Öte Yer Fotoğrafçısı
Öte Yer Fotoğraf Arşivi
1902
ile 2010 arasındaki zaman dilimine ait fotoğraflar. Tanesi sadece 10
TL. Bu dünyadan göçmüş sevdiklerinizin,
çocukluğunuzun artık mevcut olmayan mekânları ve geçmişte merak ettiğiniz daha
nice kimselerin fotoğrafları için bize başvurun. Milyarlarca fotoğraflık
arşivimizden çok memnun kalacaksınız.
Parmağım kapıya
dokunduğunda her an dağılıp gidiverecek ortam beklentim sönüverdi. Kapı
yüzeyindeki grimsi mavi boyanın pürtüklü yüzeyi buram buram gerçeklik
soluyordu. Sıcak bir yaz sabahında yatakta
ter içinde uyanıp bölük pörçük hatırlayacağım bir rüyanın içinde değildim. İşgünüydü.
Bankadan öğlene kadar izin almıştım. Sol ayakkabımın burnu hafifçe sıkmaktaydı.
Hava sıcaktı. Tansonu iş hanının üçüncü katında kilima milima hak getireydi. Gömleğimin
koltukaltında şimdilik ping pong topu büyüklüğünde olan ter lekeciklerinin
belirdiğini hissediyordum.
“Hoşgeldiniz.
Kendinizi tanıtır mısınız lütfen.”
Sıradan bir iş
hanından beklemediğim içdüzen nedeniyle şaşırmıştım. Bir sekreter bölmesi,
gelenlerin oturması için sandalyeler, dolaplar ve diğer büro aksesuvarlarının
hiçbiri mevcut değildi. Altı metreye sekiz metre ebatlarındaki uçuk sarı
badanalı bomboş odayı görünce yanlış adrese geldim ya da rüyaya dönüyorum
beklentisi oluşmamıştı içimde. İliklerime kadar hissettiğim şey profesyonelce
bir ciddiyet ve organize erkin çığlığıydı. Bankada kredi araştırmaları yapan
bölümün başı olarak bunu kolayca kestirebilecek biriyim.
“Adım Kenan.
Kenan Kovan. Şeyde çalışıyorum. Biliyor musunuz, burayı çok başka türlü hayal
etmiştim.”
Siyah
pantolon, uçuk mavi gömlekli, orta yaşlı adam gülümsedi. “Haklısınız Kenan bey.
Arşivimiz yan bölümde. Burayı sadece alımlama ve arzu edilen görsel malzemeyi sergileme
yeri olarak kullanıyoruz. Tek kişilik bir müesseseyiz aslında.”
Kısa kır
saçlı, etkileyici yüzlü adamın sözleri ve boş mekândan çok olumlu
etkilenmiştim. Asansörle üçüncü kata çıkarkenki umutsuzluğumdan hızla
sıyrılmaktaydım. Karşımda işinin erbabı biri durumaktaydı.
“Sizi dinliyorum Kenan bey”
“Ben… Şey… Çok sevdiğim, bana otuz beş yıl
bakmış olan halam geçenlerde öldü. Kendisini çok severdim. İlanınızı
görünce, onunla ilgili…”
“Anlıyorum
Kenan bey. En çok bunun için gelinir buraya. Özel bir anı var mı aklınızda?
Orta boylu,
narin yapılı olmasına rağmen vekar ve güç ışıyan adama düşüncelerimi dürüstçe açmaya
karar verdim ve “Bu ilanı ilk kez gördüğümde önce şaka sandım. Karıma bile bahsini
etmedim, ama telefonla aradım ve sanırım sizle konuştum.”
“Bendim.”
“Sonra iş hanında
gerçekten bir yeriniz olduğunu görünce hayal kırıklığı yaratacak bir arşiv ya
da şarlatanca bir girişimden şüphelendim.”
“Şu anda
peki?”
“Beklenti
çitam çok daha yüksek, ama… Ama sabah akşam sayılarla, para hareketliliğiyle
meşgul olan aklım milyarlık materyal kaynağınızı realize edemiyor.”
“Anlıyorum
Kenan bey. Halanız. Oradan başlayalım. Adı soyadı, doğum tarihi ve en son
nerede oturduğunu söyleyin lütfen.”
Bir çırpıda istenileni
yaptım.
Adam
pantolonunun cebinden çıkardığı çakmak büyüklüğündeki siyah bir nesneyi kapının
tam karşısındaki duvara yöneltti ve “Şu kimse mi?” dedi.
Halamı yirmi
yaşlarında o sırada ikamet ettiği evin oturma odasında gördüm. Elinde çay
bardağı vardı. Ne kadar gençti. Onu bu yaşta hatırlamam mümkün değildi. Daha
doğmama yirmi yıl falan vardı. Birkaç eski fotoğrafta gördüklerimden aklımda
kalandan çok farklıydı. Kadını böyle genç, kocaman ve inanılmaz netlikte görmek
nedeniyle kalbim huşu ile meteroloji balonu gibi genişlemişti. Sözcükler
ağzımdan güçlükle dökülüverdi.
“Evet, ama bu…
Bu… Nasıl erişebiliyorsunuz bu fotoğraflara?”
“Açıklayacağım. Özel bir an talebiniz var mı?”
Olmaz mıydı?
Halamı düşündüm. Okuldan üşümüş, acıkmış, titrer bir şekilde yolda eve gelirken kafamdan
geçen güzel dolmanın yaprak sarmanın, gününe mevsimine göre fasulye veya bezelyenin
kokusu karşılardı beni. İstediğim tatlı yokluklar içinde bulunup buluşturulmuş
yapılmış olur, tüm dertlerim ayakkabılarımla beraber kapının önünde kalırdı.
“Dokuz ya
da on yaşındaydım. Bir gün… Çok acıkmıştım. Canım bezelye çekmişti. Son
derslerde hep bunu düşünmekteydim. Konuşmaya gerek kalmayan bir insandı halam.
Lisanlar üstüydü diyaloğumuz. Beden dili dersleri veren psikologlar yanında halt
etmişti. Kadın dudağımın kıvrılmasından ne olduğunu hemen anlardı. Beni
hissetmiş. Düşüncelerimi yani. O gün pırasa pişirecekmiş. Hatta kesmiş iki
tanesi. Sonra vazgeçip bezelye yapmış. İçeri girdiğimde ve o kokuyu duyduğumda
neredeyse ağlayacaktım. O gün nedense…”
“Anlıyorum
Kenan bey. Şu olmalı.”
Elimdeki
hiçbir fotoğrafta bulamadığım bir derinlikten bakmaktaydım geçmişe. On
yaşındaki Kenan masada oturmuştu. Önündeki Bezelye tabağı boştu. Yüzü
gülüyordu. Halamı profilden görüyordum. Sol yanımda ayakta duruyordu. Yüzünün
çevrik olduğu yerde kendi boyunda iki şeffaf yaratık durmaktaydı. Kaşları,
gözleri, yüz hatları falan mevcut değildi, ama insan suretliydiler. Halamın çocukluğunun
yarısı İstanbul’da, yarısı Eskişehir’de geçmişti İstanbul’da tanıştığı görünmez
arkadaşları, ışık insanlar Eskişehir’e kadar onunla gelmiş yerleşmiş bir koloni
kurmuşlardı. Bir çoğuyla buluğ çağıma dek ben de oynadım. Hiç yaşlanmadılar.
Uzun zamandır seslerini duymuyor yaptıkları küçük şakaları hissetmiyor,
geceleri kalkıp onlarla anne ve babamdan gizlice oynamıyordum. Halamın
ölümünden sonra yine seslerini duyar gibi oluyordum. İşin garibi onları çoktan
unutmuştum. Güncel hayatın, ailemin, bankanın içinde spritüel kimliğimi
kaybetmiştim. Ama ölümün şokuyla silkinip hepsini tekrar hatırlar olmuştum. 9
aylık oğlum da bazen sağımdaki solumdaki boşluğa bakıp gülümsediğinde, odasında
biz yokken uyanıp kendi başına kahkahalar atıp oynadığında yakınımda
olduklarını hissediyordum. Gözlerim dolmuştu. Uyanıp bütün bunların rüya
olduğunu anlamaktan korkuyordum.
“Bunu
nasıl..?” dedim. “Nereden buluyorsunuz bu fotoğrafları?”
“Tek bir
fotoğraf satın alabilirsiniz. Buna talip misiniz?”
“Evet.”
“On lira.”
Cüzdanımı
çıkartıp onluk bir banknotu adama uzattım. Parayı alıp pantolonunun cebine
tıktı. “Bu sahne belleğinizde canlı duracak.” Dedi.
“Aşağı yukarı altı ay kadar. Sonra yavaştan yapıbozum
başlayacak. Bu süreç uzun sürer merak etmeyin. Şu anki netlik biraz kaybolur,
ama son nefesinize kadar baki kalacak bir alım gerçekleştirdiniz.”
“Nereden
buluyorsunuz bunları? O şeffaf varlıklar? Halamın ışıktan dostlarıydı.”
“Ata
ruhları der bazılarınız. Çevrenizde kıpır kıpırdırlar.”
“Peki
bütün bu görüntüleri nasıl temin ediyorsunuz”
“Size bir
izah borçluyum. Ben bu gerçekliğe çok benzeyen komşu bir evrenden geliyorum. Genetik
açıdan pek yabancınız sayılmam, ama kendimizin gerçekleştirdiği değişimler
nedeniyle aramızdaki makas epey açıldı. Şöyle izah edeyim. Yan yana duran yüzlerce
tünel hayal edin. Ben üç yüzdeyim. Siz birde. Buralarda zaman değişik hızla
akıyor. Biz sizden iki yüz yıl kadar ilerideyiz. Size komşu ikinci tüneldekiler
şu anda bir iki ay ilerinizi yaşıyorlar. Ben ikinci tünele geçip 1902 ile 2010
yılı arasındaki her ana ve yere gidebilecek bir teknolojiye sahibim. Buraya
kadar açık mı?”
“Ama
görünüşünüz pek şey değil.”
“Tebdil-i
suret Kenan bey. Bizim artık tek ve sabit bir görünüşümüz kalmadı. Değişken bir
yumağız.”
Kandırıldığım hissine sahip değildim. Muhatabım doğru söylüyordu. Bu arada
sabah akşam bir şeyleri hizaya sokan aklım bir noktayı yakalamıştı.
“Neden
bizim tünelden değil de komşudan alıyorsunuz bu malzemeyi?”
“Fizik
zorunluluk. Sizin tüneldeki geçmişten alınan bir malzemeyi yine size sunmak
mümkün, ama çok enerji gerektiren bir iş. Masraflı yani. Bu nedenle en
yakındakini tercih ediyorum.”
Kredi
isteyenlere sorduğumuz ilk soruyu düşündüm ve “Peki bunu niçin yapıyorsunuz?”
“Ben bir
girişimciyim.”
“Kendi
dünyanızda bizim onlukların geçeceğini sanmıyorum.”
Adam gülümsedi.
“Öyle tabii. Gelirimi üzerine rakamlar basılı kağıtlardan değil, izlenen fotoğraflardan temin ediyorum.”
“Nasıl
yani?”
“Komşu
gerçekliğe ait malzeme sizler tarafından izlenince kıvam değiştiriyorlar. Değerleri
artıyor. Geleceğin kıymetli antikaları oluyor. Ben bunları depoluyorum. Siz
gözleyince malzeme bir çeşit anlam derinliği kazanıyor.”
Söylediklerini kavramakta zorlanmaya başlamıştım. Adam bunu sezmiş
olmalıydı. Sağ eliyle karşı duvarı işaret etti. “Resme dikkatli bakın. Bir
şeyler farklı mı?”
Birden az
önce bilinçsizce fark ettiğim bir noktayı keşfedince hayretten dona kaldım.
Belleğimde iyice eprimiş bir sahne olmasına rağmen bir şeyi fark etmiştim. Okul
üniformamın yakasında beyaz bir kurdela vardı. Yirmi beş yıl önce bazı
okullarda çalışkan öğrencilere kurdela takılırdı. Ben iyi bir öğrenciydim, ama
hiçbir zaman kurdela takmamıştım. Bitirdiğim ilkokulda böyle bir adet yoktu.
“Kurdela.”
Dedim.
“Örneğin.”
“Başka bir
fark göremiyorum.” Dedim.
“Eski bir
anı bu. Çok normal. Gülümsemeniz de farklı. Burada kendi dünyanızdakinden çok
daha içten, esrikçe bir hazla gülümsemektesiniz. Bu gülümseme siz izledikten
sonra iyice değerlendi. Bir iç içe geçmişlik, yavaş çekimli, sırlı bir devinim
kazandı. Dünya zamanıyla 209 yıl sonra bayağı kâr getiren bir sahne olacak.
Bizim dünyamız çok değişti. Eskiye özlem var haliyle. Bu tür malzemelere talep
giderek artıyor.”
Bir
sessizlik anı oluşunca içimi çekerek bezelye yiyen çocuğa, halama, o şeffaf
şeylere baktım. Ayrılma zamanının yakın olduğunu sezmekteydim.
Adam elini uzatınca otomatik olarak aynısını
yaptım. Derisi, dokunuşu bilinen insan eli gibiydi.
“Nasıl
diyorsunuz halk dilinde, hakkınızı helal ediyor musunuz? Sizden bir şey aldım
ve bir şey verdim. ”
Başımla
onayladım. “Bir şey daha sorucam. Her şeyi açıkça anlattınız. Yakalanmaktan
korkmuyor musunuz?”
Adam ona
yakışan bir şekilde gülümsedi yine. İri kahverengi gözleri neşeyle yanmaktaydı.
“Masalvari ya da aşırı dünyevi yapılan bilimkurgu filmlerinin etkisindesiniz.”
Dedi. “Her zihni bir gemi kabul etsek, her istekli için ayrı bir liman mevcut.”
Minareyi
çalan kılıfını hazırlardı. Elde tek bir kanıt bile mevcut değildi. Tansonu iş hanının
üçüncü katında yan yana duran kimbilir kaç liman vardı.
“Tekrar
gelmek mümkün mü?”
“Maalesef.
Polaroid bir fotoğraf gibi. Tek kullanımlık bir hat söz konusu.”
“Ne
yapalım. İyi günler.”
“Hoşçakalın.”
Kapıya
doğru yürüdüm. Eşikte durup arkama baktım. Karşı duvardaki görüntü silinmişti.
Adını sormayı ancak şimdi akıl ettiğim adam bıraktığım yerde duruyordu. Kapıyı
açıp dışarı çıktım. Hol hatırladığım gibiydi. Tekrar sıcağı ve tozu hissetmeye
başlamıştım. Asansöre doğru giderken şişmanca bir kadının dışarı çıktığını
gördüm.
“10 liraya
eski fotoğraflar.” Dedi. “Eski fotoğrafçı. Bu kat mı?”
Alacalı bulacalı bir kumaştan şalvarımsı bir
pantolon giymiş, takmış takıştırmıştı. Yüzünde iki milimetre kalınlığında
fondöten sürülüydü. Esmer tenine iyi giden siklamen rengi ruj sürmüştü. Kırk
ortalarında falan olmalıydı. Kilosuna rağmen sıcaktan rahatsız bir hali yoktu.
“Bu kat.
Şu mavi kapı.”
Kadının
ela gözleri hızla ciddi pantolonumu, gömleğimi, saç traşımı ve bunlara uygun
yüz ifademi süzüp beni kategorize etti.
“Reklamda
denilen şeyler doğru mu? Pul kadar bir şeydi. Tesadüfen gördüm. Milyarlarca
fotoğraf. Arşivleri o kadar büyük mü gerçekten?”
Yüzünde
ağzımdan çıkacak söze göre hareket edeceğini belli eden bir ifade belirmişti.
“Tek
kelimeyle muhteşem.” Deyip 209 yıl sonra çok kıymetlenecek olan gülüşüme
benzediğini sandığım bir ağız hali takındım.
Kadının
gözlerinin içi gülmüştü. “Tahmin etmiştim.” Dedi. “İyi günler.”
“İyi
günler” deyip asansörün kapısını araladım. Eve gidince burada olup bitenlerden
tek kelime bile etmeyecektim. Karım beni iyi tanırdı. Çok ısrarla yinelesem
söylediklerimin her kelimesine inanırdı. Ama bu sırrı kendime saklayacaktım.
Belki oğlum on beş yaşına geldiğinde ikisine birden anlatırdım. Uçsuz bucaksız
zaman tünellerinden birinde kıpırtısız duran bir kompartıman kiralamıştım. On
liraya üstelik.
Dışarıdaki
günlük hayat denen yere varınca biraz durup debelenen kalabalığı seyrettim. İnsanlar
üçüncü kattaki muhteşem şeyden bihaber koşuşturmaktaydılar. Güneş gökyüzünde
iyice dik konuma geldiği için sıcak artmıştı. Ensemde boza piştiğini hissederek
arabamı park ettiğim yere doğru yürüdüm. Siyah bir opel geriye çıkışımı çok
zorlaştıracak bir şekilde tam dibime park etmişti. Sahibini görmek için boşuna
etrafıma bakındım. Dilimin ucunda galiz bir küfür şekillenirken birden kafamda
bir şimşek çaktı. Şu anki esrikliğim, aşkın ruh düzeyim, hayatımı kökünden
değiştirme arzumun şiddeti altı ay bile sürmeyecek, eski düzenimin çarkında
çakılı kalmaya devam edecektim. Hayat böyle bir şeydi. Devinim merkezine yakın
duranları taze kavrulmuş kahve çekirdeği gibi öğütürdü.
Pul kadar bir şeydi. Tesadüfen gördüm.
Arabamın
kapısını açarken aklım bir kez daha vites büyülttü. Öte Yer Fotoğrafçısının
reklamını internette sörf yaparken bulmuştum. O şişman kadın büyük bir ihtimalle gazetede görmüştü.
Reklamın rüyalar da dahil her yerde, soluk aldığımız havada bile bulunduğunu
düşündüm. Herkes biliyordu o halde. Herkes. Kimse ayrıcalıklı değildi. Herkesin
geçmişinde böyle bir anı kompartımanı, bazen çok acımasız, bunaltıcı, tekdüze
ve dayanılmaz olan hayata katlanmasını sağlayacak kıymetli bir tebessümü vardı.
Temmuz 2009 Çeşme
-----------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder