güçlerimi kontrol etmeyi öğreniyordum, ama bir sonraki dolunay yaklaşmaktaydı. Acaba bir kurtadama mı dönüşecektim? Bana bu ihtimali düşündürten şeylerden biri sokak köpeklerinin beni takip etmeye başlamasıydı. Eskiden beri köpekleri çok severim. Her çeşidini. Annem ve kız kardeşim kedi ve köpek kılına karşı alerjik olduklarından bir köpeğim olmamıştı.
  Özellikle geceleri dışarıya çıktığımda bir süre sonra peşimde dört beş köpek beliriyordu. Bunlar ben nereye gidersem sessiz ve uysalca beni takip ediyordu. Onları hiç görmeden koku ve kıykıylarından ayırd edebilmekteydim. Bu hal etrafın dikkatini çekebilirdi. Bir gece ne yapabileceğimi düşünürken grubun lideri olan dişi köpeğin zihnine dokundum adeta. Zeka ve içgüdü sahibi kıpır kıpır bir üniteydi. Ona arkamdan gelebileceğini, ama bunu daha uzaktan yapması gerektiğini söyledim. Şaşılacak bir şey oldu. Köpekler aramıza mesafe koydu. Düşüncemi iletebilmiştim. Müthiş bir şeydi. Heyecandan gözlerim yaşarmış ve endişelerim depreşmişti.  Genetiğimde köpekleri de ilgilendiren bir yaratığa ait bilgiler olduğunu düşünmeye başladım. Buradan ‘Yakında bir Kurtadam olacağım’ düşüncesine varmak için küçücük bir adım atmak kafiydi.
  Gördüğüm filmler de korkumu artırmaktaydı. Bir canavara dönüştüğümde çevremdekilere zarar vermemeyi nasıl başaracaktım? Bu konuyu kimseye açamazdım. Meselenin en basit aşaması bile bir psikoloğun yağlı müşterisi yapardı beni. Üzerime dikkati çekerdim. Fiziki gelişmem kolayca ölçülebilecek bir aşamadaydı. Beni iptal ederler ya da ömrümün sonuna kadar laboratuvarda tutarlardı.
  Aradan biraz daha zaman geçti. Bu arada kıllarım ve dişlerim uzamadı. Dolunayın olduğu gece çığrımdan çıkmadım, ama bana ne olduğunu, daha doğrusu yakın bir gelecekte neye doğru evrileceğimi sezdim. Bir test yaptım çünkü. O günün sabahında ev ahalisi bir arabaya doluşarak teyzemin yirmi kilometre ötedeki yazlığına gittiler. Gece de orada kalacaklardı. Arkalarında yarım tencere zeytinyağlı barbunya, dibi biraz tutmuş salçalı pilav bırakmışlardı. Tam o gece yalnız kalmam harika bir raslantıydı.
  Tasarladığım test basitti. Gece yarısı gözlerimde gözlük ve lens olmadan dışarı çıkacaktım. Bu iki yardımcımdan biri olmadan beş metre ötesini bile doğru dürüst seçmem mümkün değildi. Delice bir plandı, ama sabahları uyandığımda gözümde ne gözlük, ne de lens oluyordu. Normalde yataktan kalkacak olduğumda hemen bunlardan birini arardım. Son günlerde bunlarsız bir çok şeyi yaptıktan sonra gözümde gözlüğüm olmadığını farkediyordum. Bu durum beni bu testi yapmak için cesaretlendirmişti.
  Oturma odasında oturarak gece yarısı olmasını bekledim. Televizyon kapalıydı. Telefonumun şarjı biteli bir haftayı geçmişti. İnternette sörf yapmayalı günler geçmişti. Bu arada hiçbirşey de okumamıştım. Pişman değildim, çünkü kulaklarımın ve burnumun verdiği raporlar müthişti. Görseli aşmaktaydım usul usul.
  Böylece hımbıl dakikalar ilerledi ve o an geldi. Lenslerim yukardaki yatak odamdaydı. Gözlüklerim de aşağıdaki yemek masasının üstünde. Evin bahçe kapısı tarafından plaj tarafına yürüdüm. Uzaktan gitar sesi geliyordu. Konuşuluyor, gülünüyordu. Sesleri dinledim. Bir kız iki delikanlıydılar. Bira içiyorlardı. Çok bira tüketilmişti. Boş şişelerin ağızlarında rüzgarın çıkardığı hafif sesler vardı. Bir kavala verilen yetersiz nefes gibiydi. Kızarmış patates, hardal, ketçap kokusu almaktaydım. Sigara içiliyordu. İki ayrı yönlüydü. Üç kişiydiler ve en az elli metre mesafedeydiler. Söyledikleri her şeyi yanımdaymışlar gibi açıkça duyuyordum. Kız Beyonce’u sevdiğini söylüyordu. Gitarı çalana ısmarlama yapıyordu. Diğeri ise konuyu değiştirmeye çabalıyordu. İki erkek kızın gönlünü çelmeye çabalıyordu. Melodi çıkartan parmaklar Beyonce’den bir parça çalamasa da öndeydi. Sesleri yeniydi. Onları daha önce duymamıştım. Bu gece cumartesiydi. Hafta sonları sadece iki gün için gelenler oluyor ve küçük sayfiye kasabasının nüfusu böyle zamanlarda üçe beşe katlıyordu.
  O tarafa doğru yürüdüm. İlk adımlarım acemiydi. Birkaç kez tökezlendim. Çünkü hâlâ görerek yürümek istiyordum. Öyle kurulmuştum. Yakın zamana kadar başka bir yöntem bilmiyordum. Kör olsaydım hatırladığım ya da dokunduğum alanları tarayacaktım. Bu defa her şey çok farklıydı. Sesler, kokular bir arada özel bir navigasyon sistemi sunmaktaydı. Hafif rüzgarın kumun üzerindeki gezinişinde bir sinyaller kümesi mevcuttu. Nerede çukur var, nerede tümsek ayıredebildiğimi farkedince heyecandan elim ayağım titredi. 
  Adımlarımı çok daha yerinde atarak yürüdüm. O dişi köpeğin liderliğindeki sekiz sokak köpeği yüz metre kadar arkamdaydı. Hızımı piyade yürüyüşü seviyesine getirdim. Durmadan düşmeyi bekleyerek mide kaslarımı germeyi yavaş yavaş bıraktım. Gözlerim zaten hemen önümdeki toprağı görebilmekteydi. Uzağı seçemiyordum, ama uzağın yolladığı bilgiler müthişti. Plajın bitimindeki asfalt yolu kokuyla görebiliyordum desem yeriydi. Üzerinde hareket eden arabaların çıkardığı sesler ve arkalarında bıraktığı kokular çok açıklayıcı kayıtlardı. Dahası koku ve ses hassasiyetimi kısıp açabildiğimi farketmiştim.
  Kokuları daha keskin alabilmek sanıldığı gibi iğrençliği ya da katlanılamazlığı getirmiyordu.
Bir merdiven gibiydi. Her ses ve koku basamağı başka başka mesajlar taşıyordu. Seslerde de kokularda olduğu gibi bir geçmiş saptayınca kalbim duracak gibi oldu.
  Tam üç kişinin yanlarından geçiyordum. On metre kadar sağımdaydılar. Onlara göre ben denizin başladığı yerdeki ıslak şeritte yürüyen biriydim. Plajda az da olsa başkaları da vardı. Yirmi metre kadar önümde yürüyen bir çift vardı örneğin. Konuştukları her şeyi duyuyordum.
Oturdukları kafedekileri çekiştiriyorlardı. Adam kızı aşırı samimiyet gösterdiği biri için hafiften suçluyordu. Soluklarındaki koku tayfından bir ara sigara tüttürdükleri belliydi. Kadının parfümü annesinin baharatlı dediği tiptendi.Batıcı uçları vardı adeta. İkisi de terlemişti biraz. Ter kokuları da buram buramdı. Ter kokularında cinsiyeti ve yaşları belli eden doneler vardı açıkça. Adam yirmi beş, kız yirmi başları falan olmalıydı.
  Seslerdeki geçmiş katmanlarını o sağımdaki üç kişi sayesinde saptadım. Kızın midesinde bir şey oluyordu. Arka arkaya iki kez geğirdi. Aslında öğürüyordu. Kusacak diye düşünürken midesini tersyüz etme işini yapıverdi. Müzik durmuştu. Plaj kumu kusuğu ağırlamak için en uygun maddelerden biriydi. Kız midesinde ne varsa çıkardıktan sonra tası tarağı toplayıp bir iki metre öteye taşındılar. Gitar çalan kıza çok bira içtiğini söyledi. Diğer erkek bir çıkarsamada bulunmadı. Aynı sözleri yinelemek istemiyordu belli.
  “Çok oldu. Daha içersem kusacağım.”
  Kızın bu sözleri niye söylediğini düşünürken bunun daha ben evdeyken söylenmiş bir cümle olduğunu farkettim. Dikkatimi o tarafa yönelttiğim için o üç kişinin çevresinde dolanan enerji kayıtları canlanmıştı.
  Böylece artık hızla bir şeye dönüştüğüm açıkça kanıtlanmış oluyordu. Öyle kıllı mıllı vahşi bir kurtadam olmuyordum, ama insan zekalı bir kurdun sahip olduğu hassalara sahiptim. Reflekslerim muhteşemdi. Kaslarım hızla gelişmekteydi. Bunların üstüne başka şeyler de eklenmişti. Köpeklerin zihnine girebiliyordum. Durdum. Başımı kaldırıp dolunayın olduğu tarafa baktım. Önce bir buhar tabakasının ardında duran bir ampula bakıyor gibiydim. Sonra birden ay gözümün önünde tabak gibi açıldı. Sırf gözle izlenen dünyayı aşmıştım. Nesnelerin dünyasını başka yöntemlerle yeniden keşfedecek ve artık o yöntemle de izleyebilecektim.
  Belki de bütün bunlara rağmen artık bir kurtadamdım. Yaşım göz önüne alınırsa en yeni model bir ‘Kurtergen’dim. Başka bir kurtadamın salyasıyla değil, tellerden geçerek gelen bir varlığın elektron darbesiyle aşılanmıştım. Daha doğrusu genetiğimde kapalı duran bir kapı aralanmıştı.
  Belki de benle başlayacak bir ‘Kurtergen’ serisi söz konusuydu ve bütün dünya nefesini tutmuş bunu bekliyordu. Neden olmasın?
                                                                                                       Ağustos 2012, Amsterdam


8 Ağustos 2017 Salı

FREKANS KARDEŞLİĞİ (öykü)





 “Naber Mete?”
  Bunu diyen sınıf arkadaşım İlhan’dı. Kadıköy’de ana caddede boğa heykeline yakın bir yerde raslantıyla karşılaşmıştık. Paçalarında biraz akerdeonlaşmış soluk bir kot pantolon ve neredeyse dizlerine kadar inen beyaz bir tişört vardı üzerinde. Göğsünde iri kırmızı harflerle İngilizce olarak ‘Beni Mars’a kaçırdılar?’ yazılı bir tişört giymişti. Başına taktığı siyah Callaway marka golf şapkası ve siyah spor ayakkabılarıyla karizmasının gaddar olduğunu düşünmekteydi.
  Mete de birkaç ay öncesine kadar bu hattaydı. Arkadaşının bu tür havalı kıyafetlerine özenirdi, ama aradan geçen zamanda çok şey değişmişti. Değişim lafı az kalmaktaydı. Delikanlı tepeden tırnağa yenilenmişti. Reset olmuştu. Altı ay kadar sonra on beş yaşına basacak olan Mete Sönmez kelimenin tam anlamıyla A’dan Z’ye formatlanmıştı.
  “İyilik. Ne yapıyorsun burada?”
  “Bizim Cem’e gidiyorum. Oyun oynayacağız.”
  Normal koşullarda olsalar Mete hangi oyun falan diye sorarak lafı uzatır, davet edilmeyi bekler ve çoğunlukla da bu isteği gerçekleşmezdi. İlhan kendi benzeri arkadaşlarıyla takılırdı. Mete gibi zeki, ama sosyal yaşam yönünden biraz tutuk tiplere yer yoktu o grupta. Artık Mete sanal oyun oynayarak suni heyecan yaratan biri değildi. Bu gibi şeyler formatlanınca geride kalmıştı.Gerçek oyunları kuran ve idare edendi. Şu anda en yeni oyununu icra etmeye gitmekteydi.
  “İyi.”
  “Sen?”
  Yaz tatili bitmek üzereydi. İlhan onu en son üç hafta kadar önce yine buralarda görmüştü. Daha aşağılarda bir yerde yine raslantıyla karşılaşmışlardı. Arkadaşının bakışlarında aşağıdan yukarı tarama, bir şeyleri anlamlandıramama ifadesi vardı. İhsan içindeki olağanüstü gücü hissediyordu, ama ne olduğunu anlaması mümkün değildi. Kimse tahmin edemezdi. Moralinin bir nedenden iyi olduğunu, bunun da fiziğine enerji olarak yansıdığını düşünüyordu. Belki bir kıza aşık olduğunu bile sanıyor olabilirdi. Filmlerde hayal gibi izleyip durdukları şey şu anda Mete’nin en yeni, elle tutulur gerçekliğiydi. Günlük haliydi. İçinde V vardı. Damarlarında muazzam bir güç fink atmaktaydı.
  Mete en normal haliyle saatine baktı. “Hiç, öylesine dolaşıyorum biraz. Birazdan biriyle buluşacağım da.”
  ‘Buluşmak’ sözcüğü etkili olmuş, İhsan’ın gözlerinde bunu alımlı bir kıza yorduğunu belli eden seni seni ifadesi ve hafif çekimli bir kıskançlık duygusu aynı anda belirmişti. İçine V girince Mete’nin duyuları inanılmaz derecede keskinleşmişti. Arkadaşının düşüncelerini okuyordu adeta. Kendini ‘Bir sevgilin mi var?’dememek için zor tuttuğunu hissediyordu.
  “Yarın okulda görüşürüz.”
  “Gidiyor musun?” 
  “Evet.”
  İhsan’ın yüzünde yarısı sahte, üçte biri kurnazlıkla kaplı bir dostane ifade belirdi. “Eğer pek önemli değilse, Cem’e gel sen de diyecektim.” Eliyle sanki Mete bilmiyormuş gibi Cem’in oturduğu bloğu işaret etmişti. “Prototype3 oynayacağız. Daha 2’si bile kimsede yok.”
  Mete gayret ederek bu kuyruklu yalanı çaktığını belli edecek bir sinyal salmadı dışarıya. İhsan Prototype3 mavalıyla kendisini Cem’in evine çekerek en yeni ışımasını diğer delikanlıların değerlendirmesine sunmak istiyordu. Bir de ‘Ne oldu sana böyle? Anlat bakalım?’ sıkıştırması yapılacaktı tabii.
  Mete bütün yaz tatili boyunca Cem’in evine tek bir kez davet edilmediğini unutmuş gibi yaparak minnetle gülümsedi. “Bir başka defa artık. Sağol davetin için. Görüşürüz bir yerlerde.”
  “Peki, öyle olsun.”
  Mete, İhsan’ı karışık duygularla arkasında bırakıp yürümeğe başladı. Hiç bakmadan arkadaşının arkasından izlediğini hissediyordu. Sonunda bıkıp geri döndü ve Cem’in evine doğru yollandı. Mete bunları hiç bakmadan kesinlikle biliyordu. Bu tür olağanüstü keskin hassalara sahip olmak harika bir şeydi.

*
 
  Her şey mayıs sonunda bir gece başladı.
  Saat gece yarısına yaklaşıyordu ve Mete her zaman olduğu gibi bilgisayarın arkasındaydı. Cuma gecesiydi. Ertesi gün okul olmadığı için yatması sabahı bulacaktı. Üç adet bilimkurgu filmini ardı ardına izlemeye kararlıydı. Mete yalnız bir delikanlıydı. Okul dışında görüştüğü pek arkadaşı yoktu. Kitap okumak, internet sörfçülüğü ve film izlemek gibi hobileri nedeniyle neredeyse evde hiç canı sıkılmazdı.
  O gece de tipik bir hafta sonu gecesi olmaya adaydı, ama başka bir şey olacak ve hayatı sonsuza dek kökünden değişecekti. Mete birinci filmi izlemeye başladığında saat 00.17’ydi. Sayılara merakı yüzünden bu tür şeylere dikkat ederdi. Daha önce izlediği bir bilimkurgu filmiydi, ama Mete hoşuna giden filmleri defalarca seyretmeyi severdi. Bazı filmler otuz odalı büyük bir konak gibiydi. Her ziyarette daha önce bakmadığınız bir oda keşfederdiniz.
  Filmin giriş bölümü başladığında kulakları bir sesle doldu. Aslında kulakları lafı az kalıyordu. Bedenindeki tüm hücrelerle birlikte duyabilmekteydi adeta.
  “Mete! O an şimdi.”
  Mete filmin jenerik bölümünde müzik eşliğinde gezegenleri gördükleri sahneyi izlemekteydi. Önce bazı filmlerde olduğu gibi kıllık olsun diye üste ses kaydedilmiş sandı. Sonra birden ayıktı. Ona adıyla hitap edilmişti ve ayrıca ses bilgisayarın hoparlörlerinden değil sol arka tarafından gelmişti. Mete filmi durdurdu ve hipnozda gibi başını çevirip arkasına baktı.
  “Buradayım.”
  Delikanlının hissettiği heyecandan ense kılları kabarmıştı. Yerinden doğruldu. Korkak biri değildi. Odasında ışıklar yanıyordu. Salonda annesi ve teyzesi sohbet etmekteydi. Issız bir şatoda ya da kocaman ve kapkaranlık bir mahzende yalnız değildi.
  “Yaklaş.”
  Mete’nin zihninde beliren ‘Nereye?’ sorusu bir sabun köpüğü gibi şişti ve söndü. Radyo. Kütüphanenin üstünde duran antika radyoydu. Radyo konuşmuştu. ‘Fişleri takılı olmayan antika radyolar suskun kalırlar’ düşüncesine rağbet etmeden kütüphanenin yanına gitti. Mete bu yaşta bir seksen boyundaydı. Başı tam radyo hizasındaydı.
  “Aferin, korkacak bir şey yok. Taşlar yerine oturacak yeniden.”
  Mete sandığından daha az korkmaktaydı. Nabzı belli belirsiz hızlanmıştı. Fiziksel tepkilerini kontrol altına alan
  “Kimsiniz?”
  “Bana sen diyebilirsin. Yaşıtız neredeyse. Tarih boyunca çok çeşitli adlarım oldu. Hiçbiri bu ana uymaz artık. Sadede geleyim. Ben dedenin çok yakınıydım. Kendisiyle yirmi dört yaşındayken tanıştık. Burada. İstanbul’da. 1934 yılıydı. Bir öğle üzeri evde yalnızdı. O sırada Kurtuluş’ta oturuyorlardı. Biliyorsun. Evde antika bir radyo vardı. Bu değil. Bu 1958 yapımı. Diğeri çok eski ve zamanında bayağı değerliydi. Dedenin babası varlıklı bir adamdı biliyorsun. Kömür tüccarıydı. O sırada radyo sahibi olmak büyük bir prestijdi. Dedene o radyo kanalıyla hitap ettim. Sesimi senin olduğu gibi hemen tanıdı. Tanımaktan kastım kendine yakın bulmak. Sen de öylesin. Beni şu anda varlığımı iliğinde kemiğinde hissediyorsun. Delirdiğini ve gayipten sesler duyduğunu bir an bile düşünmüyorsun.”
  O sesin sahibi haklıydı. Mete heyecan duyuyordu, ama korkmuyordu. İçinde panik duygusunun P’si bile yoktu. Doğal bir yakınlık duygusuyla sarmaş dolaştı.
  “Sonra?”
   “Dedenle beraber olduk. Sırada baban vardı, ama elim araba kazasında öldü gitti. Aradan dört yıl geçti. Hâlâ üzgünsün. Ben de öyle. Her şeyi kontrol edemiyorum. Dedenle birlikteydim. Babanla beraber olsaydım da bazı karanlık anlar var. Şöyle anlatayım:ben dedenleyken ona yönelen hiçbir tehdit kolay kolay gerçekleşemezdi. Ama ayın görünmediği zamanlar misali, ben birinle ayın ancak 23 günü beraber olabilirim. Geri kalan 7-8 günde bir kırılganlık söz konusudur. Deden iki ay önce ben yokkenki periyotta mide kanaması geçirdi ve acilen hastaneye kaldırıldı. Ameliyata alındı. 102 yaşındaydı. Çeşitli sağlık sorunları vardı. Narkozu kaldıramadı. Ayılamadı biliyorsun. Ben içinde olsaydım kanamayı kontrol altına alabilir ve asla ameliyat olmasına izin vermezdim. Geri gelmeme iki gün kalmıştı. Maalesef şanssız bir gelişme oldu. O bunu bildiği için ameliyatı iki gün sonraya ertelemek istedi, ama kabul etmediler. Oysa mümkündü. Kanama çok azdı. Dedenin sağlık koşullarının ameliyata elverişli olmadığı da belliydi. İlaçlarla kanamayı durdurmayı deneyebilirlerdi. O yaşta birine narkoz verilir mi?”
  Mete dedesi  ameliyat olurken hastahanede annesiyle birlikteydi. Ölüm haberi üzerine yıkılmışlardı. Dedesini çok severdi. Adam öleceğini hissetmiş gibiydi. Hastahaneye gitmeden önce kendi evinde duran antika radyoyu ona vermiş ve gözü gibi bakmasını istemişti. Şimdi anlıyordu. Adam mirası devrediyordu.
  Delikanlının gözleri dolmuştu. “Onu çok severdim” dedi. “Babam öldükten sonra yerini almıştı adeta.”
  “Biliyorum Mete. Onunla beraberdim. O da seni gerçek oğlu gibi severdi.”
  Mete duygu sarmalından biraz sıyrılınca aklını kurcalayan soruya yöneldi. “Siz, sen nesin? İnsan değilsin belli ki.”
  “Değilim. Ben zeka sahibi bir enerji büklümüyüm. Ortalama iki bin yıl ömrüm var. Bir dalga boyu sörfçüsü de denebilir bana. Deden beni bir cin olarak kabullendi. Önce biraz korkmuştu, ama sonra beraberliğimizin tiryakisi oldu. Sen benim varlığımı dedende bilinçsiz olarak hissettiğin için daha az korktun. Tanıdık biri gibi algıladın.”
  Mete bunun yanı sıra  Hostel, Testere, Twilight benzeri dizilerle büyümüş biriydi. Cinlere hem metafizik, hem de kuvantum fiziği gözlüğüyle bakar ve enerji bedenli yaratıklar olarak varlıklarını kabullenirdi.
  “Biz de beraber mi olacağız?”
  “Evet. Rızan olursa. İstem dışı bir eylem değil bu. İkili yarar bazında birlikte olacağız.”
  Mete duyduğu her şeye inanmaktaydı. Sezgileri dalga boyu sörfçüsünden korkmuyordu. Sadece kendini ilk kez on metre yüksekteki tramplenden aşağı atlayacağı andaki gibi hissetmekteydi. Kendini aşağıya salarsa başına kötü bir şey gelmeyecekti, ama o ilk adımı atarak boşluğa çıkmak yok muydu. Hayalde gibi, “Rızamı verdim.” Dedi.
  Sonrası birkaç saniye içinde gerçekleşti. Mete’nin bedeninde ve algılarında ansızın meydana gelen genleşmeyi tanımlayacak sıfatları bilmiyordu. Bir tavşanın bedenine fil sığışmış gibiydi. Fizik gücü ve algıları inanılmaz bir hassasiyet kazanmıştı. Oturma odasında oturan iki kadının konuşmalarını yanı başlarındaymış gibi duyabilmekteydi. Sıçrasa kafası betonu delerek bir üst kata çıkacakmış gibiydi. Dedesinin yüz yaşındayken otuz yaşındaymış gibi hızlı yürüyüşlerini, hiç mola vermeden beş yüz kilometre araba sürmesini, o yaşta gözlük ya da kulaklık kullanmamasını, hep tetikte duran zeki bakışlarını ve sık sık düşüncelerini okurcasına niyetini bildiğini düşündü. Herkes bunu genetiğine, spor yapmasına ve dengeli beslenmesine yormaktaydı. Oysa damarlarında V kükremekteydi o sırada.
  “Demek Vampir olmak böyle bir şey.”
  “Vampir, homonocturnis, gecelerin yaratığı... Bunlar mitolojik söylemler Mete. Benim kanla manla bir işim yok. Yarasa kılığına girip uçman da söz konusu değil. Biz çok daha ötesini yapacağız birlikte. Göreceksin. Yalnız V harfini severim. Bana V diyebilirsin.” 
 
*
  
  Hayat apartmanının dış kapısı ilk bakışta belli olmuyordu, ama aralıktı. Mete kapıyı ittirip içeri girdi. Sahanlık soğan ve klorlu bir temizlik malzemesi kokmaydı. Saat iki civarıydı. Görünürde kimsecikler yoktu. Mete merdivenlerden inerek kapıcı dairesine gitti. İçeride kimse bulunmuyordu. Kapıcı internet üzerinden işlem yapamayan kiracıların elektrik ve su paralarını yatırmak için gitmişti. Kapıcının sekiz yaşındaki oğlu ve karısı birkaç kilometre ötedeki akrabalarına gitmişti. Kadının geri gelmesine en iyi şartlarda iki, kapıcının ise bir buçuk saat vardı. Bu kadar süre Mete’ye fazla fazla yeterliydi.
  V bedenine bağlı görünmez bir uçurtma gibiydi. O önden giderek her şeyi görüyor ve geriye rapor veriyordu. Bu sayede Mete evin yedek anahtarının paspasın sağ tarafında duran ayakkabılığın taban kısmında durduğunu biliyordu. Anahtarı eski bir kışlık terliğin içinden aldı ve kapıyı açtı. Bunu yaparken yaşıtı olduğunu tahmin ettiği iki genç kız konuşarak birinci kat basamaklarını inmiş ve ana kapıdan dışarı çıkmışlardı. Daha üstteki kattan karı koca kavgasına dönüşmek üzere olan bir atışma başlamıştı. Yakınlardaki etkinlikler şimdilik bundan ibaretti.
  Mete kapıcı dairesine girdi. Oturma odasında mütevazı mobilyalarla çelişen kocaman ekran yassı bir LCD televizyon vardı. Adam dizi ve futbol maçı izlemeye düşkündü anlaşılan.
  Mete apartman boşluğuna açılan kapıyı kanırtarak açabildi. Kas gücü misliyle artmıştı. İstese tek hamleyle menteşelerinden bile sökebilirdi, ama kapıcının bir şeyi farketmemesi gerekmekteydi.
  Mete elinde anahtar geriye döndü. Kapıyı açıp anahtarı bulduğu yere koydu. Sonra kapıyı örttü. Kilidin dilini kilitli konuma getirdi. Burasıyla işi bitmişti.
  Kapının sık açılmadığı yerde biriken güvercin pislikleri, ufak tefek çöp, toz ve topraktan belliydi. Mete bir süre etrafın niyet ağını ölçtü. Yaz olduğu için apartman boşluğuna bakan bazı pencereler açıktı. Yedi katlı çift daire apartmanda şu anda bulunan hiç kimse güvercin pislikleriyle bezeli pervazlara dayanarak aşağı bakmayı düşünmüyordu.
  Mete aradan geçen zaman içinde fizik yeti açısından yenilenmişti. Tuğla örgülü yer yer sıvaları dökülmüş yüzeye parmak uçlarıyla tutunarak yükseldi. Sanki ağırlığı birkaç yüz grammış gibi hızlı ve rahat bir şekilde yedinci kata kadar çıktı. Bu arada beşinci kattaki yaramaz bir oğlan çocuk apartman boşluğuna açılan camdan aşağıya bakmaktan son anda vazgeçmişti. Güvercinleri ürkütmeyi seven Halil adlı çocuk birden o camdan içeri öcü gireceğini düşünmüş ve koşarak mutfakta yaprak dolması saran annesinin yanına gitmişti. Beş yaşındaydı ve iyice tırsmıştı. Bir süreliğine güvercin ürkütme hobisine ara verecekti.
  Hedef pencere yedinci kattaydı. İçerde kılima çalıştığı için pencere sımsıkı kapalıydı. Arhan Keserci içerideydi. Bilgisayarının arkasında bir mektup yazıyordu. Dedesini sorumsuzca ameliyat eden adamdı. Daha önce de yaşlı birkaç hastası narkoz köprüsünü geçememişti. Kurbanları sadece yaşlılar değildi. Gereksiz yere ameliyat edilip ömür boyu sakat ve hastalıklı kalan bir sürü hastası olmuştu. Hakkında şikayetlerde bulunulmuşsa da hukuki bir işlem başlatacak aşamaya gelinememişti. Hasta dosyaları kulbuna uydurulmuştu. Kısa vadede somut bir hata kanıtı bulmak çok zordu. Bulunanlar yetersizdi. Kısacası Arhan bey 53 yaşındaydı ve engellenmezse daha bir çok kimseyi ameliyat parasını aldıktan sonra öbür dünyaya ya da sakatlar beldesine postalayacaktı.
  Mete içeriye çoktan girmiş olan V’nin gözünden adamı görüyordu. Orta boylu, iri kemikli bir adamdı. Kırlaşmaya başlamış gür saçlı cerrah üzerinde mavi bir şortla oturmuş tıbbi bir rapor yazmaktaydı. Evde yalnızdı. Karısı ve Mete’nin yaşıtı olan kızı şu anda Edremit’teydi. Adam akşam yemeğinden sonra arabasıyla oraya gitmeyi planlıyordu.
  “Mete içinden, ‘Şimdi ne yapacağız?” diye geçirdi.
  “Unutma kural bir: Biz çok mecbur kalmadıkça can almayız ve savunma hariç asla şiddet uygulamayız. Arhan beyi ikna edeceğiz.”
  Mete ‘Ne için ikna’ diyecekken durakladı. Bu bilgi birden zihnine dolmuştu. İçinde gençliğin verdiği yabansıl enerjiyi düşünceleriyle izole etti. Dedesinin katilinin kredisini yerle bir edeceklerdi. V’nin planı müthişti.
  Mete pencerenin arka yüzündeki kilit kolunu düşündü. V’nin sayesinde gözünün önündeydi. Kol oynadı, sola doğru döndü ve dil serbest kaldı. Mete yavaşça içeri süzüldü. Adam hâlâ bilgisayarın başındaydı. Mete yetmiş iki kiloluk bedenini adamın bir metre kadar yakınına kolayca getirdi. V’nin bedenine kazandırdığı yeni yetiler müthişti. Şu anda ayakları en fazla on kiloluk bir yük taşımaktaydı.
  “Şimdi?”
  “Sağ elinle ensesine dokun.”
  Mete kolunu uzattı ve adamın terli ensesine dokundu. Arhan beyin bedeni hafifçe titredi. Başı geriye dönmek istedi, ama hemen vazgeçti. Klavye üzerindeki sağ eli titreşmiş, durmuş ve sonra yeniden tuşlar üzerinde gezinmeye başlamıştı.
  Adam on dakika içinde son beş yılda sırf fazladan kazanç temin etmek için hastaları gereksiz yere ameliyat ettiğini yazdı. Bunların en önde gelenlerinin on yedisinin adını ve ameliyat tarihlerini yazdı. Dedesinin adı da listedeydi. Yan etkileriyle faydadan çok zarar veren hangi pahalı ilaçları da yok yere kullandırttığını, hangi gereksiz testleri yaptırdığını altına ekledi. Sonra da metnin altına çok pişman olduğunu ekledi. Bu mesajı sırayla doktor arkadaşlarına, çalıştığı hastahanenin başhekimine ve mağdur durumdaki ailelerin mail adreslerine yolladı. V bazı bilgileri bilgisayarın harddiskinden sökerek adamın zihnine monte etmişti. 
  “Şimdi ne olacak?”
  “Çekip gideceğiz. Bu defa kapıdan.”
  “Arhan bey ne olacak?”
  “Beş dakika kadar sonra kendine gelecek ve kimlere ne maili yolladığını keşfedecek. Sonra... Sonra da ruhi durumuna uygun bir şeyler yapacak. Hemen Edremit’e gitmeyeceği kesin.”
  Mete sokağa çıktığında kendini daha iyi hissetmekteydi. Adamın yazdıklarını okurken hissettiği hınç duygusu çok hafiflemişti. Başını kaldırıp yedinci kata baktı. İçinde bir önsezi dalgası kırılmıştı. Karşı kaldırıma geçti. Hayat apartmanının çapraz karşısındaki Seyir adlı kafeye girdi.
  Yarım saat kadar sonra Mete ikinci buzlu çayını içerken sol çapraz ileride bir gümbürtü duyuldu. Yere ağır bir şey düşmüş gibiydi. Bir araba korna çaldı. Ana caddedeki insanlar o tarafa doğru seğirtti. Arhan bey sandığından çok hızlı karar vermişti. Vicdanı çok yüklü olmalıydı. Birden Edremit’e gitmekten sonsuza kadar vazgeçmişti.
                                                                                                       Amsterdam, Ağustos 2012 
                                                --------------------------------------

 



Birinci Reklameş Cinayeti (öykü)





“Şimdi aklıma geldi birden. Bu öğle üzeri Altusa marka kazakları gördüm. Nişantaşı’nda. Fiyatı yüzde yirmi beş indirmişler. Az kalsın alacaktım; ama önce sorayım dedim. Sarı istiyordun değil mi?”
  Ahmet Ertuna’nın soğan doğrayan hareketli eli durakladı ve dönüp Nermin’e baktı. Kadın içeri yeni girmişti. Çok yürümüştü yine besbelli. Çünkü ayakkabılarını çıkarınca terlik giymemişti. Birazdan ayaklarını soğuk su dolu leğene koyacak ve saatlerce sokaklarda gezmesiyle ilgili tek bir kelime etmeyecekti. Bu arada telefonla üç beş arkadaşına ayrıntılı alışveriş raporları sunacağından, Ahmet bütün dökümü çeşitli nüshalar halinde zaten dinleyecekti. Aylin nüshası, Meliha nüshası, Fatma nüshası. Her arkadaşına aynı mamul üzerine bile olsa farklı bilgiler sunacaktı. Nermin’in yeni numarasıydı bu. Tek değildi. Altı ay içinde bir irili ufaklı numaralar paketi açmış ve kendince bir sinsilikle tedavüle sokmuştu birer birer.
 “Sarıydı evet.”
  Karısı buzdolabını açmış içine bakmaktaydı. Üç aylık hamileydi. Bir oğulları olacaktı. Üzerinde kendine çok yakışan petrol mavisi eteği ve beyaz gömlek vardı. Bakımlı kumral saçları omuzlarını okşamaktaydı. Hoş kadındı Nermin. Hamilelik yakışmıştı. Büyük teyzesinden kalan miras sayesinde burun ve çene ameliyatı yaptırarak görünümünü olumlu anlamda yenilemişti.
  Bakışları karşılaşınca kadının kırışan alnı düzeldi, şaşkın yüz ifadesini ani bir gülümsemeyle adeta sildi. Gözlerinde 10 vatlık standart fettanlık yandı söndü. Ardından gülümsemesi diğer yana kaydı. Sıradan bir her şey yolunda gülümsemesi şeklinde asıldı kaldı. Kapatmak üzere olduğu buzdolabı kapağını tekrar açtı. Bunu gözlerini saklamak için yapmıştı. Çünkü iki gün sonra üçüncü evlilik yıldönümünü kutlayacağı biricik kocacığının yüzündeki ifadeyi hiç beğenmemişti. O meşum ifadenin anlamını bir görüşte çözmesinin çok hatalı olacağını kestirecek kadar zekiydi.
  “Her şeyi biliyorum.”
  “Ne dedin şekerim?”
  “Hamilesin. İnsan çocuğunu düşünür be.”
  Kadın ona doğru döndüğünde Ahmet elindeki bıçağı olanca gücüyle kadının göğsüne sapladı. Sivri uçlu bıçak neredeyse sapına kadar gömülmüştü ete.
Kadının gömleğinin sol göğüs tarafı kanla lekelenirken yüzüne şaşkınlık ve acıyla baktı. Yeşil gözleri elem doluydu.
  “Nereden… Bir hataydı. Hata… hapları içmedim. Çocuğumuz… İçseydim bir şeyi… Hiçbir şeyi farketmeyecektin. Yakında mod… Moda olacak Ahmet. Anlıyor musun?
  Kadın yere yığılınca Ahmet bir iki adım geriledi. Bir yanı hemen ambulans çağır diyordu. Bu sesi mutfakta bırakmak istercesine oturma odasına gitti. Karısı ölmek üzereydi. Kimse yardım edemezdi artık.
  Oturma odasında duran fincanın yarısı kahve doluydu. Ahmet soğuk kahve severdi. Bir yudum aldı. Nabzı normale dönmüştü. Sağ eline baktı. Tek bir damla kan bulaşmamıştı. Kadın için çok üzülmekteydi. Nermin’i severek evlenmişti. Hâlâ da öyleydi, ama bu en yeni formatıyla çocuğunu doğurmasına izin veremezdi.
  Bütün şüpheli kanıtlar her saniye gözünün önünde olduğundan ilk belirgin hatadan hareketle bütün portreyi çözmesi kısa sürmüştü. İki günlük bir araştırma yetip de artmıştı. Karısı bir reklameş yaratığıydı.
  Reklameş resmî araştırma ve istatistiklere göre mevcut olmayan bir durumdu. Bu çok normaldi. Çünkü azami etkinlik için bu yanın sır kalması gerekmekteydi. Ahmet son kriz sırasında işten atılana kadar bilgisayar programcısıydı. Şimdi bir arkadaşının şirketinde pazarlamacı olarak çalışmaktaydı. Hem pazarı hem de programlama denen şeyi tanımaktaydı. Elinde sayısız done vardı; ama insanın en yakınına böyle bir hali yakıştırması kolay değildi.
  Nermin ilk kez üç gün önce çok açık bir hata sergilemişti. Altusa marka kazak bahsiydi. Böyle bir kazak alması için üç beş kez ısrar ettikten sonra, “Boş ver, şu sıralar çok pahalıya satıyorlar. Yakında indirime giderler.” demişti. Bu söz çok normaldi; ama kadın bunu altı saat içinde yedi kez yinelediğinin farkında değildi.
  Ahmet bir ayrıntı sapığıydı. Ayrıntı işleyen yanı karısıyla ilgili her türlü anomaliyi dosyalamaktaydı zaten. Tek yaptığı karısının gizli kayıtlarını araştırmak olmuştu. Bunun yanı sıra arkadaşlarına verdiği alışveriş raporları vardı. Karısı her gün İstanbul’un çeşitli semtlerinde beş altı saat yol tepmekteydi. Bol bol vitrin görmesi ve karşılaştığı kadınlara listesindeki mamulleri övmesi gerekmekteydi. Ayda iki bin yüz lira kazandırıyor dediği anket işi paravanaydı. Hiçbir anketöre uzun süreli bu kadar ücret verilmezdi. Anket manket yoktu. Nermin beynine çip yerleştirilmiş iki ayaklı bir reklam programıydı. Nefes alıp veren, gülen, ağlayan, sevişen, insanı ikna eden, daha da kötüsü çocuk doğuran  bir organik reklam ünitesiydi.
  Ahmet’in eski hacker arkadaşları istediği bilgilerin hızlı temininde bayağı etkin rol oynamıştı. Reklameş skandalları çeşitliydi. İlki 3 yıl önce İsviçre’de, ikincisi Londra’da patlamıştı. Bunlar küçük ve etkisi sınırlı patlamalardı. Geçen yılki New York skandalı ise ayyuka çıkmıştı. Bahis konusu olan tanınmış bir senatörün kızıydı. Satılmış medya bütün gücüne rağmen örtbas edebilmeyi başaramayınca manipülasyonla halkın bilgilendirilmesini engellemeye çabalamıştı. Bütün internet blokajlarına rağmen yeterince bilgi sızmıştı dışarıya.
  Çoğu genç, konuşkan ve kadın olan kimseler reklameş olmak için teklif almaktaydılar. Çok güçlü bir propaganda söz konusuydu. Yirmi yıl içinde dünya nüfusunun onda birinin reklameş olacağı öngörülmekteydi. Bu bir piramit şeklinde yapılanmaydı. İlk grubun sayısı az, puanı yüksek olacaktı. Bu gruba katılmakta geç kalanlar daha sonra daha alt düzeyde yer alacak ve düşük puanla çalışacaklardı.
  Şu anda İstanbul’da üç yüz kadar reklameş bulunduğu sanılmaktaydı. Bunlar piramitin en üst katında yer alanlardı. Sayı bini geçince ikinci kat başlayacaktı. Karısı altı ay önce büyük bir sevinçle eve gelmiş ve ölen büyük teyzesinden 690.000 TL kaldığını müjdelemişti. Bütün kâğıt işlemleri kılıfına uydurulmuştu. Ahmet, Meral Tor adlı kadının cenazesinde bulunmuş, defin ruhsatını ve noterin karısına imzalattığı belgeleri gözüyle görmüştü. Şüphelenmesi için hiçbir neden yoktu. Şimdi Meral Tor’un mütevazı emekli aylığını yaşlılar evine verip orada barınan biri olduğunu biliyordu. Karısı onu tanıdığından bu yana kadından neredeyse hiç söz etmemişti ve birden mirasa konmuştu. Telefonda arkadaşlarıyla yeni mamuller üzerine saatlerce konuşup bağımsız bütçeli filmler hakkında tek bir kelime etmeyen film akademisi mezunu Nermin Hanım için çok filmatik bir mucizeydi.
  Kimse banka hesabındaki fazlalıktan şikâyet etmezdi. Ahmet hiç şüphelenmemişti. Mali durumları o sıralarda biraz sallantıdaydı. Ansızın gelen para nedeniyle sevinçten havalara uçmuştu. Nermin’in annesi kimseyle ilişki kurmayan, adresini bile bilmediği, en az on yıldır görmediği büyük ablasının bu kadar parası olmasına ve bunu bütün ömründe beş on kez gördüğü birine bırakmasına şaşmıştı. Ama kadın kendine kalan 31.000 lirayı memnuniyetle langırt köy sandığı yapmış ve işi fazla kurcalamamıştı. Ahmet şimdi yetmiş bir yaşında ölen kadının ölümünün hızlandırıldığını düşünmekteydi. Dün Kurtuluş’taki yaşlılar evindeki müdürle konuşurken bu kanısı çok güçlenmişti. Kadının tiroid yetmezliği, ara sıra gelen çarpıntılar cinsinden birkaç rahatsızlığı vardı ve bunlar kontrol altındaydı. Daha sonra, ölümünden iki hafta kadar önce, kadın birden kötülemiş ve kurtarılamamıştı. Kalp krizi denmekteydi. Cinayetti düpedüz. Bayan Nermin Keskin Ertuna’nın kazancını belgelemek için yaşlı kadını öbür dünyaya yollamışlardı.
  Kadına estetik ameliyatı sırasında çip yerleştirilmişti. Karısında bir nebze insanlık kalmıştı. Yoksa Ahmet’in dönen dümenleri farketmesi yirmi yıl sürebilirdi. Bir reklameşin bu kadar uzun kullanım tarihi olduğunu sanmıyordu. Çip beyni etkiliyordu. İlk testler üzerine bir sürü yazı okumuştu. Erken bunama, alzaymır, felç gibi yan tesirleri vardı.
  Ahmet divana yaslanarak gözlerini yumdu. Son birkaç gün neredeyse hiç uyumamıştı. İnsanın her şeyini paylaştığı birinin ona belli mamulleri alması için sabah akşam örgütlü baskı yaptığını saptaması çok berbat bir şeydi. Sevişirlerken insanın karısının bu koku sana çok yakışıyor, falanca marka külot çok seksi gösteriyor, diye fısıldamasının sıradan bir reklam programına dönüşmesi bir felaketti. Yemek yenecek restoran, piknik yapılacak özel kamp, yolda durulacak benzin istasyonu, seyredilecek filmler, çocuk odası eşyaları, gereksiz vitaminler, kolesterol düşürücüler... En kötüsü bunlara ortalama uyulduğunda takınılan memnun gülümseme. Mutlu kadının erkeğine verdiği pozitif ışımayla taltif.
  Kadının kendi ve onun ebeveynlerine, yakın arkadaşlarına 24 saat boyunca beynindeki çip doğrultusunda yayın yaptığının bulgulanması acaip moral çökertici bir durumdu. Her şey normal gitseydi ve bir çocuk doğurabilseydi, oğulları doğumundan itibaren bir firmalar sultasının komutuna uygun bir hayat sürecekti. Bu kuşaklara çip mip yerleştirmeye gerek de kalmayacaktı belki.
  Karısının bozulmadan kalan insan yanı sayesinde bu durumu farketmişti. Beyne yerleştirilen çipin iyi çalışabilmesi için muntazaman hap kullanmak gerekmekteydi. Karısı bir yerde, bu tür hapların çocuklarda zekâ geriliğine, disleksiye falan neden olduğunu keşfetmişti. Ahmet, bunu bilgisayarının hard diskinden sildiği bilgileri geri çağırarak keşfetmişti. Hapları aksatınca rolünde defolar başlamıştı. Bu sayede Ahmet, beyninde birbirinden ayrı ayrı duran şüphe boncuklarını bir araya getirebilmişti.
  Karısına ödül, hızlı ve acısız bir ölümdü. Mahkemeye verse rezil olması bir yana, hapislerde sürünmesi işten değildi yoksa. Çok rol kesmişti. Bir daha kimsenin yüzüne bakamazdı. Foyasının ortaya çıkmasını istemeyen şirket ne yapardı? Bu da bir başka yanıydı işin.
  Avukat arkadaşına telefon etmeliydi. Ardından da polise. Elinde çok sağlam deliller vardı. Karısının reklameşliğini kanıtlaması zor olmayacaktı. Yaşlı teyzenin mezardan çıkartılacak cesedi de pek çok şeyler anlatacaktı kuşkusuz. Nermin’in annesi ve babasıyla karşılaşacağı anları hayal ederek içini çekti. Ortak dostları, yakınları mahkeme sonuçlanana kadar hakkında kimbilir ne düşüneceklerdi.
  Gözlerini açtı ve sehpanın üzerindeki telefona uzandı. Tam o sırada cep telefonu çalmaya başladı. Baktı. Özel numaraydı. Düğmeye bastı.
  “Ahmet Bey, merhaba.”
  Hiçbir yerden tanımadığı ses evin içinden geliyormuş gibi bir duyguya kapılmıştı. Kendisinin izin vermediği bir samimiyet tonuna sahipti.
  “Kimsiniz?”
  “Adım önemli değil. Bir sorununuz var sanırım.”
  Ahmet iyice dirilmişti. Karısının patronuyla konuştuğunu anlamıştı hemen.
  “Mutfak kirlenmiş biraz. Yardıma ihtiyacınız var.”
  Ahmet ayağa kalkarak gidip, sokak kapısını kontrol etti. Ev boştu ve kapı arkadan sürgülüydü.
  “Temizlikçi bir firmayı aramamızı ister misiniz? Onlar her türlü lekeyi çıkartmayı iyi bilirler.”
  Evin içine gizli kameralar gizledikleri çok açıktı. Yoksa mutfaktaki cesedi nasıl bilebilirlerdi.
  “Neden bana yardım etmek istiyorsunuz?”
  “Bazı şeylerin bilinmemesi iki taraf için de iyi değil mi?”
  “Sonra ne olacak peki?”
  “Karınız bir iş gezisine çıkacak. Bir elim kaza. Üzgün ve gamlı kocanın gazetelerin iç sayfalarındaki yüzü. Sonra hayata kaldığı yerden devam. Nermin Hanım’ın hayat sigortasının yürek ısıtıcı gölgesinde tabii ki.”
  Ahmet bu çözümü isteyen yanının gücüne şaşarak, “Artık çok geç.” dedi.
  “Hiçbir zaman geç değil derler. Biraz düşünün.”
  “Bitti dedim ya. Her şey…”
 Ahmet telefonu kapattı ve mutfağa gitti. Karısının göğsü kan içindeki cesedi iradesine umduğu darbeyi indirdi. Kafasında sigortayı alsana ahmak, diyen sese aldırmadan avukat arkadaşını aradı. Arkadaşı bir tanıdığıyla birlikte yarım saat içinde eve geldi. Ahmet elindeki bütün delilleri, tuttuğu dosyayı adama verdi. Sonra gelen polislere teslim oldu.
  Uluslararası medyanın çok ilgi gösterdiği bir dava oldu. Bir gazete İstanbul’da Birinci Reklameş Cinayeti başlığını atmıştı. Bu çok popüler oldu. Birçok ülke medyası nedense cümleden İstanbul’u silerek yayınladılar. Durumu dünya çapında bir birincilik gibi göstermekteydiler. Meral Tor’un cesedine yapılan otopside kalp krizi yaratan bir alkoloid saptadı. Nermin Hanım’ın beyninde de bir çip vardı gerçekten. Hepsi buydu. Ne Meral Hanım’ın katili ne de çipi yerleştiren firma saptanabildi. Mahkeme Ahmet Ertuna’ya bir buçuk yıl hapis cezası verdi. Bir yıl sonra serbest bir adamdı yeniden.
  Hapisten çıktıktan sekiz ay kadar sonra Ahmet Ertuna güpegündüz kaldırıma çıkan bir otomobil tarafından çiğnendi ve olay yerinde öldü. Araba bulundu; ama firari şoför yakalanamadı. Eğer Ahmet Bey altı gün daha yaşasaydı onun hikâyesinden hareketle yapılmış filmin galasına katılabilecekti. Onun yerine en yakın dostlarından ikisi gittiler.
  Birinci Reklameş Cinayeti adlı filme rağbet müthişti. Ahmet Ertuna tarihe geçmişti. Reklameş firmaları çok memnundular. Piramitin en üstünde yer almak isteyen genç, zeki ve sıhhatli çoğu kadın bir sürü yeni evli kimse onlarla ilişkiye geçmek için çırpınmaktaydı. Bir illegal internet sitesinde filmi bu firmaların finanse ettiği ve dağıttığı haberi, bu ilgiyi artıran reklam etkinliklerinden sadece biriydi. Maktûle Nermin Hanım son sözlerinde haklıydı. Reklameşlik moda olma yolundaydı.
                                                                                 Amsterdam, Nisan 2009
                                                                                                                                      
                         --------------------------------------------