8 Ağustos 2017 Salı

FREKANS KARDEŞLİĞİ (öykü)





 “Naber Mete?”
  Bunu diyen sınıf arkadaşım İlhan’dı. Kadıköy’de ana caddede boğa heykeline yakın bir yerde raslantıyla karşılaşmıştık. Paçalarında biraz akerdeonlaşmış soluk bir kot pantolon ve neredeyse dizlerine kadar inen beyaz bir tişört vardı üzerinde. Göğsünde iri kırmızı harflerle İngilizce olarak ‘Beni Mars’a kaçırdılar?’ yazılı bir tişört giymişti. Başına taktığı siyah Callaway marka golf şapkası ve siyah spor ayakkabılarıyla karizmasının gaddar olduğunu düşünmekteydi.
  Mete de birkaç ay öncesine kadar bu hattaydı. Arkadaşının bu tür havalı kıyafetlerine özenirdi, ama aradan geçen zamanda çok şey değişmişti. Değişim lafı az kalmaktaydı. Delikanlı tepeden tırnağa yenilenmişti. Reset olmuştu. Altı ay kadar sonra on beş yaşına basacak olan Mete Sönmez kelimenin tam anlamıyla A’dan Z’ye formatlanmıştı.
  “İyilik. Ne yapıyorsun burada?”
  “Bizim Cem’e gidiyorum. Oyun oynayacağız.”
  Normal koşullarda olsalar Mete hangi oyun falan diye sorarak lafı uzatır, davet edilmeyi bekler ve çoğunlukla da bu isteği gerçekleşmezdi. İlhan kendi benzeri arkadaşlarıyla takılırdı. Mete gibi zeki, ama sosyal yaşam yönünden biraz tutuk tiplere yer yoktu o grupta. Artık Mete sanal oyun oynayarak suni heyecan yaratan biri değildi. Bu gibi şeyler formatlanınca geride kalmıştı.Gerçek oyunları kuran ve idare edendi. Şu anda en yeni oyununu icra etmeye gitmekteydi.
  “İyi.”
  “Sen?”
  Yaz tatili bitmek üzereydi. İlhan onu en son üç hafta kadar önce yine buralarda görmüştü. Daha aşağılarda bir yerde yine raslantıyla karşılaşmışlardı. Arkadaşının bakışlarında aşağıdan yukarı tarama, bir şeyleri anlamlandıramama ifadesi vardı. İhsan içindeki olağanüstü gücü hissediyordu, ama ne olduğunu anlaması mümkün değildi. Kimse tahmin edemezdi. Moralinin bir nedenden iyi olduğunu, bunun da fiziğine enerji olarak yansıdığını düşünüyordu. Belki bir kıza aşık olduğunu bile sanıyor olabilirdi. Filmlerde hayal gibi izleyip durdukları şey şu anda Mete’nin en yeni, elle tutulur gerçekliğiydi. Günlük haliydi. İçinde V vardı. Damarlarında muazzam bir güç fink atmaktaydı.
  Mete en normal haliyle saatine baktı. “Hiç, öylesine dolaşıyorum biraz. Birazdan biriyle buluşacağım da.”
  ‘Buluşmak’ sözcüğü etkili olmuş, İhsan’ın gözlerinde bunu alımlı bir kıza yorduğunu belli eden seni seni ifadesi ve hafif çekimli bir kıskançlık duygusu aynı anda belirmişti. İçine V girince Mete’nin duyuları inanılmaz derecede keskinleşmişti. Arkadaşının düşüncelerini okuyordu adeta. Kendini ‘Bir sevgilin mi var?’dememek için zor tuttuğunu hissediyordu.
  “Yarın okulda görüşürüz.”
  “Gidiyor musun?” 
  “Evet.”
  İhsan’ın yüzünde yarısı sahte, üçte biri kurnazlıkla kaplı bir dostane ifade belirdi. “Eğer pek önemli değilse, Cem’e gel sen de diyecektim.” Eliyle sanki Mete bilmiyormuş gibi Cem’in oturduğu bloğu işaret etmişti. “Prototype3 oynayacağız. Daha 2’si bile kimsede yok.”
  Mete gayret ederek bu kuyruklu yalanı çaktığını belli edecek bir sinyal salmadı dışarıya. İhsan Prototype3 mavalıyla kendisini Cem’in evine çekerek en yeni ışımasını diğer delikanlıların değerlendirmesine sunmak istiyordu. Bir de ‘Ne oldu sana böyle? Anlat bakalım?’ sıkıştırması yapılacaktı tabii.
  Mete bütün yaz tatili boyunca Cem’in evine tek bir kez davet edilmediğini unutmuş gibi yaparak minnetle gülümsedi. “Bir başka defa artık. Sağol davetin için. Görüşürüz bir yerlerde.”
  “Peki, öyle olsun.”
  Mete, İhsan’ı karışık duygularla arkasında bırakıp yürümeğe başladı. Hiç bakmadan arkadaşının arkasından izlediğini hissediyordu. Sonunda bıkıp geri döndü ve Cem’in evine doğru yollandı. Mete bunları hiç bakmadan kesinlikle biliyordu. Bu tür olağanüstü keskin hassalara sahip olmak harika bir şeydi.

*
 
  Her şey mayıs sonunda bir gece başladı.
  Saat gece yarısına yaklaşıyordu ve Mete her zaman olduğu gibi bilgisayarın arkasındaydı. Cuma gecesiydi. Ertesi gün okul olmadığı için yatması sabahı bulacaktı. Üç adet bilimkurgu filmini ardı ardına izlemeye kararlıydı. Mete yalnız bir delikanlıydı. Okul dışında görüştüğü pek arkadaşı yoktu. Kitap okumak, internet sörfçülüğü ve film izlemek gibi hobileri nedeniyle neredeyse evde hiç canı sıkılmazdı.
  O gece de tipik bir hafta sonu gecesi olmaya adaydı, ama başka bir şey olacak ve hayatı sonsuza dek kökünden değişecekti. Mete birinci filmi izlemeye başladığında saat 00.17’ydi. Sayılara merakı yüzünden bu tür şeylere dikkat ederdi. Daha önce izlediği bir bilimkurgu filmiydi, ama Mete hoşuna giden filmleri defalarca seyretmeyi severdi. Bazı filmler otuz odalı büyük bir konak gibiydi. Her ziyarette daha önce bakmadığınız bir oda keşfederdiniz.
  Filmin giriş bölümü başladığında kulakları bir sesle doldu. Aslında kulakları lafı az kalıyordu. Bedenindeki tüm hücrelerle birlikte duyabilmekteydi adeta.
  “Mete! O an şimdi.”
  Mete filmin jenerik bölümünde müzik eşliğinde gezegenleri gördükleri sahneyi izlemekteydi. Önce bazı filmlerde olduğu gibi kıllık olsun diye üste ses kaydedilmiş sandı. Sonra birden ayıktı. Ona adıyla hitap edilmişti ve ayrıca ses bilgisayarın hoparlörlerinden değil sol arka tarafından gelmişti. Mete filmi durdurdu ve hipnozda gibi başını çevirip arkasına baktı.
  “Buradayım.”
  Delikanlının hissettiği heyecandan ense kılları kabarmıştı. Yerinden doğruldu. Korkak biri değildi. Odasında ışıklar yanıyordu. Salonda annesi ve teyzesi sohbet etmekteydi. Issız bir şatoda ya da kocaman ve kapkaranlık bir mahzende yalnız değildi.
  “Yaklaş.”
  Mete’nin zihninde beliren ‘Nereye?’ sorusu bir sabun köpüğü gibi şişti ve söndü. Radyo. Kütüphanenin üstünde duran antika radyoydu. Radyo konuşmuştu. ‘Fişleri takılı olmayan antika radyolar suskun kalırlar’ düşüncesine rağbet etmeden kütüphanenin yanına gitti. Mete bu yaşta bir seksen boyundaydı. Başı tam radyo hizasındaydı.
  “Aferin, korkacak bir şey yok. Taşlar yerine oturacak yeniden.”
  Mete sandığından daha az korkmaktaydı. Nabzı belli belirsiz hızlanmıştı. Fiziksel tepkilerini kontrol altına alan
  “Kimsiniz?”
  “Bana sen diyebilirsin. Yaşıtız neredeyse. Tarih boyunca çok çeşitli adlarım oldu. Hiçbiri bu ana uymaz artık. Sadede geleyim. Ben dedenin çok yakınıydım. Kendisiyle yirmi dört yaşındayken tanıştık. Burada. İstanbul’da. 1934 yılıydı. Bir öğle üzeri evde yalnızdı. O sırada Kurtuluş’ta oturuyorlardı. Biliyorsun. Evde antika bir radyo vardı. Bu değil. Bu 1958 yapımı. Diğeri çok eski ve zamanında bayağı değerliydi. Dedenin babası varlıklı bir adamdı biliyorsun. Kömür tüccarıydı. O sırada radyo sahibi olmak büyük bir prestijdi. Dedene o radyo kanalıyla hitap ettim. Sesimi senin olduğu gibi hemen tanıdı. Tanımaktan kastım kendine yakın bulmak. Sen de öylesin. Beni şu anda varlığımı iliğinde kemiğinde hissediyorsun. Delirdiğini ve gayipten sesler duyduğunu bir an bile düşünmüyorsun.”
  O sesin sahibi haklıydı. Mete heyecan duyuyordu, ama korkmuyordu. İçinde panik duygusunun P’si bile yoktu. Doğal bir yakınlık duygusuyla sarmaş dolaştı.
  “Sonra?”
   “Dedenle beraber olduk. Sırada baban vardı, ama elim araba kazasında öldü gitti. Aradan dört yıl geçti. Hâlâ üzgünsün. Ben de öyle. Her şeyi kontrol edemiyorum. Dedenle birlikteydim. Babanla beraber olsaydım da bazı karanlık anlar var. Şöyle anlatayım:ben dedenleyken ona yönelen hiçbir tehdit kolay kolay gerçekleşemezdi. Ama ayın görünmediği zamanlar misali, ben birinle ayın ancak 23 günü beraber olabilirim. Geri kalan 7-8 günde bir kırılganlık söz konusudur. Deden iki ay önce ben yokkenki periyotta mide kanaması geçirdi ve acilen hastaneye kaldırıldı. Ameliyata alındı. 102 yaşındaydı. Çeşitli sağlık sorunları vardı. Narkozu kaldıramadı. Ayılamadı biliyorsun. Ben içinde olsaydım kanamayı kontrol altına alabilir ve asla ameliyat olmasına izin vermezdim. Geri gelmeme iki gün kalmıştı. Maalesef şanssız bir gelişme oldu. O bunu bildiği için ameliyatı iki gün sonraya ertelemek istedi, ama kabul etmediler. Oysa mümkündü. Kanama çok azdı. Dedenin sağlık koşullarının ameliyata elverişli olmadığı da belliydi. İlaçlarla kanamayı durdurmayı deneyebilirlerdi. O yaşta birine narkoz verilir mi?”
  Mete dedesi  ameliyat olurken hastahanede annesiyle birlikteydi. Ölüm haberi üzerine yıkılmışlardı. Dedesini çok severdi. Adam öleceğini hissetmiş gibiydi. Hastahaneye gitmeden önce kendi evinde duran antika radyoyu ona vermiş ve gözü gibi bakmasını istemişti. Şimdi anlıyordu. Adam mirası devrediyordu.
  Delikanlının gözleri dolmuştu. “Onu çok severdim” dedi. “Babam öldükten sonra yerini almıştı adeta.”
  “Biliyorum Mete. Onunla beraberdim. O da seni gerçek oğlu gibi severdi.”
  Mete duygu sarmalından biraz sıyrılınca aklını kurcalayan soruya yöneldi. “Siz, sen nesin? İnsan değilsin belli ki.”
  “Değilim. Ben zeka sahibi bir enerji büklümüyüm. Ortalama iki bin yıl ömrüm var. Bir dalga boyu sörfçüsü de denebilir bana. Deden beni bir cin olarak kabullendi. Önce biraz korkmuştu, ama sonra beraberliğimizin tiryakisi oldu. Sen benim varlığımı dedende bilinçsiz olarak hissettiğin için daha az korktun. Tanıdık biri gibi algıladın.”
  Mete bunun yanı sıra  Hostel, Testere, Twilight benzeri dizilerle büyümüş biriydi. Cinlere hem metafizik, hem de kuvantum fiziği gözlüğüyle bakar ve enerji bedenli yaratıklar olarak varlıklarını kabullenirdi.
  “Biz de beraber mi olacağız?”
  “Evet. Rızan olursa. İstem dışı bir eylem değil bu. İkili yarar bazında birlikte olacağız.”
  Mete duyduğu her şeye inanmaktaydı. Sezgileri dalga boyu sörfçüsünden korkmuyordu. Sadece kendini ilk kez on metre yüksekteki tramplenden aşağı atlayacağı andaki gibi hissetmekteydi. Kendini aşağıya salarsa başına kötü bir şey gelmeyecekti, ama o ilk adımı atarak boşluğa çıkmak yok muydu. Hayalde gibi, “Rızamı verdim.” Dedi.
  Sonrası birkaç saniye içinde gerçekleşti. Mete’nin bedeninde ve algılarında ansızın meydana gelen genleşmeyi tanımlayacak sıfatları bilmiyordu. Bir tavşanın bedenine fil sığışmış gibiydi. Fizik gücü ve algıları inanılmaz bir hassasiyet kazanmıştı. Oturma odasında oturan iki kadının konuşmalarını yanı başlarındaymış gibi duyabilmekteydi. Sıçrasa kafası betonu delerek bir üst kata çıkacakmış gibiydi. Dedesinin yüz yaşındayken otuz yaşındaymış gibi hızlı yürüyüşlerini, hiç mola vermeden beş yüz kilometre araba sürmesini, o yaşta gözlük ya da kulaklık kullanmamasını, hep tetikte duran zeki bakışlarını ve sık sık düşüncelerini okurcasına niyetini bildiğini düşündü. Herkes bunu genetiğine, spor yapmasına ve dengeli beslenmesine yormaktaydı. Oysa damarlarında V kükremekteydi o sırada.
  “Demek Vampir olmak böyle bir şey.”
  “Vampir, homonocturnis, gecelerin yaratığı... Bunlar mitolojik söylemler Mete. Benim kanla manla bir işim yok. Yarasa kılığına girip uçman da söz konusu değil. Biz çok daha ötesini yapacağız birlikte. Göreceksin. Yalnız V harfini severim. Bana V diyebilirsin.” 
 
*
  
  Hayat apartmanının dış kapısı ilk bakışta belli olmuyordu, ama aralıktı. Mete kapıyı ittirip içeri girdi. Sahanlık soğan ve klorlu bir temizlik malzemesi kokmaydı. Saat iki civarıydı. Görünürde kimsecikler yoktu. Mete merdivenlerden inerek kapıcı dairesine gitti. İçeride kimse bulunmuyordu. Kapıcı internet üzerinden işlem yapamayan kiracıların elektrik ve su paralarını yatırmak için gitmişti. Kapıcının sekiz yaşındaki oğlu ve karısı birkaç kilometre ötedeki akrabalarına gitmişti. Kadının geri gelmesine en iyi şartlarda iki, kapıcının ise bir buçuk saat vardı. Bu kadar süre Mete’ye fazla fazla yeterliydi.
  V bedenine bağlı görünmez bir uçurtma gibiydi. O önden giderek her şeyi görüyor ve geriye rapor veriyordu. Bu sayede Mete evin yedek anahtarının paspasın sağ tarafında duran ayakkabılığın taban kısmında durduğunu biliyordu. Anahtarı eski bir kışlık terliğin içinden aldı ve kapıyı açtı. Bunu yaparken yaşıtı olduğunu tahmin ettiği iki genç kız konuşarak birinci kat basamaklarını inmiş ve ana kapıdan dışarı çıkmışlardı. Daha üstteki kattan karı koca kavgasına dönüşmek üzere olan bir atışma başlamıştı. Yakınlardaki etkinlikler şimdilik bundan ibaretti.
  Mete kapıcı dairesine girdi. Oturma odasında mütevazı mobilyalarla çelişen kocaman ekran yassı bir LCD televizyon vardı. Adam dizi ve futbol maçı izlemeye düşkündü anlaşılan.
  Mete apartman boşluğuna açılan kapıyı kanırtarak açabildi. Kas gücü misliyle artmıştı. İstese tek hamleyle menteşelerinden bile sökebilirdi, ama kapıcının bir şeyi farketmemesi gerekmekteydi.
  Mete elinde anahtar geriye döndü. Kapıyı açıp anahtarı bulduğu yere koydu. Sonra kapıyı örttü. Kilidin dilini kilitli konuma getirdi. Burasıyla işi bitmişti.
  Kapının sık açılmadığı yerde biriken güvercin pislikleri, ufak tefek çöp, toz ve topraktan belliydi. Mete bir süre etrafın niyet ağını ölçtü. Yaz olduğu için apartman boşluğuna bakan bazı pencereler açıktı. Yedi katlı çift daire apartmanda şu anda bulunan hiç kimse güvercin pislikleriyle bezeli pervazlara dayanarak aşağı bakmayı düşünmüyordu.
  Mete aradan geçen zaman içinde fizik yeti açısından yenilenmişti. Tuğla örgülü yer yer sıvaları dökülmüş yüzeye parmak uçlarıyla tutunarak yükseldi. Sanki ağırlığı birkaç yüz grammış gibi hızlı ve rahat bir şekilde yedinci kata kadar çıktı. Bu arada beşinci kattaki yaramaz bir oğlan çocuk apartman boşluğuna açılan camdan aşağıya bakmaktan son anda vazgeçmişti. Güvercinleri ürkütmeyi seven Halil adlı çocuk birden o camdan içeri öcü gireceğini düşünmüş ve koşarak mutfakta yaprak dolması saran annesinin yanına gitmişti. Beş yaşındaydı ve iyice tırsmıştı. Bir süreliğine güvercin ürkütme hobisine ara verecekti.
  Hedef pencere yedinci kattaydı. İçerde kılima çalıştığı için pencere sımsıkı kapalıydı. Arhan Keserci içerideydi. Bilgisayarının arkasında bir mektup yazıyordu. Dedesini sorumsuzca ameliyat eden adamdı. Daha önce de yaşlı birkaç hastası narkoz köprüsünü geçememişti. Kurbanları sadece yaşlılar değildi. Gereksiz yere ameliyat edilip ömür boyu sakat ve hastalıklı kalan bir sürü hastası olmuştu. Hakkında şikayetlerde bulunulmuşsa da hukuki bir işlem başlatacak aşamaya gelinememişti. Hasta dosyaları kulbuna uydurulmuştu. Kısa vadede somut bir hata kanıtı bulmak çok zordu. Bulunanlar yetersizdi. Kısacası Arhan bey 53 yaşındaydı ve engellenmezse daha bir çok kimseyi ameliyat parasını aldıktan sonra öbür dünyaya ya da sakatlar beldesine postalayacaktı.
  Mete içeriye çoktan girmiş olan V’nin gözünden adamı görüyordu. Orta boylu, iri kemikli bir adamdı. Kırlaşmaya başlamış gür saçlı cerrah üzerinde mavi bir şortla oturmuş tıbbi bir rapor yazmaktaydı. Evde yalnızdı. Karısı ve Mete’nin yaşıtı olan kızı şu anda Edremit’teydi. Adam akşam yemeğinden sonra arabasıyla oraya gitmeyi planlıyordu.
  “Mete içinden, ‘Şimdi ne yapacağız?” diye geçirdi.
  “Unutma kural bir: Biz çok mecbur kalmadıkça can almayız ve savunma hariç asla şiddet uygulamayız. Arhan beyi ikna edeceğiz.”
  Mete ‘Ne için ikna’ diyecekken durakladı. Bu bilgi birden zihnine dolmuştu. İçinde gençliğin verdiği yabansıl enerjiyi düşünceleriyle izole etti. Dedesinin katilinin kredisini yerle bir edeceklerdi. V’nin planı müthişti.
  Mete pencerenin arka yüzündeki kilit kolunu düşündü. V’nin sayesinde gözünün önündeydi. Kol oynadı, sola doğru döndü ve dil serbest kaldı. Mete yavaşça içeri süzüldü. Adam hâlâ bilgisayarın başındaydı. Mete yetmiş iki kiloluk bedenini adamın bir metre kadar yakınına kolayca getirdi. V’nin bedenine kazandırdığı yeni yetiler müthişti. Şu anda ayakları en fazla on kiloluk bir yük taşımaktaydı.
  “Şimdi?”
  “Sağ elinle ensesine dokun.”
  Mete kolunu uzattı ve adamın terli ensesine dokundu. Arhan beyin bedeni hafifçe titredi. Başı geriye dönmek istedi, ama hemen vazgeçti. Klavye üzerindeki sağ eli titreşmiş, durmuş ve sonra yeniden tuşlar üzerinde gezinmeye başlamıştı.
  Adam on dakika içinde son beş yılda sırf fazladan kazanç temin etmek için hastaları gereksiz yere ameliyat ettiğini yazdı. Bunların en önde gelenlerinin on yedisinin adını ve ameliyat tarihlerini yazdı. Dedesinin adı da listedeydi. Yan etkileriyle faydadan çok zarar veren hangi pahalı ilaçları da yok yere kullandırttığını, hangi gereksiz testleri yaptırdığını altına ekledi. Sonra da metnin altına çok pişman olduğunu ekledi. Bu mesajı sırayla doktor arkadaşlarına, çalıştığı hastahanenin başhekimine ve mağdur durumdaki ailelerin mail adreslerine yolladı. V bazı bilgileri bilgisayarın harddiskinden sökerek adamın zihnine monte etmişti. 
  “Şimdi ne olacak?”
  “Çekip gideceğiz. Bu defa kapıdan.”
  “Arhan bey ne olacak?”
  “Beş dakika kadar sonra kendine gelecek ve kimlere ne maili yolladığını keşfedecek. Sonra... Sonra da ruhi durumuna uygun bir şeyler yapacak. Hemen Edremit’e gitmeyeceği kesin.”
  Mete sokağa çıktığında kendini daha iyi hissetmekteydi. Adamın yazdıklarını okurken hissettiği hınç duygusu çok hafiflemişti. Başını kaldırıp yedinci kata baktı. İçinde bir önsezi dalgası kırılmıştı. Karşı kaldırıma geçti. Hayat apartmanının çapraz karşısındaki Seyir adlı kafeye girdi.
  Yarım saat kadar sonra Mete ikinci buzlu çayını içerken sol çapraz ileride bir gümbürtü duyuldu. Yere ağır bir şey düşmüş gibiydi. Bir araba korna çaldı. Ana caddedeki insanlar o tarafa doğru seğirtti. Arhan bey sandığından çok hızlı karar vermişti. Vicdanı çok yüklü olmalıydı. Birden Edremit’e gitmekten sonsuza kadar vazgeçmişti.
                                                                                                       Amsterdam, Ağustos 2012 
                                                --------------------------------------

 



Birinci Reklameş Cinayeti (öykü)





“Şimdi aklıma geldi birden. Bu öğle üzeri Altusa marka kazakları gördüm. Nişantaşı’nda. Fiyatı yüzde yirmi beş indirmişler. Az kalsın alacaktım; ama önce sorayım dedim. Sarı istiyordun değil mi?”
  Ahmet Ertuna’nın soğan doğrayan hareketli eli durakladı ve dönüp Nermin’e baktı. Kadın içeri yeni girmişti. Çok yürümüştü yine besbelli. Çünkü ayakkabılarını çıkarınca terlik giymemişti. Birazdan ayaklarını soğuk su dolu leğene koyacak ve saatlerce sokaklarda gezmesiyle ilgili tek bir kelime etmeyecekti. Bu arada telefonla üç beş arkadaşına ayrıntılı alışveriş raporları sunacağından, Ahmet bütün dökümü çeşitli nüshalar halinde zaten dinleyecekti. Aylin nüshası, Meliha nüshası, Fatma nüshası. Her arkadaşına aynı mamul üzerine bile olsa farklı bilgiler sunacaktı. Nermin’in yeni numarasıydı bu. Tek değildi. Altı ay içinde bir irili ufaklı numaralar paketi açmış ve kendince bir sinsilikle tedavüle sokmuştu birer birer.
 “Sarıydı evet.”
  Karısı buzdolabını açmış içine bakmaktaydı. Üç aylık hamileydi. Bir oğulları olacaktı. Üzerinde kendine çok yakışan petrol mavisi eteği ve beyaz gömlek vardı. Bakımlı kumral saçları omuzlarını okşamaktaydı. Hoş kadındı Nermin. Hamilelik yakışmıştı. Büyük teyzesinden kalan miras sayesinde burun ve çene ameliyatı yaptırarak görünümünü olumlu anlamda yenilemişti.
  Bakışları karşılaşınca kadının kırışan alnı düzeldi, şaşkın yüz ifadesini ani bir gülümsemeyle adeta sildi. Gözlerinde 10 vatlık standart fettanlık yandı söndü. Ardından gülümsemesi diğer yana kaydı. Sıradan bir her şey yolunda gülümsemesi şeklinde asıldı kaldı. Kapatmak üzere olduğu buzdolabı kapağını tekrar açtı. Bunu gözlerini saklamak için yapmıştı. Çünkü iki gün sonra üçüncü evlilik yıldönümünü kutlayacağı biricik kocacığının yüzündeki ifadeyi hiç beğenmemişti. O meşum ifadenin anlamını bir görüşte çözmesinin çok hatalı olacağını kestirecek kadar zekiydi.
  “Her şeyi biliyorum.”
  “Ne dedin şekerim?”
  “Hamilesin. İnsan çocuğunu düşünür be.”
  Kadın ona doğru döndüğünde Ahmet elindeki bıçağı olanca gücüyle kadının göğsüne sapladı. Sivri uçlu bıçak neredeyse sapına kadar gömülmüştü ete.
Kadının gömleğinin sol göğüs tarafı kanla lekelenirken yüzüne şaşkınlık ve acıyla baktı. Yeşil gözleri elem doluydu.
  “Nereden… Bir hataydı. Hata… hapları içmedim. Çocuğumuz… İçseydim bir şeyi… Hiçbir şeyi farketmeyecektin. Yakında mod… Moda olacak Ahmet. Anlıyor musun?
  Kadın yere yığılınca Ahmet bir iki adım geriledi. Bir yanı hemen ambulans çağır diyordu. Bu sesi mutfakta bırakmak istercesine oturma odasına gitti. Karısı ölmek üzereydi. Kimse yardım edemezdi artık.
  Oturma odasında duran fincanın yarısı kahve doluydu. Ahmet soğuk kahve severdi. Bir yudum aldı. Nabzı normale dönmüştü. Sağ eline baktı. Tek bir damla kan bulaşmamıştı. Kadın için çok üzülmekteydi. Nermin’i severek evlenmişti. Hâlâ da öyleydi, ama bu en yeni formatıyla çocuğunu doğurmasına izin veremezdi.
  Bütün şüpheli kanıtlar her saniye gözünün önünde olduğundan ilk belirgin hatadan hareketle bütün portreyi çözmesi kısa sürmüştü. İki günlük bir araştırma yetip de artmıştı. Karısı bir reklameş yaratığıydı.
  Reklameş resmî araştırma ve istatistiklere göre mevcut olmayan bir durumdu. Bu çok normaldi. Çünkü azami etkinlik için bu yanın sır kalması gerekmekteydi. Ahmet son kriz sırasında işten atılana kadar bilgisayar programcısıydı. Şimdi bir arkadaşının şirketinde pazarlamacı olarak çalışmaktaydı. Hem pazarı hem de programlama denen şeyi tanımaktaydı. Elinde sayısız done vardı; ama insanın en yakınına böyle bir hali yakıştırması kolay değildi.
  Nermin ilk kez üç gün önce çok açık bir hata sergilemişti. Altusa marka kazak bahsiydi. Böyle bir kazak alması için üç beş kez ısrar ettikten sonra, “Boş ver, şu sıralar çok pahalıya satıyorlar. Yakında indirime giderler.” demişti. Bu söz çok normaldi; ama kadın bunu altı saat içinde yedi kez yinelediğinin farkında değildi.
  Ahmet bir ayrıntı sapığıydı. Ayrıntı işleyen yanı karısıyla ilgili her türlü anomaliyi dosyalamaktaydı zaten. Tek yaptığı karısının gizli kayıtlarını araştırmak olmuştu. Bunun yanı sıra arkadaşlarına verdiği alışveriş raporları vardı. Karısı her gün İstanbul’un çeşitli semtlerinde beş altı saat yol tepmekteydi. Bol bol vitrin görmesi ve karşılaştığı kadınlara listesindeki mamulleri övmesi gerekmekteydi. Ayda iki bin yüz lira kazandırıyor dediği anket işi paravanaydı. Hiçbir anketöre uzun süreli bu kadar ücret verilmezdi. Anket manket yoktu. Nermin beynine çip yerleştirilmiş iki ayaklı bir reklam programıydı. Nefes alıp veren, gülen, ağlayan, sevişen, insanı ikna eden, daha da kötüsü çocuk doğuran  bir organik reklam ünitesiydi.
  Ahmet’in eski hacker arkadaşları istediği bilgilerin hızlı temininde bayağı etkin rol oynamıştı. Reklameş skandalları çeşitliydi. İlki 3 yıl önce İsviçre’de, ikincisi Londra’da patlamıştı. Bunlar küçük ve etkisi sınırlı patlamalardı. Geçen yılki New York skandalı ise ayyuka çıkmıştı. Bahis konusu olan tanınmış bir senatörün kızıydı. Satılmış medya bütün gücüne rağmen örtbas edebilmeyi başaramayınca manipülasyonla halkın bilgilendirilmesini engellemeye çabalamıştı. Bütün internet blokajlarına rağmen yeterince bilgi sızmıştı dışarıya.
  Çoğu genç, konuşkan ve kadın olan kimseler reklameş olmak için teklif almaktaydılar. Çok güçlü bir propaganda söz konusuydu. Yirmi yıl içinde dünya nüfusunun onda birinin reklameş olacağı öngörülmekteydi. Bu bir piramit şeklinde yapılanmaydı. İlk grubun sayısı az, puanı yüksek olacaktı. Bu gruba katılmakta geç kalanlar daha sonra daha alt düzeyde yer alacak ve düşük puanla çalışacaklardı.
  Şu anda İstanbul’da üç yüz kadar reklameş bulunduğu sanılmaktaydı. Bunlar piramitin en üst katında yer alanlardı. Sayı bini geçince ikinci kat başlayacaktı. Karısı altı ay önce büyük bir sevinçle eve gelmiş ve ölen büyük teyzesinden 690.000 TL kaldığını müjdelemişti. Bütün kâğıt işlemleri kılıfına uydurulmuştu. Ahmet, Meral Tor adlı kadının cenazesinde bulunmuş, defin ruhsatını ve noterin karısına imzalattığı belgeleri gözüyle görmüştü. Şüphelenmesi için hiçbir neden yoktu. Şimdi Meral Tor’un mütevazı emekli aylığını yaşlılar evine verip orada barınan biri olduğunu biliyordu. Karısı onu tanıdığından bu yana kadından neredeyse hiç söz etmemişti ve birden mirasa konmuştu. Telefonda arkadaşlarıyla yeni mamuller üzerine saatlerce konuşup bağımsız bütçeli filmler hakkında tek bir kelime etmeyen film akademisi mezunu Nermin Hanım için çok filmatik bir mucizeydi.
  Kimse banka hesabındaki fazlalıktan şikâyet etmezdi. Ahmet hiç şüphelenmemişti. Mali durumları o sıralarda biraz sallantıdaydı. Ansızın gelen para nedeniyle sevinçten havalara uçmuştu. Nermin’in annesi kimseyle ilişki kurmayan, adresini bile bilmediği, en az on yıldır görmediği büyük ablasının bu kadar parası olmasına ve bunu bütün ömründe beş on kez gördüğü birine bırakmasına şaşmıştı. Ama kadın kendine kalan 31.000 lirayı memnuniyetle langırt köy sandığı yapmış ve işi fazla kurcalamamıştı. Ahmet şimdi yetmiş bir yaşında ölen kadının ölümünün hızlandırıldığını düşünmekteydi. Dün Kurtuluş’taki yaşlılar evindeki müdürle konuşurken bu kanısı çok güçlenmişti. Kadının tiroid yetmezliği, ara sıra gelen çarpıntılar cinsinden birkaç rahatsızlığı vardı ve bunlar kontrol altındaydı. Daha sonra, ölümünden iki hafta kadar önce, kadın birden kötülemiş ve kurtarılamamıştı. Kalp krizi denmekteydi. Cinayetti düpedüz. Bayan Nermin Keskin Ertuna’nın kazancını belgelemek için yaşlı kadını öbür dünyaya yollamışlardı.
  Kadına estetik ameliyatı sırasında çip yerleştirilmişti. Karısında bir nebze insanlık kalmıştı. Yoksa Ahmet’in dönen dümenleri farketmesi yirmi yıl sürebilirdi. Bir reklameşin bu kadar uzun kullanım tarihi olduğunu sanmıyordu. Çip beyni etkiliyordu. İlk testler üzerine bir sürü yazı okumuştu. Erken bunama, alzaymır, felç gibi yan tesirleri vardı.
  Ahmet divana yaslanarak gözlerini yumdu. Son birkaç gün neredeyse hiç uyumamıştı. İnsanın her şeyini paylaştığı birinin ona belli mamulleri alması için sabah akşam örgütlü baskı yaptığını saptaması çok berbat bir şeydi. Sevişirlerken insanın karısının bu koku sana çok yakışıyor, falanca marka külot çok seksi gösteriyor, diye fısıldamasının sıradan bir reklam programına dönüşmesi bir felaketti. Yemek yenecek restoran, piknik yapılacak özel kamp, yolda durulacak benzin istasyonu, seyredilecek filmler, çocuk odası eşyaları, gereksiz vitaminler, kolesterol düşürücüler... En kötüsü bunlara ortalama uyulduğunda takınılan memnun gülümseme. Mutlu kadının erkeğine verdiği pozitif ışımayla taltif.
  Kadının kendi ve onun ebeveynlerine, yakın arkadaşlarına 24 saat boyunca beynindeki çip doğrultusunda yayın yaptığının bulgulanması acaip moral çökertici bir durumdu. Her şey normal gitseydi ve bir çocuk doğurabilseydi, oğulları doğumundan itibaren bir firmalar sultasının komutuna uygun bir hayat sürecekti. Bu kuşaklara çip mip yerleştirmeye gerek de kalmayacaktı belki.
  Karısının bozulmadan kalan insan yanı sayesinde bu durumu farketmişti. Beyne yerleştirilen çipin iyi çalışabilmesi için muntazaman hap kullanmak gerekmekteydi. Karısı bir yerde, bu tür hapların çocuklarda zekâ geriliğine, disleksiye falan neden olduğunu keşfetmişti. Ahmet, bunu bilgisayarının hard diskinden sildiği bilgileri geri çağırarak keşfetmişti. Hapları aksatınca rolünde defolar başlamıştı. Bu sayede Ahmet, beyninde birbirinden ayrı ayrı duran şüphe boncuklarını bir araya getirebilmişti.
  Karısına ödül, hızlı ve acısız bir ölümdü. Mahkemeye verse rezil olması bir yana, hapislerde sürünmesi işten değildi yoksa. Çok rol kesmişti. Bir daha kimsenin yüzüne bakamazdı. Foyasının ortaya çıkmasını istemeyen şirket ne yapardı? Bu da bir başka yanıydı işin.
  Avukat arkadaşına telefon etmeliydi. Ardından da polise. Elinde çok sağlam deliller vardı. Karısının reklameşliğini kanıtlaması zor olmayacaktı. Yaşlı teyzenin mezardan çıkartılacak cesedi de pek çok şeyler anlatacaktı kuşkusuz. Nermin’in annesi ve babasıyla karşılaşacağı anları hayal ederek içini çekti. Ortak dostları, yakınları mahkeme sonuçlanana kadar hakkında kimbilir ne düşüneceklerdi.
  Gözlerini açtı ve sehpanın üzerindeki telefona uzandı. Tam o sırada cep telefonu çalmaya başladı. Baktı. Özel numaraydı. Düğmeye bastı.
  “Ahmet Bey, merhaba.”
  Hiçbir yerden tanımadığı ses evin içinden geliyormuş gibi bir duyguya kapılmıştı. Kendisinin izin vermediği bir samimiyet tonuna sahipti.
  “Kimsiniz?”
  “Adım önemli değil. Bir sorununuz var sanırım.”
  Ahmet iyice dirilmişti. Karısının patronuyla konuştuğunu anlamıştı hemen.
  “Mutfak kirlenmiş biraz. Yardıma ihtiyacınız var.”
  Ahmet ayağa kalkarak gidip, sokak kapısını kontrol etti. Ev boştu ve kapı arkadan sürgülüydü.
  “Temizlikçi bir firmayı aramamızı ister misiniz? Onlar her türlü lekeyi çıkartmayı iyi bilirler.”
  Evin içine gizli kameralar gizledikleri çok açıktı. Yoksa mutfaktaki cesedi nasıl bilebilirlerdi.
  “Neden bana yardım etmek istiyorsunuz?”
  “Bazı şeylerin bilinmemesi iki taraf için de iyi değil mi?”
  “Sonra ne olacak peki?”
  “Karınız bir iş gezisine çıkacak. Bir elim kaza. Üzgün ve gamlı kocanın gazetelerin iç sayfalarındaki yüzü. Sonra hayata kaldığı yerden devam. Nermin Hanım’ın hayat sigortasının yürek ısıtıcı gölgesinde tabii ki.”
  Ahmet bu çözümü isteyen yanının gücüne şaşarak, “Artık çok geç.” dedi.
  “Hiçbir zaman geç değil derler. Biraz düşünün.”
  “Bitti dedim ya. Her şey…”
 Ahmet telefonu kapattı ve mutfağa gitti. Karısının göğsü kan içindeki cesedi iradesine umduğu darbeyi indirdi. Kafasında sigortayı alsana ahmak, diyen sese aldırmadan avukat arkadaşını aradı. Arkadaşı bir tanıdığıyla birlikte yarım saat içinde eve geldi. Ahmet elindeki bütün delilleri, tuttuğu dosyayı adama verdi. Sonra gelen polislere teslim oldu.
  Uluslararası medyanın çok ilgi gösterdiği bir dava oldu. Bir gazete İstanbul’da Birinci Reklameş Cinayeti başlığını atmıştı. Bu çok popüler oldu. Birçok ülke medyası nedense cümleden İstanbul’u silerek yayınladılar. Durumu dünya çapında bir birincilik gibi göstermekteydiler. Meral Tor’un cesedine yapılan otopside kalp krizi yaratan bir alkoloid saptadı. Nermin Hanım’ın beyninde de bir çip vardı gerçekten. Hepsi buydu. Ne Meral Hanım’ın katili ne de çipi yerleştiren firma saptanabildi. Mahkeme Ahmet Ertuna’ya bir buçuk yıl hapis cezası verdi. Bir yıl sonra serbest bir adamdı yeniden.
  Hapisten çıktıktan sekiz ay kadar sonra Ahmet Ertuna güpegündüz kaldırıma çıkan bir otomobil tarafından çiğnendi ve olay yerinde öldü. Araba bulundu; ama firari şoför yakalanamadı. Eğer Ahmet Bey altı gün daha yaşasaydı onun hikâyesinden hareketle yapılmış filmin galasına katılabilecekti. Onun yerine en yakın dostlarından ikisi gittiler.
  Birinci Reklameş Cinayeti adlı filme rağbet müthişti. Ahmet Ertuna tarihe geçmişti. Reklameş firmaları çok memnundular. Piramitin en üstünde yer almak isteyen genç, zeki ve sıhhatli çoğu kadın bir sürü yeni evli kimse onlarla ilişkiye geçmek için çırpınmaktaydı. Bir illegal internet sitesinde filmi bu firmaların finanse ettiği ve dağıttığı haberi, bu ilgiyi artıran reklam etkinliklerinden sadece biriydi. Maktûle Nermin Hanım son sözlerinde haklıydı. Reklameşlik moda olma yolundaydı.
                                                                                 Amsterdam, Nisan 2009
                                                                                                                                      
                         --------------------------------------------




23 Temmuz 2017 Pazar

16 Temmuz 2016
İlk gece - MİLLET DARBEYİ PÜSKÜRTTÜ
00.20 - Darbe teşebbüsü var. Halk düşmanı hainler kardeşlerini vuruyor. Teröristler asla kazanamayacak ve en ağır cezalara çarpıtılacaklar. Demokrasi ve millet iradesine inananlar galip gelecek. Derin yapı ve Haşhaşiler tarihin lanetli çöplüğünde yerini alacak.
Türkiyemiz tehdit altındadır. Herkes elinden geleni yapmalıdır. Bu uzun bir gece olacak. Bütün gücümüzle karşı koymalıyız. Sonunda demokrat ve milli güçler kazanacak. Ülkeyi paralelci eşkiyaya teslim etmeyeceğiz.
Korsan bildirilere iltifat etmeyin. Sokağa çıkın.
Meydanlarda toplanalım.
Halk en büyük güçtür.
Bunu gösterme zamanı.
02.57 - Meydanlar halkın iradesiyle dolup taşıyor. TRT haşereden temizlendi. Çetenin dikişleri bir bir sökülüyor.
04.03 - Millet Başkomutan'ı duydu. Silahlı güruh çökertilecek.
07.52 - Halkın da desteğiyle darbe girişimi boşa çıkarıldı. Darbeci subaylar gözaltına alındı.
Millet meydanları beklemeye devam ediyor.
Yeni ve onurlu Türkiye'ye selamlar.

DARBE ve İLK 7 SAATİN TURNUSOL ETKİSİ
Sosyal medyadan muntazam bildiri yapan bazıları 15 Temmuz akşamı 23.00 ile sabah 6.00 arasında sessiz kaldı. Hâlâ öyle yapanları var. Sükût ikrardandır.
Darbenin kontrol altına alındığı belli olduktan sonra ‘Darbeye karşıyız’ yazıları belirmeye başladı. Metinlerde özenle ABD, Neo Con, FETÖ, Londra, Cumhurbaşkanına suikast, Haşhaşi vb. kelimeleri kullanılmadı. Meydanlardaki halkın muhteşem ve gönül burkan maneviyatına da mesafeli durdular.
Dünya Tıp Literatürüne ‘Gezizekâ Sendromu’ terimini hediye eden kesim ‘AK Partinin Oyunu, Tiyatro, Cadı Avı Başladı, Kafası kesilen asker, Demokrasi elden gidiyor’ cinsinden tezvirata başvurdu. Fransa’daki ve ABD’deki OHAL’i görmezden gelerek feryadı figanı bastı.
Bunların en dürüstleri daha baştan darbenin başarısızlığından ötürü duydukları teessürü açıkça ifade etti. İçlerinden bazıları 16 Temmuz Cumartesi gününün ilk saatinde hoparlörlerden 10. Yıl Marşı çalarak darbeyi coşkuyla kutladı.
Kısacası ilk 7 saatte ak basen, kara basen iyice belli oldu.
*
23 Temmuz 2016 - KURTULUŞ ve YENİDEN KURULUŞ MÜCADELEMİZ
Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en büyük terör saldırısıyla karşı karşıya kaldı. Asker üniformalı teröristler Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni bombaladı ve Cumhurbaşkanına suikast düzenledi. Görünürde FETÖ ve androidleri var, ama planı yapan, istihbaratı veren, teröristleri mali olarak destekleyen ABD ve Almanyadır. Bu ikili 45 yıl önce Türkiye’de birlikte darbe egzersizi yapmıştı malum. Bu işten iyi anlıyorlar.
YENİ KURTULUŞ SAVAŞIMIZ 15 Temmuz Cuma günü fiilen başladı.
Çeşitli görüşlerden insanlar ellerinde bayrakları meydanları dolduruyor. Yurt çapında büyük bir çoşku hakim. Var gücümüzle mücadele ederek saldırganlara karşı evelAllah galip gelecek ve YENİDEN KURULUŞ’u gerçekleştireceğiz.
NOT: Hangi görüşten olursanız olun, ya bu onurlu mücadeleden ya da diğer taraftan yanasınız. Bu ağır şartlar altında ahlaken üçüncü bir seçenek mevcut değildir.

*
25 temmuz 2016 –
TANKLARDAN ve GÖNÜLLERDEN EN UZAK NOKTADA: SOL
Darbe öncesinde küçük bir istisnasıyla Türkiye SOL’u, IŞİD’in patronunun iki kardeş kurumu olan FETÖ ve PKK ile aynı hizada, el ele duruyordu. Cumhuriyet Halk Partililer - SOL, 15 Temmuz gecesinde darbeci tanklardan en uzak noktalardaydı. Başlangıçta tencere–tava çalanları, 10. Yıl Marşıyla kutlama yapanları bile oldu. Gönüllerden iyice ırak düştüler.
Kahraman halkımız, milli güçlerimiz Başkomutan’ın arkasında kenetlendi. Cansiperane bir mücadele verildi. Darbe başarısız olunca SOL istemeden ağız ve tavır değiştirdi.
SOL 60 Darbesi’ni kutsadı. Devrim saydı. 80 Darbesi’inde pasif kaldı ve neredeyse kırk yıl mağduriyet türküleri söyledi. 28 Şubatta ise malum suspustu.
Türkiye SOL’u ‘GeziZekâ Sendromu’ teriminin tıp literatürüne kazandırılmasında çok etkin oldu. Bir çapulcu kalkışmasını devrim diye satmaya çalıştı. Böylece tıp literatürüne ‘Sanal Devrim Sendromu’ terimini hediye ettiler.
Kısacası SOL cephesinde bir gelişme yok.



DARBE ve İLK 7 SAATİN TURNUSOL ETKİSİ
Sosyal medyadan muntazam bildiri yapan bazıları 15 Temmuz akşamı 23.00 ile sabah 6.00 arasında sessiz kaldı. Bunu günlerce sürdürenler çıktı. Sükût ikrardandır.
Darbenin savuşturulduğu belli olduktan sonra ‘Darbeye karşıyız’ yazıları belirmeye başladı. Metinlerde özenle ABD, Neo Con, FETÖ, Londra, Cumhurbaşkanına suikast, Haşhaşi vb. kelimeleri kullanılmadı. Meydanlardaki halkın muhteşem ve gönül burkan maneviyatına da mesafeli durdular.
Dünya Tıp Literatürüne ‘Gezizekâ Sendromu’ terimini hediye eden kesim ‘AK Partinin Oyunu, Tiyatro, Cadı Avı Başladı, Kafası kesilen asker, Demokrasi elden gidiyor’ cinsinden tezvirata başvurdu. Fransa’daki ve ABD’deki OHAL’i görmezden gelerek feryadı figanı bastı.
Bunların en dürüstleri daha baştan darbenin başarısızlığından ötürü duydukları teessürü açıkça ifade etti. İçlerinden bazıları 16 Temmuz Cumartesi gününün ilk saatinde hoparlörlerden 10. Yıl Marşı çalarak darbeyi coşkuyla kutladı.
Kısacası ilk 7 saatte ak basen, kara basen iyice belli oldu.
*
KURTULUŞ ve YENİDEN KURULUŞ GECESİ 2 YAŞINDA
Şehit ve Gazilerimizi Minnetle ve Sevgiyle Anıyoruz
Sosyal medyadan muntazam bildiri yapanların önde gelen kimselerin bazıları 16 Temmuz 2016 Cumartesi gününün ilk saatleri ve sabah  aralığında sessiz kaldı. Bunu günlerce sürdürenleri çıktı. Sükût ikrardandır.
Benim Facebook üzerinden ilk kayıtlarım şöyle:
00.20 - Darbe teşebbüsü var. Halk düşmanı hainler kardeşlerini vuruyor. Türkiyemiz tehdit altındadır. Herkes elinden geleni yapmalıdır. Bu uzun bir gece olacak. Bütün gücümüzle karşı koymalıyız. Sonunda demokrat ve milli güçler kazanacak. Korsan bildirilere iltifat etmeyin. Sokağa çıkın.
Meydanlarda toplanalım.
Halk en büyük güçtür.
Bunu gösterme zamanı.
02.57 - Meydanlar halkın iradesiyle dolup taşıyor. TRT haşereden temizlendi. Çetenin dikişleri bir bir sökülüyor.
04.03 - Millet Başkomutan'ı duydu. Silahlı güruh çökertilecek.
07.52 - Halkın da desteğiyle darbe girişimi boşa çıkarıldı. Darbeci subaylar gözaltına alındı.
Millet meydanları beklemeye devam ediyor.
Yeni ve onurlu Türkiye'ye selamlar.

Bu kayıtlara o sırada yazmadığım bir olay var. Gece yarısı bulunduğum yerde birilerinin 10. Yıl Marşı eşliğinde sevinç çığlıkları (Hip Hip Hurra diyenler de vardı) atarak darbeyi kutladıklarına bizzat şahit oldum. Bürokratik vesayet aparatı ellerinden alındığı için zıvanadan çıkmış olan beyaz Türklerdi bunlar. Maalesef Türkiye Cumhuriyeti ve devletimize karşı bir FETÖcü ölçüsünde tehdit dozu taşıyorlar.  

Mürekkep yalamış insanlarımızın, sanatçılarımızın, yazarlarımızın bir kısmı geçen zaman içinde ABD-FETÖ Darbesi testinden kötü puan aldı. Yerli ve Milli duruş sergileyemedi. Emperyalin kontrollüsü ve kullanışlısı olmayı tercih etti. Çok yazık!


Bir yıl böyle geçti. Şimdi sıra ‘Demokrasi Nöbeti’nde.

ENDİŞECİLER






 

Aslı’nın tüm dikkati vitrindeki eflatun renkli çantaya yumulmuştu. Simli deri taklidi çantanın kenar dikişleri, üzerinde ne yazdığını okuyamadığı minik metal markası, fermuarının ona göre sağda kalan çıkıntısı ve iki sapın gövdeye bağlandığı yerdeki metal halkaları, kutsal bir kitap okurcasına saygıyla hürmetle ve batıni bir hayranlıkla seyretmekteydi. Beyin damarlarını genişleten huşu nedeniyle bedeni hafiflemişti sanki. Bir süredir yürümekten acıyıp duran sol topuğunu hissetmez olmuştu. Etiketinde ‘Yarı fiyata indirim darbesi’ yazmaktaydı. Onun altında kırmızı keçe kalemle yazılmış rakam solduğu için fiyatı okuyamıyordu. O solukluktan endişe salgılanmaktaydı. Bu çantayı almak zorundaydı. Parası yetmezse bedbaht olacaktı.
  “Dikkat edin çantanızın fermuarı açık duruyor.”
  O çantaya dokunmak, bağrına basmak, eski çantasındaki her şeyi birer birer hiç acele etmeden içine yerleştirmek hayali, bir çocuğun lunapark özlemi gibiydi. Çocukken lunaparklardan hiç çıkmak istemezdi. Çanta gözünde büyüyerek bambaşka bir anlam kazanmıştı. İçinde yürünecek sokakları, bakınacak mağazaları ve diğer insanları olan bir hacme genişlemişti. Diğer insanları istemiyordu yanında. Kıskanırdı. Çantanın ıssız sokaklarında tek başına dolaşmak istiyordu. 
  “Kapkaççılara dikkat edin hamfendi.”
  Aslı, adeta görünmez telciklerle gözlerine bağlı gibi duran nesneden güçlükle koparak soluna baktı. Orta boylu, fırça bıyıklı, kahverengi kısa saçlı bir adam eliyle fermuarı yarı açık duran çantasını işaret etmekteydi. Siyah pantolon, grimsi mavi bir gömlek giymişti. Kırk başlarında falandı. Yanında göğsüne kayışlarla bağlı su bidonu taşıyan on altı yaşlarında kumral bir delikanlı durmaktaydı. 
  “Ne…  Bir şey mi oldu?”
  “Etrafta kapkaççılar kol geziyor. Çantanızın fermuarı açıktı. Uyarayım dedim hamfendi.”
  Fırça bıyıklı adamın yüzünde güvenilir bir ifade vardı. “Teşekkür ederim.” dedi Aslı gülümseyerek ve çantasının fermuarını kapattı.
  “Bir şey değil.” dedi adam babacan bir ifadeyle. “Susamışınızdır. Biraz su içseniz. Şurada bir kafe var. Biraz oturun. Sol topuğunuzu dinlendirin.”
  Aslı bakışlarını o eflatun çantadan çekince zihni tekrar canlanmıştı. Sol topuğu sızlıyordu gerçekten. Çok da susamıştı. Caddeyi dolduran yığınla insanın varlığını unutmuş gibiydi.
  Bembeyaz dişli, sempatik bakışlı delikanlı diğerinin bir sinyali üzerine plastik bir bardağı suyla doldurdu ve uzattı.
  Aslı teşekkür bile etmeden bardağı aldı ve iki üç yudumda suyu içti. Oh! Ab-ı hayattı valla.
  “İnsan dalıyor. Yeni sezon tabii. Mamulatlar fayrap.”
  Aslı hak verircesine başını salladı. Zihni canlanınca çantadan önce de bir başka vitrinde ayakkabılara daldığını hatırlamıştı. Bordo renkli, yarı yüksek topuklu o muhteşem ayakkabı gözünün önündeydi hâlâ.
  Delikanlı ikinci bardağı doldurunca Aslı hiç itiraz etmeden suyu kana kana içti. Kendini iyi hissetmeye başlamıştı birden.
  Eliyle vitrindeki çantayı işaret etti. “Fiyatı belli değil. Çok almak istiyorum, ama…”
  Adam sol bileğindeki saate baktı. “Siesta şu anda malum. Dükkânların hepsi kapalı. 13.00 ile 16.00 arası. Daha saat iki bile değil. Şöyle bir kafeye gitseniz. Biraz otursanız. Bir çay için. Siesta saatlerinde içecekler ve yiyecekler ücretsizdir. Biraz dinlenseniz.”
  Aslı adamın işaret ettiği yere baktı. Eskiden adını hatırlamadığı bir mağazanın bulunduğu yerde şimdi bir teras vardı. Yeni açılmış olmalıydı. Millet oturmuş çay, kahve içmekteydi. Birden canı sıcak bir çay çekti. Yanına da bir şeyler atıştırsa, hiç de fena olmazdı.
  “Teşekkür ederim.”
  “Bir şey değil efendim.”
  Adam ve yanındaki sucu delikanlı Ağa Camii tarafına doğru yürümeye başlayınca Aslı da Sebile adlı kafeye yöneldi. Sokağa yakın boş masalardan birine oturdu.  Çantasını masanın üstüne bıraktı ve çevresine bakındı. Onun yaşlarında bir kadın altı yaşındaki kızına dondurma yedirmeye çabalamaktaydı. Sarı bukleli, beyaz elbisesinin göğüs kısmında iri bir turuncu leke bulunan kız dondurmasını isteksizce yerken, “Ben oyuncağımı istiyorum. İstiyorum.” diye mızmızlanmaktaydı. Kadınla bakışları karşılaşınca Aslı anlayışla gülümsedi. Kadın da aynı şekilde karşılık verdi.
  “Ne arzu edersiniz efendim?”
  Aslı uzun saçlarını at kuyruğu yapmış genç kıza biraz utangaçlıkla baktı ve “Siesta sırasında ücretsizmiş diye duydum.” dedi. “Çay ve yiyecek bir şeyler.” Çantasını açmaktan korkmaktaydı. O muhteşem eflatun çantayı almak için yeterli parası var mıydı bilmiyordu. Daha doğrusu dükkân açılmadan bunu bilmek istemiyordu. Şimdi çayın mayın ücretini ödemek için cüzdanını çıkarırsa elinde olmadan parasını sayardı. Bunu yapmak istemiyordu. Şu anda değil. Hayallerini kırmadan tutuyordu bilmemek.
  “Evet. Efendim. Sınırsız miktarda sıcak içecek ve peynirli poğaça ısmarlayabilirsiniz. 13.00 ile 16.00 arası böyle. Sonrasında sıcak içecekler 4,5, poğaçaların porsiyonu da 6 liradan işlem görüyorlar.”
  Uzun boylu, ince yapılı, hoş bir kızdı. Yüzünde dalga geçer bir hal yoktu. Saygılı ve anlayışlı bir şekilde bakmaktaydı.
  “Peki çay ve poğaça rica edeyim lütfen.”
  Kız içeri doğru gidince Aslı etrafına bakmaya başladı. Önünden oluk oluk insan geçmekteydi. Herkesin ağzında alışverişle ilgili sözcükler vardı. Falanca filanca marka cep telefonları, giysiler, iç çamaşırları, ayakkabılar vb. Herkes sabırsızlıkla dükkânların açılmasını bekliyordu. Az önce kendisini uyarıp su ikram eden adamı gördü. Yanında sucu delikanlı başörtülü iki yaşlıca kadınla konuşmaktaydı. Onlara bu tarafı işaret etmekteydi. Kadınlardan biri su içiyordu. Yüzlerinden bitkin oldukları belliydi. Tavsiyeye uyup kafe tarafına yürümeye başladılar. Vitrinde iki adet olan eşarpları satın almak istiyordu ikisi de.  Şöyle eşarp, böyle eşarp konuşmalarıyla yanından geçerek içerdeki masalardan birine oturdular. Uzun boyluca, kurşun rengi yazlık pardesülü olanı, “Ya biz burada otururken dükkânlar açılır, bizim eşarplar giderse.” dedi. Tombul arkadaşı daha iyimserdi. “Daha çok zaman var kız. Bacaklarımız dinlensin azıcık. Ayaklarıma kara sular indi Allahıma.”
  Atkuyruklu kız bir tepsiyle çayını ve poğaçaları getirdi ve hızla yeni gelen kadınlara yöneldi. Beyaz porselen çaydanlık, marsık amblemli fincan, kâğıt ambalajlı şeker küpçükleri ve altı nefis görünümlü küçük poğaçacık yüklü bir tabak. Poğaçalardan birini ısırdı. Nefis ötesi bir tat salvosu beynini uyuşturdu adeta. Sabırsızca çiğneyerek yuttu lokmaları. Ücretsiz servis bayağı kaliteliydi.
  Zihninin eflatun renkli çantanın ağır çekiminden sıyrılması böyle gerçekleşti. Poğaçalar onu geçmişe götürdü. Kendini bir mutfakta hamura şekil verirken gördü. Fırın tepsisini yağlamıştı. Mutfakta yalnızdı. Kurabiye yapıyordu. Sonra oradan misafirlere tabaklarla börek, kurabiye ikram ettiği bir yere geçti. Oradan İstiklâl Caddesi’ne döndü. Bir kafede müşterilere hizmet etmekteydi. ‘Ücretsiz. Ücretsiz.’ diyordu. Vitrinler işe el koymaya kalkıştı. O bordo ayakkabıyı gördü. Nasıl derinden istemişti sahip olmayı. Şimdi bir dokunsa, ayağında hissetse, havalı havalı yürüse... Etkisi zayıftı bir şekilde. İradesi bağıntıyı kesti. Ama yine bir vitrinin önündeydi. Altın çerçeveli ametist bir gerdanlık. Harika bir nesneydi. Işığı yansıtan yüzlerin bolluğu mükemmellik ışıyordu. Kristale yeniden kazandırılmış metanet, diyordu içinden bir ses her ne anlama geliyorsa. İradesi iki parçaydı. Ölesiye gerdanlığı isteyen ve diğeri.
  Diğer yan ısrarlıydı. Aslı’nın güdümlenmiş nefsi gerdanlığın hayaline tutunamadı ve koptu. Aslı çayını içer ve kalan poğaçaları yerken o yan iyice etkinleşmişti. Kadın kendini uyuşturucu iğneyle bayıltılmış bir kaplanla aynı kafeste kapalı gibi hissediyordu. Uyu, ayılma yoksa, diyen bir feryadı figan büyümeye başlıyordu içinde. Gül kokusu ve dikenler. Zıt güçler çarpışırlarken beyninde bir ses gürledi.
  Git yüzüne bak. Haydi.
  Aslı atkuyruklu kıza helanın yerini sordu ve kızın parmağıyla işaret ettiği kapıyı açıp kadınlara has bölüme girdi. İçerisi inanılmaz derecede temizdi. Sonra lavabonun üstündeki aynada yüzünü gördü.
  Hoş bir yüzü vardı, ama sandığı kadar genç değildi. Saçları doğal görünümlü bir kahverengiye boyalıydı. Gözlerinin kenarındaki kırışıklar en az 45 diyordu. İnsan kendini genç hisseder, ya da öyle sanardı, ama yaşını unutur muydu?
  Geceyi hatırla şimdi.
  Karanlıkta bir yatak odası gördü. Yazdı. Bir kadın çarşafla örtünmüştü. Yaklaştı. Yüzüne yakından baktı. O’ydu. Aslı’ydı. Kendini izliyordu. Bakışları tekrar aynadaki aksiyle buluşunca ağzı hayretle açıldı.
  Gel beni bul. Sıran geldi.
  Aslı dışarı çıkınca kafeyi bıraktığı gibi bulmanın şaşkınlığını yaşadı. Bu gerçeklik bana ait olamaz duygusu çok baskındı. Eğer kırkbeş yaşındaysa, belki evliydi. Çocukları vardı. Onlar neredeydiler? Neden hatırlayamıyordu. Buraya tek başına alışverişe gelmiş ve kafayı azıcık sıyırmıştı. Bu kadar basit değildi. Hissediyordu.
  Bütün müşteriler kendi âlemlerindeydiler. Dükkânlar açılınca bir koşu  gidip başkaları kapmadan o en çok istedikleri şeyi alacaklardı. Ve inşallah paraları yetecekti. Yoksa meyus olurlardı. Ama daha buna vakit vardı ve  beleş poğaçalar da pek lezzetliydi doğrusu. Aslı geçerken hiçbiri özel bir dikkat yapıştırmadı suretine. Kendi dertlerinin sarmalındaydılar.
  Kalabalık caddeye çıkınca sağına soluna baktı. Ağa Camii ile Taksim Meydanı arasındaki alanda en az bin kişi vardı. Kafede çay kahve beleşti. Bütün dükkânlar kapalıydı. Millet niye sokaklarda deli danalar gibi dolanmaktaydı? Az önce ben de onlardan biriydim diyen yanı bir umutla vitrindeki çantanın, gerdanlığın ya da ayakkabının her düşünceyi soğuran baskın çağrısını bekliyordu; ama bu gerçekleşmiyordu.
  “Eşyanın baskısından sıyrılıyorsunuz.”
  O fırça bıyıklı adam belirmişti yanında. Güler yüzlü sucu da yanındaydı. Delikanlı su rezervini yenilemiş olmalıydı. On litrelik bidon silme doluydu.
  “Ne dediniz?”
  “Adım Haydar Tunçbel. Endişeciyim.”
  “Necisiniz?”
  “Endişeci. İzah edicem. Adınız ne demiştiniz?”
  Aslı soyadını hatırlamadığını farkederek hayretle, “Aslı.” dedi.
  “Soyadım…”
  “Vestiyerde.” dedi Haydar. “İzah edicem.” Delikanlıya döndü ve “Sen biraz burda takıl. Ben hamfendiyle konuşayım.”
  Delikanlı uysalca başını salladı. Dikkati az ileride vitrine bakan kısa etekli genç kızdaydı. Yerinden memnundu yani.
  Aslı, adam yürüyünce ona ayak uydurdu. Taksim Meydanı tarafına yürümeye başladılar. Mor çanta, ametist gerdanlık ve bordo ayakkabı ‘bu son çağrı; yoksa bizi bir daha nah görürsün’ demekteydiler. Sesleri eski güçlerinden çok şey yitirmişti.
  “Etiketlerin cenderesinden sıyrılmaktasınız. Ayılıyorsunuz. Ben de öyleydim bir ara. Aynı sizin gibi. Zihnim serbest kalınca endişeci oldum.”
  “Ne demek bu Allahaşkına?”
  “Benden önce yerini aldığım zat bu sıfatı sarfetmişti. Bana kalsa gözetici falan derdim. Şu gördüğünüz yerdeki insanlara su ikram etmek, biraz dinlenmelerini tavsiye etmek, kapkaççılar için uyarmak gibi işler yaparım.”
  Aslı içini çekerek yan gözle adama baktı. Metin duruşu, kendinden emin halinden etkilenmişti. Bir süredir beynini oyan şeyi sormaya karar verdi.
  “Burası neresi?”
  “Görünüşte İstiklâl caddesi. Ama bir limiti var. Ağa Camii’nden öteye geçilemiyor. Taksim Meydanı’na da çıkılamıyor. Yan sokaklar tamamen kapalı. Öyle duvarla falan değil. Her yer açık. Oradakiler bu tarafa, biz o tarafa geçmeye istek duymuyoruz. İstek bazında bizlere caddenin sadece bu bölümü tahsis edilmiş.”
  Aslı buraya nasıl geldiğini hiçbir şekilde hatırlayamıyordu. “Bunca insan… Nasıl gelmişler?”
  “Valla bilsem!” dedi Haydar. “Ben de sizin gibi önce vitrinlere takılmaktaydım. Tam olarak kaç yaşındayım, nerede oturuyorum, evli miyim, bekâr mıyım hiç bilmiyorum. Tek bildiğim bu siestanın hiç bitmeyeceği.”
  “Nasıl yani?” 
  “Gece de olmayacak. Böyle mavi gökyüzü takılıp kalacak. Ne bir bulut belirecek ne de bir yıldız parıldayacak.”
  Aslı adamın sözlerinin doğruluğunu midesinde buzdan parmaklar şeklinde hissetmekteydi. Kendisi ne kadar zamandır burada olduğunu kestirememekteydi. Aklından öldüm belki de düşüncesi geçti. İnançlı bir yanı vardı. Bulunduğu yeri hiçbir ölüm ötesi merhaleye benzetememekteydi.
  “Şimdi buradan bakınca Taksim Meydanı’nda yürüyen insanlar ve vasıtalar görünüyor, ama yanlarına gidilemiyor.”
  Aslı Taksim Meydanı’ndaki alışıldık bildik curcunaya baktı ve içini çekti.
  “Burası hâlâ İstanbul mu?” dedi Haydar. “Bilmem valla, ama… Bir de… Şöyle bir fikrim var: Biz bir şekilde bölünmüş alanlardan birine tıkıldık. Kim tıktı, Allah bilir. Öldük mü, yoksa rüyada mıyız bilemiyorum. O kafede garsonluk, suculuk, belki de kapkaççılık yaptım. Vitrinlerde deli gibi eşya seyrettim. Tıpkı sizin gibi. Ve Endişeciliğe evrildim. Bu son merhale.”
  Haydar birden durdu ve eliyle bir yeri işaret etti. “Benden önceki Endişeci emekli memur tipli, efendi bir adamdı. Mesut Bey. Altmışı devirmişti. O şuradaki bir kapıdan geçti gitti. Ve yerini ben aldım.”
  Haydar işaret ettiği yer eskiden sütlü tatlıların yendiği iki katlı bir binaydı. Şimdi bu bina görebildiği kadarıyla boştu. Aslı birden İstiklâl Caddesi’nde sayısız kafe ve restoranın siesta sırasında kapanmasındaki saçmalığı iyice kavradı. Ne siestasıydı bu böyle?
  “Bu kapıdan çıktı.”
  “Nereye?”
  “Bilmiyorum. Mesut Bey beni yerine Endişeci tayin etti ve gitti. Şimdi sıra benim.“
  Aslı yerinize kimi tayin ettiniz diye soracakken durakladı. Bu tavrını iyi okumuştu Haydar.
  “Yerimi siz alacaksınız. Kalabalığı dolaşın ve bir sonra ayıkacak şahsı arayın. Ben sizi nasıl buldumsa, siz de onu bulabileceksiniz. Merak etmeyin. Allaha emanet olun.”
  Aslı adamın uzattığı eli rüyada gibi sıktı. Haydar kapıya doğru yürüdü. İttirdi ve içeri girdi. Kapı örtüldü. Aslı’nın eli metal kulba değdiğinde fil kuvvetinde bile olsa kapıyı açamayacağını anladı. Taksim Meydanı tarafına baktı. İçinden hiç o tarafa gitmek gelmiyordu. Sınır gerçekten de hissiyat olarak dizayn edilmişti demek ki.
  Bir çıkış var dopingi acayip bir şeydi diğer yandan. Hızlı adımlarla geriye döndü. Sucu genç bıraktığı yerdeydi. Burnunu vitrine yapıştırmış olan kıza bakmaktaydı hâlâ.
  “Adım Aslı Kardelen. Yeni Endişeci’yim. Beraber çalışacağız.”
  Delikanlı hürmetle gülümsedi. “Adım İsmet, abla. Memnun oldum.”
  Aslı soyadını hatırlayabildiğini saniyeler sonra farkedecekti. Sezgisel bir dürtmeyle beyaz etekli, kestane rengi saçlı kızın vitrinde neye baktığını merak etmişti. Eflatun çantaydı. Onu kimbilir ne kadar zaman esir tutmuş olan nesne kızı da büyülemiş gibiydi. Yanına geldiğini bile farketmemişti. Çok şanslıydı. Kapının anahtarı bu kız olabilirdi pekâlâ. Sol eliyle tuttuğu naylon çanta dip taraftan biraz yırtılmıştı. İçindeki sarı ambalajlı paket görünmekteydi.
  “Bayan, paketiniz yırtılmış.” dedi.
  Kız sözlerini duymamış gibiydi. İkinci kez yineleyince irkilerek başını çevirdi. Kahverengi gözleri dalgındı. Bu kız, anahtarıydı. Seziyordu.
  “Şu anda siestadayız malum.” dedi ve eliyle Sebile kafesini işaret etti.  
  “Biraz dinlenseniz. Size yeni bir torba versinler. Siesta boyunca yiyecek ve içecekler ücretsizdir.“. Yüzüyle bir sinyal verince İsmet memnuniyetle yanına geldi. “Biraz su için. Belki susamışsınızdır.”
  Kız yüzüne minnetle bakıp başıyla onaylayınca İsmet bardağa su doldurup kıza uzattı.
  Aslı derin bir nefes çekip kalabalığa baktı. Acaba o kapının arkasında ne vardı, diye düşündü. Buradan taşan bir şey olmalıydı herhalde. Buradan evrilen bir hayat parçası.
  “Bu çanta. Başkası almaz değil mi?”
 Aslı, “Merak etmeyin daha upuzun saatler boyunca dükkânlar kapalı kalacak.” dedi. Kız içine biraz su serpilmiş durumda kafeye doğru giderken arkasından baktı. Taş çatlasa on sekizinde falandı.
    Aslı o kapıdan korkuyordu, ama eşyaların cazibesine kapılmadan bu alanda tıkılıp kalmak korkunç bir işkence olurdu. O kapının arkasında ne varsa buradan farklı olmalıydı. Belki yatağında uyanacaktı. Hatırlamadığı bir rüyanın rahatsız ediciliğini hissederek... Eğer bu diğer şeyse ona güç yetmezdi zaten. Yani kaybedecek bir şeyi yoktu.   
  Kafeye baktı. Genç kız bir masaya oturmuştu. Sezgileri ahahtarın o demeyi sürdürüyordu. Yemesini içmesini bekleyecek ve sonra ona telepatiyle git, aynada yüzüne bak komutunu yollayacaktı. Eğer kız kendi gibi ayıkırsa Endişecilik postuna sahipliği çok kısa sürecekti.
  Aklında çeşitli olasılıklar cirit atmaya başlamıştı. Çıkış için bir kapı varsa, bir giriş yeri de olmalıydı. ‘Ya o kapının ardında buranın tıpatıp aynı bir hayat kesiti varsa’ düşüncesi çok rahatsız ediciydi. Kapı buradaki varoluşun kurulma yeri, bir çeşit RESET de olabilirdi. O zaman Haydar Tunçbel’in yeniden burada belirmesi gerekirdi.
  Aslı kolunu sertçe çimdirdi ve acının tanıdığı bildiği acılara benzediğini düşünerek rahatladı. Burada bulunan varlığı hakiki bedeniydi. Yaşadığı şeyler garip, ama kendi gerçekliğiyle tutarlıydı. Nasıl çalıştığını kestiremediği bir sisteme dahil edilmişti.
  Az sonra Aslı yanında İsmet, kafenin önünden geçerken genç kızın tabağını silip süpürdüğünü gördü. Denemekten bir şey kaybetmezdi. İçinden kıza git ve yüzüne bak komutunu verdi. Gerisi çorap söküğü gibi gerçekleşti. Kız anahtarıydı. Kısa bir süre sonra adı Serpil olan kızla o malum kapının önünde durmaktaydılar. Kıza bildiği her şeyi anlatmıştı.
  “Ben sizi hızla buluverdim Serpil Hanım.” dedi Aslı. Kızın kafası karışmıştı iyice haklı olarak. İleride memnun memnun sırıtan sucu delikanlıyı işaret etti. “Şimdi ben buradan çıkıp gidince siz de kendi anahtarınızı arayın.” Kızın elini sıktı ve hızlı adımlarla kapıya yaklaştı. Besmele çekerek ağır metal yüzeyi ittirdi ve diğer tarafa ilk adımını attı.

*


  “Bir an seni ortadan silindi sandım.” 19 yıllık kocası Ahmet Kardelen ince bir endişe tabakasının ardından ona bakmaktaydı. Siyah bol tişörtü belindeki yağlanmayı örtüyor, ama beyaz pantolonu kıçını olduğundan büyük göstererek bu etkiyi eksiltiyordu. Yine de 54 yaşında biri olarak cazip bir erkekti. “Önümde yürüyordun. Bir saniye kafamı şuraya çevirip baktım. Sonrasında hiçbir yerde yoktun.”
  İstiklâl Caddesi’nde diğer tarafta kafe olan yerin tam önünde durmaktaydılar. Bu tarafta kafenin yerinde lüks bir butik vardı.
  Aslı sevinçle gür siyah saçları kırlarla yüklü adama gülümsedi. “Hâlâ sırlı biriyim yani?”
  Siyah gözlü adam rahatlamış bir şekilde başıyla onayladı. Aslı inanılmaz bir hızla belleğine kavuşmuştu. 48 yaşındaydı. 17 yaşında bir oğulları vardı. Bir sigorta şirketinde avukatlık yapıyordu. Kocasıyla meslektaştılar.
  “Ahmet sıkıldım ben burdan.” dedi adamın koluna girerek. “Gel Beşiktaş’taki o küçük meyhanemize gidelim.”
  Kocası saatine baktı. “Daha saat beş ya. Cemal ve Sevgi’yle sekiz gibi anlaşmıştık. ”
  “Saatin ne önemi var.” dedi Aslı.
  Adam tamam anlamına omuzlarını silkti. Kurtuluş’ta oturuyorlardı. Günlerden cumartesiydi. Oğulları Yavuz sevgilisiyle Ölü Deniz’e gitmişti. Bu akşam birkaç arkadaşlarıyla birlikte kafayı çekeceklerdi. O yüzden arabayı almamışlardı yanlarına.
  Önce Haydar’ın, ardından kendinin çıktığı kapının önünden geçerken Aslı nefesini tuttu. Mekân sütlü tatlıların yendiği bir yer olmuştu yine. Ayakları hiçbir engelle karşılaşmadan Beşiktaş dolmuşlarının durduğu yere vardılar. On beş yirmi kişilik bir kuyruk vardı. Aslı oraya kadar bir sorun çıkmadığı için bayağı rahatlamıştı.
  “Yürüyelim mi? Yokuş aşağı nasıl olsa.”
  Kocası on dokuz yıllık karısındaki his değişikliğini hissediyor ve bunu gözünün önünde yitip gitmesiyle birleştirince hayra yoramıyordu haklı olarak.
  “Tamam.”
  Az sonra parkın içinden geçerlerken kocası vitrinde gördüğü bir çantadan söz etti. Eflatun renkliydi. Simliydi. Tam onun hoşlanacağı bir modele sahipti. İki gün önce İstiklâl Caddesi’nden yalnız geçerken görmüştü. Eğer beğenirse 20. evlilik yıldönümleri için hediye almak istiyordu. Tam onu işaret edeceği sırada biricik karısı gözünün önünden silinip gitmişti.
  Aslı sözlerinin o küçük cehenneme giriş kapısı olmasından korkuyordu, ama hiçbir şey söylememesi de mümkün değildi. Durdu ve adamın gözlerinin içine baktı.
  “Kafanda bir soru var biliyorum. Senden rica etsem de, bunu bana yarın sabah uyandığımda sorsan. O kadar sabredebilecek misin?”
  Kocası başıyla olumlayınca karı koca kolkola girip yokuşu inmeye devam ettiler. Harika bir ağustos akşamıydı, ama ilerleyen saatlerde ne olacağı belli olmazdı. Masmavi gökyüzünde ilk gri bulutçuk görünmüştü.
                                                      Amsterdam 2009

                             ---------------------------------

Fotoşipşokçular (öykü)





 Cevat Yorulmaz, 66 gün önce 60 yaşına bastığı günün ertesinde, oturma odasındaki divanda uyandığında, önündeki saatlerin hayatını sonsuza dek değiştireceğini bilemezdi. Dün akşam tek kişi için organize ettiği partide çok içmiş ve yatak yerine divanda sızmıştı. Sabah tuvaletin zemini kusuklarla bezeliydi. Gece midesinde ne varsa çıkarmıştı. Defalarca. Ona rağmen başı hâlâ zonklamakta, midesi de yanmaktaydı.
  Üç ay önce 21 yıllık karısından resmen boşanmıştı. Kadın annesine taşınmıştı. Bir yıldır orada kalmaktaydı zaten. Çocukları olmamıştı. İşi de yoktu. Çalıştığı firmadan zoraki emekli edilmişti geçen yıl. 1305 lira emekli maaşıyla. Artık hurdaya atılmış bir mimar eskisiydi. Muntazaman görüştüğü bütün kimseleri, karısının vesilesiyle tanıdığı, kadının yokluğunda belli olmuştu. Su çekilince karaya oturmuş ıskartalık bir sandal gibi tek başına kalıvermişti. Hayatını renklendirmek için yeniden bir şeyler kurması gerekiyordu. Hobi, gezi, yeni bir hayat arkadaşı araştırmaları vb. O günden sonra bunun için hiçbir şey yapmasına gerek kalmamıştı.
  O gün ardı ardına yuttuğu parasetemollere rağmen, beyninde trampet soloları eşliğinde Beşiktaş’da gezinirken, peşin parayla 470 liraya aldığı Niclon Coolpix S 666 model bir fotoğraf makinesi hayatını sonsuza kadar değiştirmişti. Makinenin içinde arzuladığı tüm renkler fazlasıyla mevcuttu. Böylesini hayal bile edemezdi.
  Daha önce bir sürü fotoğraf makinesi edinmişti. Bu farklıydı. Çünkü fotoğrafını çektiği insanların şahsi bilgilerine ulaşabilmekteydi. Bu bilgiler fotoğrafa bakarken kafasına doluşuyordu. İnternetten film indirmek gibi bir şeydi adeta. Çektiği fotoğraflara dizüstü bilgisayarında bakarken hemen hepsinde garip ve şeffaf lekeler olduğunu görünce aynı anda üç makineden de şüphelenmişti. Tefekkür makinesi, yani kafası yerindeydi. Ekran dışında hiçbir yerde o şeffaf şeyleri görmüyordu. Dizüstü de iyi durumdaydı. Sadece o makinenin çektiği filmlerde bir numara vardı. Demek ki hikâye Coolpix S 666’daydı. Tam makineyi aldığı yere götüreceği sırada şeffaf şekillerin ilk sır düğümcüğünü çözüvermişti. 
    Oturduğu apartmanın kapıcısı İsmet sayesinde olmuştu bu. Adamın bir gün önce ricası üzerine resmini çektiğinde sol elinde hafif bir solukluk vardı. Ertesi gün adamın o eli sarılıydı. Kalorifer kazanını onarırken bileğini burkmuştu. Birkaç denemeden sonra Cevat, Coolpix S 666’nın insanların o andaki durumunu ya da yakın geleceğini gösteren bir hassaya sahip olduğunu keşfetmişti. İsmet’in renkli basıcıdan çıkan fotoğrafını çerçeveletmişti sonradan. Bir milattı.
  Şeffaf şekillerin çoğunu da deşifre edebilmişti. Basit ve biraz çocuksu sembollerdi zaten. Cepleri şiş;  paralı ya da para alacak, sevinçli; gülümseme, üzüntülü; iri mahzun gözler, hamile; yanında yürüyen minik şeffaf çocuk, doktor; göğsünde steteskop, kötü; elleri aşırı büyük ve kıllı, eşini aldatan kadın; iki omuzunda sağında solunda erkek yüzleri, eşini aldatan adam keza omuzlarında kadın başlarına sahipti. Öfkelinin gölgesi çimenlik gibi kabarıktı. Hastaların arızalı organlarının üzeri lekeli çıkıyordu. Bir hastahaneye giren çıkan insanların fotoğraflarını çekerek bunu kesinlikle bulgulamıştı. Daha başka şeyler de vardı. Kendini asla soğutturmazlar mevcuttu. Bu kimseler kamerada hiçbir şekilde iz bırakmayanlardı. Yüz hatları da iyi seçilemiyordu. İçine korku salıyordu. Sayıları çok azdı neyse ki.
  Cevat, Beşiktaş’taki o dükkâna gidip Niclon Coolpix S 666 marka fotoğraf makinesi almak istediğini söyleyince satıcı şaşkınlıkla böyle bir markanın mevcut olmadığını söylemişti. Kapıcı İsmet sayesinde makinenin ne denli özel bir aparat olduğunu keşfedince bir yedeğini satın almak istemişti. Bulsa iki yedek bile alırdı, ama yoktu. Hiçbir kimse böyle bir kameranın varlığını bilmiyordu. O gün ona aleti satan genç bayanı da tanımıyorlardı. Burada yıllardır öyle biri çalışmıyor, demişti patron bahsi geçince. O anda Cevat az kalsın sol cebinde duran kamerayı çıkartıp gösterecekken hissi kablel vukuyla bunu yapmamıştı. Gösterirse makine hassasını yitirecek korkusunu iliklerinde hissetmişti. O akşam bakkaldan ekmek almış dönerken kısa boylu, tıknaz yapılı, gür beyaz saçlı bir adam önüne çıkıvermişti. Apartmanın dış kapısının önündeydiler. Kendini tanıştırmış ve telefonla konuşmak istediğini söylemişti. Fotoşipşok ona ait bir terimdi. Niclon Coolpix S 666 ve yakın geleceği muştulayan şeffaf lekeler sözcükleri bütün kapıları açmıştı. Cemal beyde de Niclon Coolpix S 666 bir kamera vardı. Üstelik çok ilginç tezlere sahipti. Emekli fizik öğretmeniydi. O kamerayı aldıktan sonra çalıştığı dersaneden ayrılmıştı. Fotoşipşokçuluk yoğun dikkat ve ilgi isteyen bir uğraştı. Kendi de başka hiçbir şey yapamaz, hatta düşünemez haldeydi. Adam makineyi aynı saatlerde, aynı dükkândan aldığını iddia etmekteydi. Bir seri garabet nedeniyle kolayca reddedebilecek bir şey değildi bu. Adamın telefon numarası yazılı kâğıdı almış ve dairesine çıkar çıkmaz onu aramıştı. Taksideydi. Senden uzaklaşıyorum. Böyle yapmamız lazım. Sezgilerim güçlüdür. Bir makine ikimize bölünmüş ve yine de bütün kalmış şeklinde bir düşüncem var. Makinenin böyle bir hassa kazanmasının sebebi bu bile olabilir. Niclon Coolpix S 666, google’a ilk baktığında yoktu. Şimdi de bazen var, bazen yok, öyle değil mi? Ben yıllarca fizik dersi verdim. O kamerayı aynı yerden, aynı saatte aldık. Birbirimizi görmedik. Piyasada öyle bir kamera yok. O satıcı kız da yok. Dahası makineyi o dükkândan değil başka yerden aldık. Aklımızda o dükkân kaldı. Bunun ne demek olduğunu düşün.
  Fotoşipşokçu olmak muazzam bir artıydı. Cevat kendini yenilenmiş hissetmekteydi. Kendine inanılmaz derecede güveniyordu. Canı hiç sıkılmamaktaydı. Yatağa ne zaman yatarsa yatsın sekiz saat mışıl mışıl uyuyordu. Ne içkiye, ne de uyku ilacına falan gereksinimi kalmıştı. Sıhhati kükrüyordu. Midesindeki ülser kış uykusuna yatmış gibiydi. Ne yerse yesin ağrılı faturalar yollamıyordu. Ömür boyu kontratlı baş ağrıları Okyanusya’daki bir ada ülkesine iltica etmişti sanki. Başı billur gibiydi artık. Sabah kahvaltıdan sonra dışarı çıkıyor akşama kadar sokakları arşınlayarak milletin fotoğrafını çekiyordu. Bazen de içindeki hisse uyarak gece mesaisine kalıyordu. İlk üç hafta böyle geçmişti. Bu arada önceden fotoğrafını çektiği bazı kimseleri bulup yeni durumlarını ölçme aşamasına geçmişti. Bunlardan birisi Atilla adlı bir pavyon kabadayısıydı. Cepleri kabarık, elleri kıllı fotoğrafları, içinde tiksinti ve öfke uyandırmaktaydı.
  Fotoşipşokçuluk pahalı bir hobiydi. Elinde dizüstü bilgisayarla gezerken çeşni için girip çıktığı yerlerde bayağı masraf yapmaktaydı. Günlük yemek, içki, sıcak içecek için yüz lira az geliyordu bazen. Buna ilginç birini takip için bindiği taksiler, metrolar vb. eklenirse rahatça 150 liralık bir ortalamaya ulaşıyordu. İki haftada bankadaki parası tükenmişti. Atilla’ya bir ders vermeyi düşündüğünde kredi kartıyla borç inşa etme dönemine girmişti. Elleri bu kadar kocaman ve kıllı birinden biraz kredi çekmek fena bir fikir değildi. S666 zihni açan bir makineydi. Atilla’yı hiç kıllandırmadan takip edebilmeyi böyle başarmıştı. Adamın az sonra ne yapacağını hissediyordu. Cevat orta boylu, tonton amca tipli, elinde bir dizüstü bilgisayarı taşıyan, iyi giyimli biriydi ayrıca. Adamı ışığı yarım yamalak yanan apartman boşluğunda kafasına önceden tedarik ettiği demir çubukla bayıltmış ve cebindeki şişkinliği söndürmüştü. 18.655 lira ve Parabellum tabanca ganimeti ilaç gibi gelmişti. Yalnız ertesi sabah gazetelerde adamın öldüğünü öğrenince sarsılmıştı. Çok değil, ama biraz. Filmlerde enselerine bu tür darbeleri yiyenler birkaç saat içinde ayağa kalkar ve serüvene kaldıkları yerden devam ederlerdi. Neyse ki, onunla ilgili bir tanık vb. mevcut değildi. Çabucak silmişti Atilla’nın abus suratını vicdan kayıtlarından. Unutuyorsun gereksiz her şeyi. Ben de öyle. Uykum öyle kesif, öyle keyifli derin ki... Vicdan çukurundan gelen seslerin üstü örtülü. Bir zamanlar şiir yazardım. Hobi olarak. Şiirim de o çukurun içinde gömülü artık. Aklımda hep sen varsın. Bazen sokakta ansızın karşına çıktığımı, ya da raslantıyla karşılaştığımızı hayal ederek soğuk terler döküyorum. O gün seni bakkaldan çıkarken gördüğümde hissettiğim duyguyu anlatamayacağım. Kuleden Aşil’le çarpışmak için inen Hektor gibi hissettim kendimi. Sonra düşündüm. Tam öyle değil. Biz iki Hektor’uz. Aşil o makine. O tek ve ölümsüz. Eğer aceleyle evden çıkarken S 666’yı yanına almayı unutmasaydın şu anda bu sözcükleri duyamayacaktın. 
  İkinci vaka yoldaydı. İkinci cinayeti genç karısını sürekli döven bir adamı hizaya getirmek için işlemişti. Moda’da sık sık gittiği Melissa adlı kafeden tanıdığı bir çiftti. Dizüstünün ekranında kadının hüzünlü gözlerine bakarken bir kere bakışları karşılaşmış ve kadın hafifçe gülümsemişti. İşte bu gülümseme tetik olmuştu. Bu defa niyeti bu çok arzu ettiği kadına işkence eden adamın biletini kesmekti. Adamın üç taksisi vardı. Birinde de kendi çalışıyordu.  Feneryolu’nda sabit yeri vardı. Planını ikinci denemesinde uygulayabilmişti. İlk defasında o kadar beklemesine rağmen bir türlü adama denk gelememişti. İkinci kez durağın karşısındaki pidecide otururken avının bir işten geri geldiğini görmüştü. Saat on bire geliyordu. Durakta başka taksi yoktu. Hemen arabaya binmiş Kozyatağı’na gitmek istediğini söylemişti. Yolda bir ara tenha bir ara sokakta durduklarında tek kurşunla ensesinden vurmuş ve arabadan çıkıp gitmişti. Ertesi gün gazete ve televizyon haberlerinden o sokağın sandığı kadar tenha olmadığını anlamıştı. Biri taksi durağındakı uykulu yüzlü şişman adam olmak üzere dört şahit vardı. Dördü de onu farklı farklı tasvir etmekteydi neyse ki. Nasıl bir amansız güç değil mi bizimki? Herkesin düşünce röntgeni elimizde. Ortalıkta suç işliyoruz, kimse doğru dürüst tasvir edemiyor tipimizi? Biliyor musun neden? Çünkü tek bölündü, iki bütün oldu. Sen ve ben esas tiplerimizden sıyrıldık. Beni görmeyi çok istiyorsun. Deneyimlerini paylaşmak için can atıyorsun. Kimseye bir şey anlatamamak çok ağır bir yük. Ben de öyle hissediyorum, ama senle asla bir araya gelemeyiz. Asla. Yegâne görüşmemizde hangi felaketin eşiğinden döndüğümüzü bir bilsen.
  Diğer iki cinayetin kayıtları zihninde bayağı muğlâktı. Birini para için, diğerini sadece kötü biri olduğundan temizlemişti. Parabellum harika iş çıkartmaktaydı. Şimdi İstanbul’da yepyeni bir seri katilden söz edilmekteydi artık. Peşinde polis ve medyadan oluşan bir ordu vardı yani. Bu nedenle işi sağlama bağlamış ve tabancayı ıssız bir kıyıda denize fırlatmıştı. Listesinde yeni kurbanlar belirirse icabına bakacaktı artık. Koskoca metropolde temizlik malzemesi sıkıntısı çekeceğini hiç düşünmüyordu. Ne içindi bütün bunlar Cevat? Evvelsi gün 60 yaşına bastım. Tek başıma ve mutlu. Karım üç yıl önce kanserden öldü. Kızım evli, Kanada’da yaşıyor. Telefon etti bir dakika konuştum. Bir bahaneyle kısa kestim yani. Sesimden bir şey hissetmesinden korktum. Yaşgünümde sevdiğim herkes yanımdaymış gibi mutluydum. Şu Allahın belası makine nedeniyle. Altı kişiyi öldürdüm. Arkası da gelecek. Bu kesin. Sen de benim gibisin. Ne için bütün bunlar? O izi kaydı olmayan asla soğurulamazların işi mi yoksa? Onları bal gibi biliyorsun. Neden şu ana kadar sözünü etmedin? Neden Cevat? Neden?
  Cevat, sayısız kereler o kimselerin kim olabileceğini düşünmüştü. S 666’ın dokunamadığı bir yere ait olmalıydılar. Bunların sayısı çok azdı. Tek tük birine denk geldiğinde yolunu değiştirip uzaklaşıyordu. Bunun dışında Cemal gibi olan biten her şeyi anlamak için kafasını yormuyordu. Kendisine çok özel bir hayat dilimi nasip olmuştu. Bu kadarı yeterliydi. Üç hafta kadar önce karısıyla sokakta tesadüfen karşılaşmışlardı. Kadın ondaki değişikliği, ‘Gençleşmişsin adeta,’ demişti, yeni bir sevgiliye yormuştu. Sevgili vardı gerçekten, ama etten ve kemikten değildi. Bu yeterliydi. Beyninin uzak bir köşesinden işlediği cinayetleri lanetliyen bir ses vardı, ama çok ırak ve takatsızdı. Belki bir test bütün bunlar. O zaman başkaları da olmalı? Olsa hisserderdik ama. Bizler ilkleriz belki. Ne için? Bunu iyi düşünmemiz lazım. Özel yaşamları kemirerek ve insanları telef ederek ne kadar gidebiliriz? O asla soğurulmazlar kimler? Sakın S 666 değil de, sen, ben, biz alet olmayalım? Vicdanı uyuşturulmuş aparatçıklar.
  Cevat, saat tam 17.56’da İstanbul’un aort damarı olan İstiklâl caddesinin Taksim meydanına insan pompaladığı yerdeydi. Cumhuriyet Anıtı’nın resmini çekiyor gibi yaparken gözü heykelin önünde tek başına duran siyah saçlı genç kadındaydı. Kırmızı kazak ve siyah pantolon giymişti. Orta boylu, balıketi kıvamında, hoş bir hatundu. Saatine bakmasından birini beklediği belliydi. Az önce bir kafede resmini çekip bilgisayara yüklediğinde sağ elinin parmakları kanlı çıkmıştı. Bu cinayetti. Kadın yakında bir cana kıyacaktı. Daha önce de böylelerine raslamış, ama izini sürememişti. İçinden bir dürtü arkasından git, bulduğun ilk fırsatta eylemini yapamayacak hale getir diyordu. Dürtü çok güçlü olduğundan kadının niyetinden emin olmalıydı. Hemen alışkın hareketlerle fotoğraf makinesinin kablosunu yanındaki dizüstüne bağladı. Bilgisayarı çalıştırdı. Küçük ekranlı ve hafif bir model olduğu için ayakta durması sorun olmuyordu. Bugün çektiği sekiz, dokuz fotoğrafın altısı kadına aitti. Son iki kareye bakınca hiç şüphesi kalmadı. Kadının ellerindeki kan gerçekti. O halde gerekeni yapacaktı.
  “Demek buradasın Cevat?”
  Cevat bilgisayarı kapatırken üç metre önünde beliren Cemal’i görünce apıştı kaldı. Gözü gibi baktığı dizüstü ellerinden çözüldü ve koruyucu çantasıyla beraber yere düştü. Birkaç saniye önce bağlantı kablosunu söktüğü için fotoğraf makinesi bu durumdan etkilenmemişti.
  “Ne istiyorsun?”
  “Bu işe bir son vermemiz lazım.”
  Cevat’ın aylardır bilinçaltında duran şey yüzeye çıktı. Belki bin defa aynada kendi fotoğrafını çekip incelemek istemiş, ama bundan korkuyla vazgeçmişti. Kendisinde şeffaf bir işaret var mıydı? Varsa ne türdü? Bunu çok merak etmesine rağmen elini bir kutu akrebin arasına daldırmak olacağını sezdiği şeyi yapmamıştı.
  “Bunu yapmak şart mı?”
  Cemal acı acı gülümsedi. “Daha fazla dayanamayacağım Cevat.”
  Cevat,  kırçıllı takım elbise giymiş adamın hislerini çok iyi anlıyordu. Kendisi de aynı şeyi yapmak için yanıp yakılmaktaydı. İki orta yaşlı adam birbirlerini süzerek hazırlıklarını tamamladılar. Civardaki insanların dikkatini henüz çekmemiş olmalıydılar. Kimse durup onları izlemiyordu.
  İkisi de diğerini aynı anda fotoğraf makinesinin ekranında ortaladı. Cevat bütün dikkatini yaptığı işe vermişti. Kalbi yüz metre koşuyorcasına hızlanmıştı. Çevrelerinde ansızın beliren, onlara bakan kimseleri şöyle böyle farkındaydı. Parmağı deklanşöre dokunduğunda hava karanlık olmamasına rağmen flaş bütün gücüyle patladı. Normal bir parlama değildi. Mevcut gün ışığını karartmıştı adeta. Cevat parmakları arasındaki makine yok olunca hayretle Cemal beye baktı. Onun elleri de boştu. Tek boş olan parmakları değildi. Kelimeler de boşalmıştı. Ağzını bir şey söylemek için boşuna açtı. Düşünceleri bir makarna süzgecinden geçen sıvı gibi hızla boşaldı. Gözleri ekranını kararttı. Zihni sus pus oldu. Bilinci bir arı sürüsü gibi bedeninden sıyrıldı ve onları çevreleyen kimselere doğru hızlandı. Bunlar normal insanlar değildi. O asla soğurulmazlardı. Cevat ve Cemal beylerin 66 günlük marifetlerinin kayıtları bu kimseler tarafından hazla soğuruldu.


  NOT: Ertesi gün basın ve yayında tek tük yorumlar çıktı. İki altmışlık arkadaş Cumhuriyet Anıtı’nın önünde saat tam 6’da (18.00’de ya da) kalp krizi geçirerek ölmüştü. Otopsi sonucu beyin kanaması teşhisi konması önemli değildi. Kalp krizi daha etkili oluyordu okurda. Kimse olayı daha fazla kurcalamadı. İstanbul’da beliren seri katil 3. cinayetten sonra inine çekildi falan yazıldı aylar sonra. Bu arada tek ve yegâne S 666, sahip değiştire değiştire hizmet vermeye devam etmekteydi.

Kim şimdi bu aletlerden bir tane edinmek istemez? Hayır diyen elime mum diksin.    


                                                       Amsterdam, Ocak 2011