diğer âlemler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
diğer âlemler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Temmuz 2017 Pazar

ENDİŞECİLER






 

Aslı’nın tüm dikkati vitrindeki eflatun renkli çantaya yumulmuştu. Simli deri taklidi çantanın kenar dikişleri, üzerinde ne yazdığını okuyamadığı minik metal markası, fermuarının ona göre sağda kalan çıkıntısı ve iki sapın gövdeye bağlandığı yerdeki metal halkaları, kutsal bir kitap okurcasına saygıyla hürmetle ve batıni bir hayranlıkla seyretmekteydi. Beyin damarlarını genişleten huşu nedeniyle bedeni hafiflemişti sanki. Bir süredir yürümekten acıyıp duran sol topuğunu hissetmez olmuştu. Etiketinde ‘Yarı fiyata indirim darbesi’ yazmaktaydı. Onun altında kırmızı keçe kalemle yazılmış rakam solduğu için fiyatı okuyamıyordu. O solukluktan endişe salgılanmaktaydı. Bu çantayı almak zorundaydı. Parası yetmezse bedbaht olacaktı.
  “Dikkat edin çantanızın fermuarı açık duruyor.”
  O çantaya dokunmak, bağrına basmak, eski çantasındaki her şeyi birer birer hiç acele etmeden içine yerleştirmek hayali, bir çocuğun lunapark özlemi gibiydi. Çocukken lunaparklardan hiç çıkmak istemezdi. Çanta gözünde büyüyerek bambaşka bir anlam kazanmıştı. İçinde yürünecek sokakları, bakınacak mağazaları ve diğer insanları olan bir hacme genişlemişti. Diğer insanları istemiyordu yanında. Kıskanırdı. Çantanın ıssız sokaklarında tek başına dolaşmak istiyordu. 
  “Kapkaççılara dikkat edin hamfendi.”
  Aslı, adeta görünmez telciklerle gözlerine bağlı gibi duran nesneden güçlükle koparak soluna baktı. Orta boylu, fırça bıyıklı, kahverengi kısa saçlı bir adam eliyle fermuarı yarı açık duran çantasını işaret etmekteydi. Siyah pantolon, grimsi mavi bir gömlek giymişti. Kırk başlarında falandı. Yanında göğsüne kayışlarla bağlı su bidonu taşıyan on altı yaşlarında kumral bir delikanlı durmaktaydı. 
  “Ne…  Bir şey mi oldu?”
  “Etrafta kapkaççılar kol geziyor. Çantanızın fermuarı açıktı. Uyarayım dedim hamfendi.”
  Fırça bıyıklı adamın yüzünde güvenilir bir ifade vardı. “Teşekkür ederim.” dedi Aslı gülümseyerek ve çantasının fermuarını kapattı.
  “Bir şey değil.” dedi adam babacan bir ifadeyle. “Susamışınızdır. Biraz su içseniz. Şurada bir kafe var. Biraz oturun. Sol topuğunuzu dinlendirin.”
  Aslı bakışlarını o eflatun çantadan çekince zihni tekrar canlanmıştı. Sol topuğu sızlıyordu gerçekten. Çok da susamıştı. Caddeyi dolduran yığınla insanın varlığını unutmuş gibiydi.
  Bembeyaz dişli, sempatik bakışlı delikanlı diğerinin bir sinyali üzerine plastik bir bardağı suyla doldurdu ve uzattı.
  Aslı teşekkür bile etmeden bardağı aldı ve iki üç yudumda suyu içti. Oh! Ab-ı hayattı valla.
  “İnsan dalıyor. Yeni sezon tabii. Mamulatlar fayrap.”
  Aslı hak verircesine başını salladı. Zihni canlanınca çantadan önce de bir başka vitrinde ayakkabılara daldığını hatırlamıştı. Bordo renkli, yarı yüksek topuklu o muhteşem ayakkabı gözünün önündeydi hâlâ.
  Delikanlı ikinci bardağı doldurunca Aslı hiç itiraz etmeden suyu kana kana içti. Kendini iyi hissetmeye başlamıştı birden.
  Eliyle vitrindeki çantayı işaret etti. “Fiyatı belli değil. Çok almak istiyorum, ama…”
  Adam sol bileğindeki saate baktı. “Siesta şu anda malum. Dükkânların hepsi kapalı. 13.00 ile 16.00 arası. Daha saat iki bile değil. Şöyle bir kafeye gitseniz. Biraz otursanız. Bir çay için. Siesta saatlerinde içecekler ve yiyecekler ücretsizdir. Biraz dinlenseniz.”
  Aslı adamın işaret ettiği yere baktı. Eskiden adını hatırlamadığı bir mağazanın bulunduğu yerde şimdi bir teras vardı. Yeni açılmış olmalıydı. Millet oturmuş çay, kahve içmekteydi. Birden canı sıcak bir çay çekti. Yanına da bir şeyler atıştırsa, hiç de fena olmazdı.
  “Teşekkür ederim.”
  “Bir şey değil efendim.”
  Adam ve yanındaki sucu delikanlı Ağa Camii tarafına doğru yürümeye başlayınca Aslı da Sebile adlı kafeye yöneldi. Sokağa yakın boş masalardan birine oturdu.  Çantasını masanın üstüne bıraktı ve çevresine bakındı. Onun yaşlarında bir kadın altı yaşındaki kızına dondurma yedirmeye çabalamaktaydı. Sarı bukleli, beyaz elbisesinin göğüs kısmında iri bir turuncu leke bulunan kız dondurmasını isteksizce yerken, “Ben oyuncağımı istiyorum. İstiyorum.” diye mızmızlanmaktaydı. Kadınla bakışları karşılaşınca Aslı anlayışla gülümsedi. Kadın da aynı şekilde karşılık verdi.
  “Ne arzu edersiniz efendim?”
  Aslı uzun saçlarını at kuyruğu yapmış genç kıza biraz utangaçlıkla baktı ve “Siesta sırasında ücretsizmiş diye duydum.” dedi. “Çay ve yiyecek bir şeyler.” Çantasını açmaktan korkmaktaydı. O muhteşem eflatun çantayı almak için yeterli parası var mıydı bilmiyordu. Daha doğrusu dükkân açılmadan bunu bilmek istemiyordu. Şimdi çayın mayın ücretini ödemek için cüzdanını çıkarırsa elinde olmadan parasını sayardı. Bunu yapmak istemiyordu. Şu anda değil. Hayallerini kırmadan tutuyordu bilmemek.
  “Evet. Efendim. Sınırsız miktarda sıcak içecek ve peynirli poğaça ısmarlayabilirsiniz. 13.00 ile 16.00 arası böyle. Sonrasında sıcak içecekler 4,5, poğaçaların porsiyonu da 6 liradan işlem görüyorlar.”
  Uzun boylu, ince yapılı, hoş bir kızdı. Yüzünde dalga geçer bir hal yoktu. Saygılı ve anlayışlı bir şekilde bakmaktaydı.
  “Peki çay ve poğaça rica edeyim lütfen.”
  Kız içeri doğru gidince Aslı etrafına bakmaya başladı. Önünden oluk oluk insan geçmekteydi. Herkesin ağzında alışverişle ilgili sözcükler vardı. Falanca filanca marka cep telefonları, giysiler, iç çamaşırları, ayakkabılar vb. Herkes sabırsızlıkla dükkânların açılmasını bekliyordu. Az önce kendisini uyarıp su ikram eden adamı gördü. Yanında sucu delikanlı başörtülü iki yaşlıca kadınla konuşmaktaydı. Onlara bu tarafı işaret etmekteydi. Kadınlardan biri su içiyordu. Yüzlerinden bitkin oldukları belliydi. Tavsiyeye uyup kafe tarafına yürümeye başladılar. Vitrinde iki adet olan eşarpları satın almak istiyordu ikisi de.  Şöyle eşarp, böyle eşarp konuşmalarıyla yanından geçerek içerdeki masalardan birine oturdular. Uzun boyluca, kurşun rengi yazlık pardesülü olanı, “Ya biz burada otururken dükkânlar açılır, bizim eşarplar giderse.” dedi. Tombul arkadaşı daha iyimserdi. “Daha çok zaman var kız. Bacaklarımız dinlensin azıcık. Ayaklarıma kara sular indi Allahıma.”
  Atkuyruklu kız bir tepsiyle çayını ve poğaçaları getirdi ve hızla yeni gelen kadınlara yöneldi. Beyaz porselen çaydanlık, marsık amblemli fincan, kâğıt ambalajlı şeker küpçükleri ve altı nefis görünümlü küçük poğaçacık yüklü bir tabak. Poğaçalardan birini ısırdı. Nefis ötesi bir tat salvosu beynini uyuşturdu adeta. Sabırsızca çiğneyerek yuttu lokmaları. Ücretsiz servis bayağı kaliteliydi.
  Zihninin eflatun renkli çantanın ağır çekiminden sıyrılması böyle gerçekleşti. Poğaçalar onu geçmişe götürdü. Kendini bir mutfakta hamura şekil verirken gördü. Fırın tepsisini yağlamıştı. Mutfakta yalnızdı. Kurabiye yapıyordu. Sonra oradan misafirlere tabaklarla börek, kurabiye ikram ettiği bir yere geçti. Oradan İstiklâl Caddesi’ne döndü. Bir kafede müşterilere hizmet etmekteydi. ‘Ücretsiz. Ücretsiz.’ diyordu. Vitrinler işe el koymaya kalkıştı. O bordo ayakkabıyı gördü. Nasıl derinden istemişti sahip olmayı. Şimdi bir dokunsa, ayağında hissetse, havalı havalı yürüse... Etkisi zayıftı bir şekilde. İradesi bağıntıyı kesti. Ama yine bir vitrinin önündeydi. Altın çerçeveli ametist bir gerdanlık. Harika bir nesneydi. Işığı yansıtan yüzlerin bolluğu mükemmellik ışıyordu. Kristale yeniden kazandırılmış metanet, diyordu içinden bir ses her ne anlama geliyorsa. İradesi iki parçaydı. Ölesiye gerdanlığı isteyen ve diğeri.
  Diğer yan ısrarlıydı. Aslı’nın güdümlenmiş nefsi gerdanlığın hayaline tutunamadı ve koptu. Aslı çayını içer ve kalan poğaçaları yerken o yan iyice etkinleşmişti. Kadın kendini uyuşturucu iğneyle bayıltılmış bir kaplanla aynı kafeste kapalı gibi hissediyordu. Uyu, ayılma yoksa, diyen bir feryadı figan büyümeye başlıyordu içinde. Gül kokusu ve dikenler. Zıt güçler çarpışırlarken beyninde bir ses gürledi.
  Git yüzüne bak. Haydi.
  Aslı atkuyruklu kıza helanın yerini sordu ve kızın parmağıyla işaret ettiği kapıyı açıp kadınlara has bölüme girdi. İçerisi inanılmaz derecede temizdi. Sonra lavabonun üstündeki aynada yüzünü gördü.
  Hoş bir yüzü vardı, ama sandığı kadar genç değildi. Saçları doğal görünümlü bir kahverengiye boyalıydı. Gözlerinin kenarındaki kırışıklar en az 45 diyordu. İnsan kendini genç hisseder, ya da öyle sanardı, ama yaşını unutur muydu?
  Geceyi hatırla şimdi.
  Karanlıkta bir yatak odası gördü. Yazdı. Bir kadın çarşafla örtünmüştü. Yaklaştı. Yüzüne yakından baktı. O’ydu. Aslı’ydı. Kendini izliyordu. Bakışları tekrar aynadaki aksiyle buluşunca ağzı hayretle açıldı.
  Gel beni bul. Sıran geldi.
  Aslı dışarı çıkınca kafeyi bıraktığı gibi bulmanın şaşkınlığını yaşadı. Bu gerçeklik bana ait olamaz duygusu çok baskındı. Eğer kırkbeş yaşındaysa, belki evliydi. Çocukları vardı. Onlar neredeydiler? Neden hatırlayamıyordu. Buraya tek başına alışverişe gelmiş ve kafayı azıcık sıyırmıştı. Bu kadar basit değildi. Hissediyordu.
  Bütün müşteriler kendi âlemlerindeydiler. Dükkânlar açılınca bir koşu  gidip başkaları kapmadan o en çok istedikleri şeyi alacaklardı. Ve inşallah paraları yetecekti. Yoksa meyus olurlardı. Ama daha buna vakit vardı ve  beleş poğaçalar da pek lezzetliydi doğrusu. Aslı geçerken hiçbiri özel bir dikkat yapıştırmadı suretine. Kendi dertlerinin sarmalındaydılar.
  Kalabalık caddeye çıkınca sağına soluna baktı. Ağa Camii ile Taksim Meydanı arasındaki alanda en az bin kişi vardı. Kafede çay kahve beleşti. Bütün dükkânlar kapalıydı. Millet niye sokaklarda deli danalar gibi dolanmaktaydı? Az önce ben de onlardan biriydim diyen yanı bir umutla vitrindeki çantanın, gerdanlığın ya da ayakkabının her düşünceyi soğuran baskın çağrısını bekliyordu; ama bu gerçekleşmiyordu.
  “Eşyanın baskısından sıyrılıyorsunuz.”
  O fırça bıyıklı adam belirmişti yanında. Güler yüzlü sucu da yanındaydı. Delikanlı su rezervini yenilemiş olmalıydı. On litrelik bidon silme doluydu.
  “Ne dediniz?”
  “Adım Haydar Tunçbel. Endişeciyim.”
  “Necisiniz?”
  “Endişeci. İzah edicem. Adınız ne demiştiniz?”
  Aslı soyadını hatırlamadığını farkederek hayretle, “Aslı.” dedi.
  “Soyadım…”
  “Vestiyerde.” dedi Haydar. “İzah edicem.” Delikanlıya döndü ve “Sen biraz burda takıl. Ben hamfendiyle konuşayım.”
  Delikanlı uysalca başını salladı. Dikkati az ileride vitrine bakan kısa etekli genç kızdaydı. Yerinden memnundu yani.
  Aslı, adam yürüyünce ona ayak uydurdu. Taksim Meydanı tarafına yürümeye başladılar. Mor çanta, ametist gerdanlık ve bordo ayakkabı ‘bu son çağrı; yoksa bizi bir daha nah görürsün’ demekteydiler. Sesleri eski güçlerinden çok şey yitirmişti.
  “Etiketlerin cenderesinden sıyrılmaktasınız. Ayılıyorsunuz. Ben de öyleydim bir ara. Aynı sizin gibi. Zihnim serbest kalınca endişeci oldum.”
  “Ne demek bu Allahaşkına?”
  “Benden önce yerini aldığım zat bu sıfatı sarfetmişti. Bana kalsa gözetici falan derdim. Şu gördüğünüz yerdeki insanlara su ikram etmek, biraz dinlenmelerini tavsiye etmek, kapkaççılar için uyarmak gibi işler yaparım.”
  Aslı içini çekerek yan gözle adama baktı. Metin duruşu, kendinden emin halinden etkilenmişti. Bir süredir beynini oyan şeyi sormaya karar verdi.
  “Burası neresi?”
  “Görünüşte İstiklâl caddesi. Ama bir limiti var. Ağa Camii’nden öteye geçilemiyor. Taksim Meydanı’na da çıkılamıyor. Yan sokaklar tamamen kapalı. Öyle duvarla falan değil. Her yer açık. Oradakiler bu tarafa, biz o tarafa geçmeye istek duymuyoruz. İstek bazında bizlere caddenin sadece bu bölümü tahsis edilmiş.”
  Aslı buraya nasıl geldiğini hiçbir şekilde hatırlayamıyordu. “Bunca insan… Nasıl gelmişler?”
  “Valla bilsem!” dedi Haydar. “Ben de sizin gibi önce vitrinlere takılmaktaydım. Tam olarak kaç yaşındayım, nerede oturuyorum, evli miyim, bekâr mıyım hiç bilmiyorum. Tek bildiğim bu siestanın hiç bitmeyeceği.”
  “Nasıl yani?” 
  “Gece de olmayacak. Böyle mavi gökyüzü takılıp kalacak. Ne bir bulut belirecek ne de bir yıldız parıldayacak.”
  Aslı adamın sözlerinin doğruluğunu midesinde buzdan parmaklar şeklinde hissetmekteydi. Kendisi ne kadar zamandır burada olduğunu kestirememekteydi. Aklından öldüm belki de düşüncesi geçti. İnançlı bir yanı vardı. Bulunduğu yeri hiçbir ölüm ötesi merhaleye benzetememekteydi.
  “Şimdi buradan bakınca Taksim Meydanı’nda yürüyen insanlar ve vasıtalar görünüyor, ama yanlarına gidilemiyor.”
  Aslı Taksim Meydanı’ndaki alışıldık bildik curcunaya baktı ve içini çekti.
  “Burası hâlâ İstanbul mu?” dedi Haydar. “Bilmem valla, ama… Bir de… Şöyle bir fikrim var: Biz bir şekilde bölünmüş alanlardan birine tıkıldık. Kim tıktı, Allah bilir. Öldük mü, yoksa rüyada mıyız bilemiyorum. O kafede garsonluk, suculuk, belki de kapkaççılık yaptım. Vitrinlerde deli gibi eşya seyrettim. Tıpkı sizin gibi. Ve Endişeciliğe evrildim. Bu son merhale.”
  Haydar birden durdu ve eliyle bir yeri işaret etti. “Benden önceki Endişeci emekli memur tipli, efendi bir adamdı. Mesut Bey. Altmışı devirmişti. O şuradaki bir kapıdan geçti gitti. Ve yerini ben aldım.”
  Haydar işaret ettiği yer eskiden sütlü tatlıların yendiği iki katlı bir binaydı. Şimdi bu bina görebildiği kadarıyla boştu. Aslı birden İstiklâl Caddesi’nde sayısız kafe ve restoranın siesta sırasında kapanmasındaki saçmalığı iyice kavradı. Ne siestasıydı bu böyle?
  “Bu kapıdan çıktı.”
  “Nereye?”
  “Bilmiyorum. Mesut Bey beni yerine Endişeci tayin etti ve gitti. Şimdi sıra benim.“
  Aslı yerinize kimi tayin ettiniz diye soracakken durakladı. Bu tavrını iyi okumuştu Haydar.
  “Yerimi siz alacaksınız. Kalabalığı dolaşın ve bir sonra ayıkacak şahsı arayın. Ben sizi nasıl buldumsa, siz de onu bulabileceksiniz. Merak etmeyin. Allaha emanet olun.”
  Aslı adamın uzattığı eli rüyada gibi sıktı. Haydar kapıya doğru yürüdü. İttirdi ve içeri girdi. Kapı örtüldü. Aslı’nın eli metal kulba değdiğinde fil kuvvetinde bile olsa kapıyı açamayacağını anladı. Taksim Meydanı tarafına baktı. İçinden hiç o tarafa gitmek gelmiyordu. Sınır gerçekten de hissiyat olarak dizayn edilmişti demek ki.
  Bir çıkış var dopingi acayip bir şeydi diğer yandan. Hızlı adımlarla geriye döndü. Sucu genç bıraktığı yerdeydi. Burnunu vitrine yapıştırmış olan kıza bakmaktaydı hâlâ.
  “Adım Aslı Kardelen. Yeni Endişeci’yim. Beraber çalışacağız.”
  Delikanlı hürmetle gülümsedi. “Adım İsmet, abla. Memnun oldum.”
  Aslı soyadını hatırlayabildiğini saniyeler sonra farkedecekti. Sezgisel bir dürtmeyle beyaz etekli, kestane rengi saçlı kızın vitrinde neye baktığını merak etmişti. Eflatun çantaydı. Onu kimbilir ne kadar zaman esir tutmuş olan nesne kızı da büyülemiş gibiydi. Yanına geldiğini bile farketmemişti. Çok şanslıydı. Kapının anahtarı bu kız olabilirdi pekâlâ. Sol eliyle tuttuğu naylon çanta dip taraftan biraz yırtılmıştı. İçindeki sarı ambalajlı paket görünmekteydi.
  “Bayan, paketiniz yırtılmış.” dedi.
  Kız sözlerini duymamış gibiydi. İkinci kez yineleyince irkilerek başını çevirdi. Kahverengi gözleri dalgındı. Bu kız, anahtarıydı. Seziyordu.
  “Şu anda siestadayız malum.” dedi ve eliyle Sebile kafesini işaret etti.  
  “Biraz dinlenseniz. Size yeni bir torba versinler. Siesta boyunca yiyecek ve içecekler ücretsizdir.“. Yüzüyle bir sinyal verince İsmet memnuniyetle yanına geldi. “Biraz su için. Belki susamışsınızdır.”
  Kız yüzüne minnetle bakıp başıyla onaylayınca İsmet bardağa su doldurup kıza uzattı.
  Aslı derin bir nefes çekip kalabalığa baktı. Acaba o kapının arkasında ne vardı, diye düşündü. Buradan taşan bir şey olmalıydı herhalde. Buradan evrilen bir hayat parçası.
  “Bu çanta. Başkası almaz değil mi?”
 Aslı, “Merak etmeyin daha upuzun saatler boyunca dükkânlar kapalı kalacak.” dedi. Kız içine biraz su serpilmiş durumda kafeye doğru giderken arkasından baktı. Taş çatlasa on sekizinde falandı.
    Aslı o kapıdan korkuyordu, ama eşyaların cazibesine kapılmadan bu alanda tıkılıp kalmak korkunç bir işkence olurdu. O kapının arkasında ne varsa buradan farklı olmalıydı. Belki yatağında uyanacaktı. Hatırlamadığı bir rüyanın rahatsız ediciliğini hissederek... Eğer bu diğer şeyse ona güç yetmezdi zaten. Yani kaybedecek bir şeyi yoktu.   
  Kafeye baktı. Genç kız bir masaya oturmuştu. Sezgileri ahahtarın o demeyi sürdürüyordu. Yemesini içmesini bekleyecek ve sonra ona telepatiyle git, aynada yüzüne bak komutunu yollayacaktı. Eğer kız kendi gibi ayıkırsa Endişecilik postuna sahipliği çok kısa sürecekti.
  Aklında çeşitli olasılıklar cirit atmaya başlamıştı. Çıkış için bir kapı varsa, bir giriş yeri de olmalıydı. ‘Ya o kapının ardında buranın tıpatıp aynı bir hayat kesiti varsa’ düşüncesi çok rahatsız ediciydi. Kapı buradaki varoluşun kurulma yeri, bir çeşit RESET de olabilirdi. O zaman Haydar Tunçbel’in yeniden burada belirmesi gerekirdi.
  Aslı kolunu sertçe çimdirdi ve acının tanıdığı bildiği acılara benzediğini düşünerek rahatladı. Burada bulunan varlığı hakiki bedeniydi. Yaşadığı şeyler garip, ama kendi gerçekliğiyle tutarlıydı. Nasıl çalıştığını kestiremediği bir sisteme dahil edilmişti.
  Az sonra Aslı yanında İsmet, kafenin önünden geçerken genç kızın tabağını silip süpürdüğünü gördü. Denemekten bir şey kaybetmezdi. İçinden kıza git ve yüzüne bak komutunu verdi. Gerisi çorap söküğü gibi gerçekleşti. Kız anahtarıydı. Kısa bir süre sonra adı Serpil olan kızla o malum kapının önünde durmaktaydılar. Kıza bildiği her şeyi anlatmıştı.
  “Ben sizi hızla buluverdim Serpil Hanım.” dedi Aslı. Kızın kafası karışmıştı iyice haklı olarak. İleride memnun memnun sırıtan sucu delikanlıyı işaret etti. “Şimdi ben buradan çıkıp gidince siz de kendi anahtarınızı arayın.” Kızın elini sıktı ve hızlı adımlarla kapıya yaklaştı. Besmele çekerek ağır metal yüzeyi ittirdi ve diğer tarafa ilk adımını attı.

*


  “Bir an seni ortadan silindi sandım.” 19 yıllık kocası Ahmet Kardelen ince bir endişe tabakasının ardından ona bakmaktaydı. Siyah bol tişörtü belindeki yağlanmayı örtüyor, ama beyaz pantolonu kıçını olduğundan büyük göstererek bu etkiyi eksiltiyordu. Yine de 54 yaşında biri olarak cazip bir erkekti. “Önümde yürüyordun. Bir saniye kafamı şuraya çevirip baktım. Sonrasında hiçbir yerde yoktun.”
  İstiklâl Caddesi’nde diğer tarafta kafe olan yerin tam önünde durmaktaydılar. Bu tarafta kafenin yerinde lüks bir butik vardı.
  Aslı sevinçle gür siyah saçları kırlarla yüklü adama gülümsedi. “Hâlâ sırlı biriyim yani?”
  Siyah gözlü adam rahatlamış bir şekilde başıyla onayladı. Aslı inanılmaz bir hızla belleğine kavuşmuştu. 48 yaşındaydı. 17 yaşında bir oğulları vardı. Bir sigorta şirketinde avukatlık yapıyordu. Kocasıyla meslektaştılar.
  “Ahmet sıkıldım ben burdan.” dedi adamın koluna girerek. “Gel Beşiktaş’taki o küçük meyhanemize gidelim.”
  Kocası saatine baktı. “Daha saat beş ya. Cemal ve Sevgi’yle sekiz gibi anlaşmıştık. ”
  “Saatin ne önemi var.” dedi Aslı.
  Adam tamam anlamına omuzlarını silkti. Kurtuluş’ta oturuyorlardı. Günlerden cumartesiydi. Oğulları Yavuz sevgilisiyle Ölü Deniz’e gitmişti. Bu akşam birkaç arkadaşlarıyla birlikte kafayı çekeceklerdi. O yüzden arabayı almamışlardı yanlarına.
  Önce Haydar’ın, ardından kendinin çıktığı kapının önünden geçerken Aslı nefesini tuttu. Mekân sütlü tatlıların yendiği bir yer olmuştu yine. Ayakları hiçbir engelle karşılaşmadan Beşiktaş dolmuşlarının durduğu yere vardılar. On beş yirmi kişilik bir kuyruk vardı. Aslı oraya kadar bir sorun çıkmadığı için bayağı rahatlamıştı.
  “Yürüyelim mi? Yokuş aşağı nasıl olsa.”
  Kocası on dokuz yıllık karısındaki his değişikliğini hissediyor ve bunu gözünün önünde yitip gitmesiyle birleştirince hayra yoramıyordu haklı olarak.
  “Tamam.”
  Az sonra parkın içinden geçerlerken kocası vitrinde gördüğü bir çantadan söz etti. Eflatun renkliydi. Simliydi. Tam onun hoşlanacağı bir modele sahipti. İki gün önce İstiklâl Caddesi’nden yalnız geçerken görmüştü. Eğer beğenirse 20. evlilik yıldönümleri için hediye almak istiyordu. Tam onu işaret edeceği sırada biricik karısı gözünün önünden silinip gitmişti.
  Aslı sözlerinin o küçük cehenneme giriş kapısı olmasından korkuyordu, ama hiçbir şey söylememesi de mümkün değildi. Durdu ve adamın gözlerinin içine baktı.
  “Kafanda bir soru var biliyorum. Senden rica etsem de, bunu bana yarın sabah uyandığımda sorsan. O kadar sabredebilecek misin?”
  Kocası başıyla olumlayınca karı koca kolkola girip yokuşu inmeye devam ettiler. Harika bir ağustos akşamıydı, ama ilerleyen saatlerde ne olacağı belli olmazdı. Masmavi gökyüzünde ilk gri bulutçuk görünmüştü.
                                                      Amsterdam 2009

                             ---------------------------------

1 Mayıs 2017 Pazartesi

Öte Yer Fotoğrafçısı (öykü)

Öte Yer Fotoğrafçısı


                                                                                                      Koray'a

Öte Yer Fotoğraf Arşivi
1902 ile 2010 arasındaki zaman dilimine ait fotoğraflar. Tanesi sadece 10 TL. Bu dünyadan göçmüş sevdiklerinizin, çocukluğunuzun artık mevcut olmayan mekânları ve geçmişte merak ettiğiniz daha nice kimselerin fotoğrafları için bize başvurun. Milyarlarca fotoğraflık arşivimizden çok memnun kalacaksınız.



  Parmağım kapıya dokunduğunda her an dağılıp gidiverecek ortam beklentim sönüverdi. Kapı yüzeyindeki grimsi mavi boyanın pürtüklü yüzeyi buram buram gerçeklik soluyordu. Sıcak bir yaz sabahında yatakta ter içinde uyanıp bölük pörçük hatırlayacağım bir rüyanın içinde değildim. İşgünüydü. Bankadan öğlene kadar izin almıştım. Sol ayakkabımın burnu hafifçe sıkmaktaydı. Hava sıcaktı. Tansonu iş hanının üçüncü katında kilima milima hak getireydi. Gömleğimin koltukaltında şimdilik ping pong topu büyüklüğünde olan ter lekeciklerinin belirdiğini hissediyordum.
  “Hoşgeldiniz. Kendinizi tanıtır mısınız lütfen.”
  Sıradan bir iş hanından beklemediğim içdüzen nedeniyle şaşırmıştım. Bir sekreter bölmesi, gelenlerin oturması için sandalyeler, dolaplar ve diğer büro aksesuvarlarının hiçbiri mevcut değildi. Altı metreye sekiz metre ebatlarındaki uçuk sarı badanalı bomboş odayı görünce yanlış adrese geldim ya da rüyaya dönüyorum beklentisi oluşmamıştı içimde. İliklerime kadar hissettiğim şey profesyonelce bir ciddiyet ve organize erkin çığlığıydı. Bankada kredi araştırmaları yapan bölümün başı olarak bunu kolayca kestirebilecek biriyim.
  “Adım Kenan. Kenan Kovan. Şeyde çalışıyorum. Biliyor musunuz, burayı çok başka türlü hayal etmiştim.”
  Siyah pantolon, uçuk mavi gömlekli, orta yaşlı adam gülümsedi. “Haklısınız Kenan bey. Arşivimiz yan bölümde. Burayı sadece alımlama ve arzu edilen görsel malzemeyi sergileme yeri olarak kullanıyoruz. Tek kişilik bir müesseseyiz aslında.”
  Kısa kır saçlı, etkileyici yüzlü adamın sözleri ve boş mekândan çok olumlu etkilenmiştim. Asansörle üçüncü kata çıkarken  hissettiğim umutsuzluğumdan hızla sıyrılmaktaydım. Karşımda işinin erbabı biri durmaktaydı. Eğer şansım varsa kalbimin en harlı isteğine karşılık bulabilecektim.
  “Sizi dinliyorum Kenan bey.”
  “Ben… Şey… Çok sevdiğim, bana otuz beş yıl bakmış olan halam geçenlerde öldü. Kendisini çok severdim. İlanınızı görünce, onunla ilgili…”
  “Anlıyorum Kenan bey. En çok bunun için gelinir buraya. Özel bir anı var mı aklınızda?
  Orta boylu, narin yapılı olmasına rağmen vakar ve güç ışıyan adama düşüncelerimi dürüstçe açmaya karar verdim ve “Bu ilanı ilk kez gördüğümde önce şaka sandım. Karıma bile bahsini etmedim, ama telefonla aradım ve sanırım sizle konuştum.”
  “Bendim.”
  “Sonra iş hanında gerçekten bir yeriniz olduğunu görünce hayal kırıklığı yaratacak bir arşiv ya da şarlatanca bir girişimden şüphelendim.”
  “Şu anda peki?”
  “Beklenti çıtam çok daha yüksek, ama… Ama sabah akşam sayılarla, para hareketliliğiyle meşgul olan aklım milyarlık materyal kaynağınızı realize edemiyor.”
  “Anlıyorum Kenan bey. Halanız. Oradan başlayalım. Adı soyadı, doğum tarihi ve en son nerede oturduğunu söyleyin lütfen.”
  Bir çırpıda istenileni yaptım.
  Adam pantolonunun cebinden çıkardığı çakmak büyüklüğündeki siyah bir nesneyi kapının tam karşısındaki duvara yöneltti ve “Şu kimse mi?” dedi.
  Halamı yirmi yaşlarında o sırada ikamet ettiği evin oturma odasında gördüm. Elinde çay bardağı vardı. Ne kadar gençti. Onu bu yaşta hatırlamam mümkün değildi. Daha doğmama yirmi yıl falan vardı. Birkaç eski fotoğrafta gördüklerimden aklımda kalandan çok farklıydı. Kadını böyle genç, kocaman ve inanılmaz netlikte görmek nedeniyle kalbim huşu ile meteroloji balonu gibi genişlemişti. Sözcükler ağzımdan güçlükle dökülüverdi.
  “Evet, ama bu… Bu… Nasıl erişebiliyorsunuz bu fotoğraflara?”
  “Açıklayacağım. Özel bir an talebiniz var mı?”
  Olmaz mıydı? Halamı düşündüm. Okuldan üşümüş, acıkmış, titrer bir şekilde yolda eve gelirken kafamdan geçen güzel dolmanın, yaprak sarmanın, gününe ve mevsimine göre fasulye veya bezelyenin kokusu karşılardı beni. İstediğim tatlı yokluklar içinde bulunup buluşturulmuş yapılmış olur, tüm dertlerim ayakkabılarımla beraber kapının önünde kalırdı.
  “Dokuz ya da on yaşındaydım. Bir gün… Çok acıkmıştım. Canım bezelye çekmişti. Son derslerde hep bunu düşünmekteydim. Konuşmaya gerek kalmayan bir insandı halam. Lisanlar üstüydü diyaloğumuz. Beden dili dersleri veren psikologlar yanında halt etmişti. Kadın dudağımın kıvrılmasından ne olduğunu hemen anlardı. Beni hissetmiş. Düşüncelerimi yani. O gün pırasa pişirecekmiş. Hatta kesmiş iki tanesini. Sonra vazgeçip bezelye yapmış. İçeri girdiğimde ve o kokuyu duyduğumda neredeyse ağlayacaktım. O gün nedense…”
  “Anlıyorum Kenan bey. Şu olmalı.”
  Elimdeki hiçbir fotoğrafta bulamadığım bir derinlikten bakmaktaydım geçmişe. On yaşındaki Kenan masada oturmuştu. Önündeki bezelye tabağı boştu. Yüzü gülüyordu. Halamı profilden görüyordum. Sol yanımda ayakta duruyordu. Yüzünün çevrik olduğu yerde kendi boyunda iki şeffaf yaratık durmaktaydı. Kaşları, gözleri, yüz hatları falan mevcut değildi, ama insan suretliydiler. Halamın çocukluğunun yarısı İstanbul’da, yarısı Eskişehir’de geçmişti. İstanbul’da tanıştığı görünmez arkadaşları, ışık insanlar Eskişehir’e kadar onunla gelmiş, yerleşmiş bir koloni kurmuşlardı. Bir çoğuyla buluğ çağıma dek ben de oynadım. Hiç yaşlanmadılar. Uzun zamandır seslerini duymuyor, yaptıkları küçük şakaları hissetmiyor, geceleri kalkıp onlarla anne ve babamdan gizlice oynamıyordum. Halamın ölümünden sonra yine seslerini duyar gibi oluyordum. İşin garibi onları çoktan unutmuştum. Güncel hayatın, ailemin, bankanın içinde spritüel kimliğimi kaybetmiştim. Ama ölümün şokuyla silkinip hepsini tekrar hatırlar olmuştum. 9 aylık oğlum da bazen sağımdaki, solumdaki boşluğa bakıp gülümsediğinde, odasında biz yokken uyanıp kendi başına kahkahalar atıp oynadığında yakınımda olduklarını hissediyordum. Gözlerim dolmuştu. Uyanıp bütün bunların rüya olduğunu anlamaktan korkuyordum.
  “Bunu nasıl..?” dedim. “Nereden buluyorsunuz bu fotoğrafları?”
  “Tek bir fotoğraf satın alabilirsiniz. Buna talip misiniz?”
  “Evet.”
  “On lira.”
  Cüzdanımı çıkartıp onluk bir banknotu adama uzattım. Parayı alıp pantolonunun cebine tıktı. “Bu sahne belleğinizde canlı duracak.” dedi.
“Aşağı yukarı altı ay kadar. Sonra yavaştan yapıbozum başlayacak. Bu süreç uzun sürer merak etmeyin. Şu anki netlik biraz kaybolur, ama son nefesinize kadar baki kalacak bir alım gerçekleştirdiniz.”
  “Nereden buluyorsunuz bunları? O şeffaf varlıklar? Halamın ışıktan dostlarıydı.”
  “Ata ruhları der bazılarınız. Çevrenizde kıpır kıpırdırlar.”
  “Peki bütün bu görüntüleri nasıl temin ediyorsunuz”
  “Size bir izah borçluyum. Ben bu gerçekliğe çok benzeyen komşu bir evrenden geliyorum. Genetik açıdan pek yabancınız sayılmam, ama kendimizin gerçekleştirdiği değişimler nedeniyle aramızdaki makas epey açıldı. Şöyle izah edeyim. Yan yana duran yüzlerce tünel hayal edin. Ben üç yüzdeyim. Siz birde. Buralarda zaman değişik hızla akıyor. Biz sizden iki yüz yıl kadar ilerideyiz. Size komşu ikinci tüneldekiler şu anda bir iki ay ilerinizi yaşıyorlar. Ben ikinci tünele geçip 1902 ile 2010 yılı arasındaki her ana ve yere gidebilecek bir teknolojiye sahibim. Buraya kadar açık mı?”
  “Ama görünüşünüz pek şey değil.”
  “Tebdil-i suret Kenan bey. Bizim artık tek ve sabit bir görünüşümüz kalmadı. Değişken bir yumağız.”
  Kandırıldığım hissine sahip değildim. Muhatabım doğru söylüyordu. Bu arada sabah akşam bir şeyleri hizaya sokan aklım bir noktayı yakalamıştı.
  “Neden bizim tünelden değil de komşudan alıyorsunuz bu malzemeyi?”
  “Fizik zorunluluk. Sizin tüneldeki geçmişten alınan bir malzemeyi yine size sunmak mümkün, ama çok enerji gerektiren bir iş. Masraflı yani. Bu nedenle en yakındakini tercih ediyorum.”
  Kredi isteyenlere sorduğumuz ilk soruyu düşündüm ve “Peki bunu niçin yapıyorsunuz?”
  “Ben bir girişimciyim.”
  “Kendi dünyanızda bizim onlukların geçeceğini sanmıyorum.”
  Adam gülümsedi. “Öyle tabii. Gelirimi üzerine rakamlar basılı kağıtlardan  değil, izlenen fotoğraflardan temin ediyorum.”
  “Nasıl yani?”
  “Komşu gerçekliğe ait malzeme sizler tarafından izlenince kıvam değiştiriyorlar. Değerleri artıyor. Geleceğin kıymetli antikaları oluyor. Ben bunları depoluyorum. Siz gözleyince malzeme bir çeşit anlam derinliği kazanıyor.”
  Söylediklerini kavramakta zorlanmaya başlamıştım. Adam bunu sezmiş olmalıydı. Sağ eliyle karşı duvarı işaret etti. “Resme dikkatli bakın. Bir şeyler farklı mı?”
  Birden az önce bilinçsizce fark ettiğim bir noktayı keşfedince hayretten dona kaldım. Belleğimde iyice eprimiş bir sahne olmasına rağmen bir şeyi fark etmiştim. Okul üniformamın yakasında beyaz bir kurdele vardı. Yirmi beş yıl önce bazı okullarda çalışkan öğrencilere kurdele takılırdı. Ben iyi bir öğrenciydim, ama hiçbir zaman kurdele takmamıştım. Bitirdiğim ilkokulda böyle bir adet yoktu.
  “Kurdele.” dedim.
  “Örneğin.”
  “Başka bir fark göremiyorum.” dedim.
  “Eski bir anı bu. Çok normal. Gülümsemeniz de farklı. Burada kendi dünyanızdakinden çok daha içten, esrikçe bir hazla gülümsemektesiniz. Bu gülümseme siz izledikten sonra iyice değerlendi. Bir iç içe geçmişlik, yavaş çekimli, sırlı bir devinim kazandı. Dünya zamanıyla 209 yıl sonra bayağı kâr getiren bir sahne olacak. Bizim dünyamız çok değişti. Eskiye özlem var haliyle. Bu tür malzemelere talep giderek artıyor.”
  Bir sessizlik anı oluşunca içimi çekerek bezelye yiyen çocuğa, halama, o şeffaf şeylere baktım. Ayrılma zamanının yakın olduğunu sezmekteydim.
Adam elini uzatınca otomatik olarak aynısını yaptım. Derisi, dokunuşu bilinen insan eli gibiydi.
  “Nasıl diyorsunuz halk dilinde, hakkınızı helal ediyor musunuz? Sizden bir şey aldım ve bir şey verdim. ”
  Başımla onayladım. “Bir şey daha sorucam. Her şeyi açıkça anlattınız. Yakalanmaktan korkmuyor musunuz?”
  Adam ona yakışan bir şekilde gülümsedi yine. İri kahverengi gözleri neşeyle yanmaktaydı. “Masalvari ya da aşırı dünyevi yapılan bilimkurgu filmlerinin etkisindesiniz.” dedi. “Her zihni bir gemi kabul etsek, her istekli için ayrı bir liman mevcut.”
  Minareyi çalan kılıfını hazırlardı. Elde tek bir kanıt bile mevcut değildi. Tansonu iş hanının üçüncü katında yan yana duran kim bilir kaç liman vardı.
  “Tekrar gelmek mümkün mü?”
  “Maalesef. Polaroid bir fotoğraf gibi. Tek kullanımlık bir hat söz konusu.”
  “Ne yapalım. İyi günler.”
  “Hoşça kalın.”
  Kapıya doğru yürüdüm. Eşikte durup arkama baktım. Karşı duvardaki görüntü silinmişti. Adını sormayı ancak şimdi akıl ettiğim adam bıraktığım yerde duruyordu. Kapıyı açıp dışarı çıktım. Hol hatırladığım gibiydi. Tekrar sıcağı ve tozu hissetmeye başlamıştım. Asansöre doğru giderken şişmanca bir kadının dışarı çıktığını gördüm.
  “10 liraya eski fotoğraflar.” dedi. “Eski fotoğrafçı. Bu kat mı?”
  Alacalı bulacalı bir kumaştan şalvarımsı bir pantolon giymiş, takmış takıştırmıştı. Yüzünde iki milimetre kalınlığında fondöten sürülüydü. Esmer tenine iyi giden siklamen rengi ruj sürmüştü. Kırk ortalarında falan olmalıydı. Kilosuna rağmen sıcaktan rahatsız bir hali yoktu.
  “Bu kat. Şu mavi kapı.”
  Kadının ela gözleri hızla ciddi pantolonumu, gömleğimi, saç tıraşımı ve bunlara uygun yüz ifademi süzüp beni kategorize etti.
  “Reklamda denilen şeyler doğru mu? Pul kadar bir şeydi. Tesadüfen gördüm. Milyarlarca fotoğraf. Arşivleri o kadar büyük mü gerçekten?”
  Yüzünde ağzımdan çıkacak söze göre hareket edeceğini belli eden bir ifade belirmişti.
  “Tek kelimeyle muhteşem.” deyip 209 yıl sonra çok kıymetlenecek olan gülüşüme benzer bir ağız hali takındım. Kadının gözlerinin içi gülmüştü. “Tahmin etmiştim.” dedi. “İyi günler.”
  “İyi günler” deyip asansörün kapısını araladım. Eve gidince burada olup bitenlerden tek kelime bile etmeyecektim. Karım beni iyi tanırdı. Çok ısrarla yinelesem söylediklerimin her kelimesine inanırdı. Ama bu sırrı kendime saklayacaktım. Belki oğlum on beş yaşına geldiğinde ikisine birden anlatırdım. Uçsuz bucaksız zaman tünellerinden birinde kıpırtısız duran bir kompartıman kiralamıştım. On liraya üstelik.
  Dışarıdaki günlük hayat denen yere varınca biraz durup debelenen kalabalığı seyrettim. İnsanlar üçüncü kattaki muhteşem şeyden bihaber koşuşturmaktaydılar. Güneş gökyüzünde iyice dik konuma geldiği için sıcak artmıştı. Ensemde boza piştiğini hissederek arabamı park ettiğim yere doğru yürüdüm. Siyah bir Opel geriye çıkışımı çok zorlaştıracak bir şekilde tam dibime park etmişti. Sahibini görmek için boşuna etrafıma bakındım. Dilimin ucunda galiz bir küfür şekillenirken birden kafamda bir şimşek çaktı. Şu anki esrikliğim, aşkın ruh düzeyim, hayatımı kökünden değiştirme arzumun şiddeti altı ay bile sürmeyecek, eski düzenimin çarkında çakılı kalmaya devam edecektim. Hayat böyle bir şeydi. Devinim, merkezine yakın duranları taze kavrulmuş kahve çekirdeği gibi öğütürdü.
  Pul kadar bir şeydi. Tesadüfen gördüm.
  Arabamın kapısını açarken aklım bir kez daha vites büyülttü. Öte Yer Fotoğrafçısının reklamını internette sörf yaparken bulmuştum. O şişman kadın büyük bir ihtimalle gazetede görmüştü. Reklamın rüyalar da dahil her yerde, soluk aldığımız havada bile bulunduğunu düşündüm. Herkes biliyordu o halde. Herkes. Kimse ayrıcalıklı değildi. Herkesin geçmişinde böyle bir anı kompartımanı, bazen çok acımasız, bunaltıcı, tekdüze ve dayanılmaz olan hayata katlanmasını sağlayacak kıymetli bir tebessümü vardı.
                                                                                 Temmuz 2009 Çeşme

                              -----------------------------