21 Ekim 2020 Çarşamba

DÜŞ ÖKSESİ

 


 

DÜŞ ÖKSESİ

 

  Ayak tabanlarımın kumsala teması, hemen önümde suya doğru kaçışan şu minik yengeç kadar asılsız. Bulutsuz gökyüzü, yeşilin mavinin karışımı kıpırtısız deniz yüzeyi, asabi bebek viyaklamalı martılar, tam tepeden ufka varan yayın yarısında duran güneş de dahil hepsi zihnimin ürünü. Az ilerimde duran şu garip kayalık nedeniyle.

  Kumsal boyunca mevcut olan yegane kayalık bir eşik. Çocukluğumdan beri sayısız defalar yolunu çiğnedim. Denizin içinden tatlı bir eğimle çıkan ve sonra tam kumsala vardığında dikleşerek üç metre boya varan ve sonra beyaz kumlara doğru benzer bir eğimle alçalarak adeta solucan gibi altına dalan dana karaciğeri rengindeki bir yükselti.

  Bu parlak yüzeyli kayalığı ilginç yapan en baskın özelliği içindeki bir buçuk metre enindeki yürüme alanıydı. Ayaklarım ıslak kumlara basarak yürürken iki yanımda dimdik yükselen kahverengi taş kütleyi hissetmek sarsıcı bir deneyimdi. Daha da ilginci bu sekiz metrelik koridorda benim gibi yürüyüşe çıkmış diğer kıyı sakinleriyle karşılaşmamdı. Beş altı kişiden az olmazdı. Herkes yüzünde ciddi bir ifadeyle, birbirine değmemeye çalışarak, selamlaşmadan, hatta göz kontağı da kurmadan geçer giderdi. Çocukluğumda buna tanık olduğumda kendimi yetişkin olarak görürdüm. Kayalık geçitten geçenlerin tamamı kadın ya da erkek yaşlarını fazla belli etmeyen yetişkin kimseler olurdu.

  Geçide gelene kadar kumsalda göz alabildiğine kimseyi görmezdim. Kumluk alan daima boş olurdu. Deniz de teknesiz, yelkensiz ve dalgasız. Diğer yanına hiçbir zaman geçmemiştim.Görünmeyen bir sürü kumsalın kesişme noktası gibiydi bu kayalık geçit. İnterdüşsel merkez ya da rüya viadükü diyeceğim geliyor. Kayalığın içinde attığım son adım beni çoğunlukla bir başka rüyanın mekânına bağlardı. Bu geçitten en son ne zaman geçtiğimi unutmuştum. En az on yıl demekteydi içimden bir ses.

  Taş geçide girdiğimde her zamankinin aksine bir kalabalıkla karşılaşmadım. Bu ilk kez oluyordu. Merakson motorum iyice tur arttırmış durumda yürüdüm ve geçidi tamamlayıp diğer tarafa çıktım. Birkaç metre ötemde beyaz pantolonlu, hasır şapkalı bir adam durmaktaydı. Otuz yaşlarındaydı. Belden yukarısı ve ayakları çıplaktı. Pantolonunun paçalarını kıvırmıştı.

  “Tam vaktinde geldiniz.”

  “Siz de öyle.”

  Çocukluktan beri bu tür kimselerle karşılaştığım için fazladan heyecanlı değildim. Bunlar ister bilinç altımızın ürünü, isterse başka gerçekliklere ait girişimler olsun asla kötücül değillerdi. Çocukken anlattığımda rahmetli anneannem iyi saatte olsunlar şeklinde yorumlardı. Paralel evrenler, kuantum fiziği gibi kavramların ışığında saatler zamanımızda iyice başkalaşmıştı haliyle.

  “Beni taş geçidin diğer ucuna çektiniz.” Diyerek hızla konuya girdim. Her an bu gerçeklikten teyellerim sökülebilirdi. Muhatabımın ağzından laf kopartmak istiyordum. Artık on iki yaşında bir çocuk değildim. Ağzım bir karış açık aval aval bakınma lüksüm yoktu.

  “Çok iyi gördünüz. Şöyle yürüyelim mi biraz?”

  Benim boyumda, buğday tenli sırım yapılı bir adamdı. Adımlarımız birbirine eş yürümeye başladık.

  “Sizi dinliyorum.” Dedim.

  “Ömrünüz boyunca içinde birden fazla seyrettiğiniz rüyalarınızı tasnif edip durdunuz. Bunlardan öykü kalıpladınız. Romanlarınızın sayfalarına kelebek tozu olarak yapıştırdınız. Dahası, bazı duyarlı okurlarınız bunları aynen görebildiler. Görsel miras da bıraktınız sayfalarda yani.”

  Ben süslü anlatıma kurban edilmeyen bazı betimlemelerin yazarın zihnindeki görüntüleri aynen, bir film gibi nakledebildiğini biliyorum. Benle ilişki kurmuş onlarca okurum sayesinde artık bundan yüzde yüz emindim.

  “Rüyalar sadece bilinçaltının, beynin günlük deneyimleri işleyip yorumlamasından ibaret değildir.”

  “Sadede gelin lütfen.” Dedim.

  “Haklısınız. Dünyanızdan değilim. Galaksimizin bu taraflarını epeyce gezmiş tozmuş biri gibi düşünün beni. Şu andaki suretim uyarlanmış halimdir. İntibak sorunu yaratmamak için takdir edersiniz.”

  Korkup altınıza doldurmamanız yerine intibak sorunu demesi komiğime gitmişti.

  “Sonra?”

  Alpha Centauri’denim. Biz sizden farklı bir şekilde evrildik ve şu anda teknolojik olarak yıldızlar arası yolculuk yapabilecek durumdayız. Ben… Nasıl söylesem, sizin serbest girişimci dediğiniz türden bir mesleğe sahibim. Buraya kadar ne diyorsunuz?”

  Alpha Centauri 4,3 ışık yılı mesafede bizimki büyüklüğünde iki güneşli bir gezegenler sistemiydi. Üzerine çok spekülasyon yapılmış bir yerdi. Bütün bunlar pekâlâ zihnimin düş makamındaki bir ürünü olabilirdi.

  “Gelecek vaadediyor öykünüz.”

  “Siz konuştukça burada boşuna bulunmadığımı anlayarak seviniyorum. Devam edeyim. Benim girişimciliğim nedeniyle bu taraflara yolum sıkça düşer. Bazı kalıntıları araştırıyorum. Bunların içinde çok ilginç malzemeler bulunuyor. Dünya yılı cinsinden söylersek 1200 yıl kadar önce bir sistem keşfettik. Bizim bulunduğumuz yeri de kapsayan çok geniş bir alan. Galaksi boyutlarını aştığını düşünmekteyiz. Sonradan bu sistemin bir çeşit posta ağı olduğunu bulguladık. Çok sofistike bir ağ.”

  “Siz kurmadınız yani?”

  “Bizi çok aşan bir yapı. Kuranlar galaksi ölçeğinde bir hat sistemi oluşturmuş. Şifrelenmiş bir kayıt sistemi var. Şu ana kadar çözmeyi başaramadık. Bunu kimler yaptıysa ya çekip başka yerlere gitmişler, ya da bir şekilde tükenip bitmişler. Bizim bilimcilerimiz birinci tezi benimsiyorlar. Arkalarında muhteşem bir ağ bırakıp gitmişler. Bu ağ sayesinde uzay gemileri filan yapmaya gerek kalmadan yolculuk yapmayı başardık. Siz bu düzeyden birkaç yüzyıl geridesiniz sadece. 24. yüzyılda bu ağı keşfedeceğinizi tahmin etmekteyiz.”

  Sıradan bir bilimkurgu-masal karışımı bir şeyler dinliyor gibiydim, ama bir yanım hepsi doğru bunların demekte direnmekteydi. Kumsalın diğer yanını ilk kez görmem üzerimde etkili olmuştu.

  “Bu ağ zihin faaliyetleri gelişkin varlıkların alanlarını taradığında onların düşüncelerini etkiliyor. En başta rüyalarını. Bir köpeğin döllenme zamanı doğada ağaçlara işeyerek ardında kimyasal izler bırakması gibi. Rüyalarda da izler bırakıyor. Ve biz… Ben bu izlerle ilgilenmekteyim.”

  “Yani?”

  “Pul, böcek, kelebek koleksiyoncuları gibi bu düş izlerini de biriktirenler var. Bulması zor. Yerinden çıkartılması başka bir zorluk. Bayağı kıymetli bir meta bizim o taraflarda. Ben bu izleri toplayıp satıyorum. Çok meşakkatli, ama getirisi muazzam.”

  İçimde ilk kez bütün duyduklarımın harfi harfine doğru olmasa bile, gerçeği dile getirdiği duygusu oluşmuştu. “Benden bir şey isteyeceksiniz galiba?” dedim.

  “Evet. Çok yerinde tahmin ettiniz.”

  “Nedir?”

  “Karşılığında size bu cinsten bir kıyak yapacağım. Çok merak ettiğiniz bir şeyi vereceğim.”

  Heyecanlanmıştım. “Önce söyleyin. Mesele nedir?” dedim.

  “Bu sistemi kuranların şifrelerini çözemediğimiz gibi, başka şeyleri de öngöremedik. Posta hattında tuzaklar varmış. Telgrafın tellerine konan kuşlar için. Ökse gibi. Çok berbat bir durum. Eskiden kalma bir önlem. Ev sahipleri çekmiş gitmiş. Evin kapısı aralık duruyor, ama geçerken alarm çalıyor. Bunun gibi bir şey. Sizden ricam beni ökseden kurtarmanız. Neden ben diye düşünüyorsunuz. Sizin gibi düşleri yardımıyla bu hatlarda kısa menzilli de olsa gezinen cinsten biri yapabilir bunu. Formatı uygun 1028 kişi var şu anda dünyanızda yaşayan. Ben sizi seçtim. Size güveniyorum. Karşılığında ben de istediğiniz servisi vereceğim.”

  Neymiş o servis diyeceğim sırada kendimi kırlık bir alanda buldum. Seyrek şekilde bodur ağaçlar bulunan bir yerdi. Yanımda dört kişi vardı. On ile on iki arası çocuklardı benim gibi. İki kız, iki oğlan. Onları sadece bu rüyadan tanımaktaydım. Mahalleden ya da okuldan arkadaşım falan değillerdi. Minik bir tepecikten tahtası iyice koyu kahverengi odunlardan yapılmış bir kulubeye bakmaktaydık. Kapısı sımsıkı örtülü penceresiz bir yapıydı. Tanımıştım haliyle.  Çocukluğumda belki yüz kere kendimi orada bulmuş, ama tepecikten inip kulübeye yaklaşamamıştım. Oysa çocukları oraya getiren ben olmalıydım. Çünkü elimde kendi çizdiğim bir harita vardı. Bir şey rüyayı o aşamada kopartıyor. Asla yokuşu inerek kulubeye yaklaşamıyorduk. Oraya varmak için tırmandığımız yarlar, çamurlara saplanmamız, defalarca yolumuzu kaybetmemiz ve bulmamız boşa gidiyordu. Alfavarlık gerçekti. Bu rüyamı en büyük sırdaşım karım dahil hiç kimseye anlatmamıştım.  

  “Tamam kabul.” Dedim. “Ne yapacağımı söyleyin.”

  “İş basit, ama sorun o değil. Nasıl desem. Kısmen de olsa beni görmek zorunda kalacaksınız. Yoksa neremin yapıştığını asla bulamazsınız.”

  Alfavarlık haliyle insan benzeri bir yapıya sahip  değildi. Aklıma ilk olarak Alien filmindeki yaratık geldi.Tüylerim diken diken olmuştu. Bir örümcekten, yılandan, böceklerden ölesiye korkan insanları düşündüm. Hepsi de dünyevi varlıklardı oysa. Korku midemdeki bir arı kovanı gibiydi şimdi. Vazgeçmek isteyen yanım yeterince güçlü değildi yine de. Ganimet yağmacısı dostum sinir sistemime müdahale etmekteydi sanırım.

  “Ne… Ne zaman başlayacağız?”

  “Hemen şimdi. Eğer isterseniz tabii. Sakinleşin lütfen. Aşırı korkarsanız başarılı olamazsınız. Sonuçta hepimiz tanıdığımız bildiğimiz atomlardan yapılmayız. Siz karbon bazlısınız, biz kükürt. Bir romanınızda elektrona protona büründüm, atom diye göründüm yazmıştınız. Bunu hatırlayın. Yapacak mısınız?”

  “Evet.”

  Sesim çok uzaklardan yankılanır gibi duyulmaktaydı. İşlem başlamıştı bile.

  “Mor ışıltı olan noktalara müdahale edeceksiniz. İki adet. Göreceksiniz şişeden tirbuşonla mantar çekip çıkarmak gibi kolay olacak.”

  Ayaklarımı bastığım kumsal parçası hızla bir başka yapı tarafından kapsanıverdi. Güneş dışarıda kalmıştı. Bir yazar olarak lacivert, kirli sarı ve nefti yeşilin tonlarında oluşan dış zarfı tanımlamak için yeterli sıfata sahip değildim. Organik bir makine dairesindeydim sanki. Bu izahat çok zayıf. Stadyum büyüklüğünde bir hamam böceğinin içinde gibi hissetmekteydim kendimi. Ayaklarım rüyadaki gibi çıplaktı ve organik zemin tarafından çeşitli muamelelere tabii tutulmaktaydı. Yapışma, gıdıklanma, çeşitli noktalardan mini sülüklerin emmesi gibi duyumlar alıyordum. Duyduğum kokuyu betimlemem mümkün değildi. Koku keskinden çok nüfuz ediciydi. Midem bulantı sonatı çalmaktaydı. Öğürmeye başladım ve ne varsa çıkardım. Karnım boştu neyse ki. Çok fazla uzun sürmedi. Öğürtüler bitince ilk adımımı attım. Ayağım sandığım gibi yapışmamıştı. İkinci adımı da atabildim. Her taraftan bir uzantı bedenime değiyordu. Bunlar canlıydı. Derimden etkileniyor gibiydiler. Bazıları hemen geri çekiliyor. Bazıları da hiç tepki vermiyordu. İçeride kaynağı belirsiz ışık da vardı. Üzerinde adım attığım hareketli, titreyen, uzayan, kısalan, eklemlenip, sökülen, geri çekilen; hem biraz kaygan, hem de ağdalı olan zeminde adım atmaya devam ettim. Tavandan sarkan, sağdan soldan üzerime gelip çekilen sayısız çatallı dal gibi şeyler arasında yürüdüm.

  Gördüğüm şeyleri dünyamdan tanıdığım nesnelere pek az benzettiğimi kavradım birden. Daire şeklinde bir uzay gemisi görsem bunu seyrettiğim filmlerdekilere benzetebilirdim. Gördüğüm şeyler beynimin kısmen araladığı bir çözünürlük alanına sızanlardan ibaretti. Diğer duyularımla hissettiklerim de öyleydi. Beynimin çağrışım fonksiyonu çok kifayetsiz çalışmaktaydı.

  Birden ilk hedefimi saptadım. Mor parıltı iki metre ötemdeydi. Yanına vardım Eğilip baktım. İki farklı dalın kaynak noktası gibiydi. Hangi tarafın ökse zemini, hangisinin ganimetçi olduğunu hiçbir şekilde kestiremiyordum. Alt ya da üst konumda olmak çok göreceli bir durumdu. Mor parıltıya dokunmamaya çalışarak iki dal parçasını kavradım. Benim kuvvetim bunu sökmeğe nasıl yeter diye düşünürken mor parıltı azaldı ve sönüverdi. Bu arada güçten de kesilmeye başladığımı hissetmekteydim. Kaslarım seğirmeye başlamıştı. Kesik kesik nefes alarak etrafıma bakındım. İkinci mor ışıltıyı görünce çok sevindim. İşi bitirmek üzereydim. Sonra oraya gidebilmek için nefti yeşilin hakim olduğu kıvamlı bir sıvı birikintisini geçmem gerektiğini anladım. Derinliği ne kadar acaba derken kendimi sıvının içinde buldum. Bütün vücudumun karıncalanması korkunç bir duyguydu. Ağzımı açıp bu iğrenç sıvıyı yutmamak için aşırı gayret göstermekteydim. Ayağım tekrar sert bir şeye değdiğinde gözlerimi yumduğumu farkettim. Karşı kıyıya çıkmıştım bile çoktan.

  İkinci morluğun işini halledip bir an önce bu yabancı cehennemden çıkmak için eğildim ve morluğu söndürdüm. Bu arada harcadığım eforiden başım dönmeye başlamıştı. Şimdi burada bayılırsam halim ne olur diye düşünürken kendimi tekrar kumsalda buldum. Alfavarlık görünürlerde yoktu. Dönüp geriye baktım. Kayalık alan öylesine durmaktaydı. Aramızdaki on metrelik sahil şeritinde sadece benim ayak izlerim vardı.

  Ani bir dürtüyle geriye doğru yürüdüm. O korkunç şey arkamdan gelecekmiş duygusuyla kayalık alana girdim. Yine her zamankinin aksine karşıdan kimse gelmedi. Diğer uç bu defa başka bir yere açılmaktaydı. İşimi başarmıştım ve düş ganimetçisi sözünü tutmuştu.

  İkisi kız, ikisi oğlan ekibim beni bekliyordu. Sol elimle bir kağıt tutmaktaydım. Saman yapraklı bir defterden kopartılmış kağıtta bir harita çiziliydi. X işaretiyle belirtilen yer tatlı bir eğimle alçalan tepeciğin hemen bitimindeydi. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Güneş tam tepeyi azıcık geçmişti. Etrafın bitki örtüsünden o tanıdık Akdeniz kentinin dış semtlerine yakın olduğumuz belliydi. Çocukların ve benim ayakkabılarımızdan, kıyafetimizden altmış başlarında olduğumuzu hemen anlayabiliyordum. O eski rüyaya ait bütün belirtiler doğruydu.

  Aceleci adımlarla yamacı inip kulübenin önüne geldik. Üç metre yüksekliğinde, beş metre eninde, ham tahtadan yapılmış kaba bir yapıydı. Çatısı bazıları ısı farkı nedeniyle kırılmış olan kiremitlerle kaplıydı. Kiremitlerin rengi güneş ışınları nedeniyle solmuştu. Az önce zor şartlar altında yaptığım şeylerin ayrıntılı bilgisi önplandan çekilmişti. Uzaktaki tekinsiz bir soğukluk olarak algılamaktaydım. Kulubeyi bu kadar yakından görmenin heyecanını yaşamaktaydım.

  Kimse davranmayınca grup lideri olarak yapmam gerekli olan şeyi yaptım ve  kilitsiz ve kulpsuz olan kapıyı iktirdim. Kapının tahtasına parmaklarım değdiğinde Borges’in El libro de arena, Kum kitabı adlı kitabındaki Başka Şeyler Daha Var adlı öyküsünü hatırladım. Bu yazarın Howard P. Lovecraft’a ithaf ettiği bir öyküydü. Arjantin taşrasında Casa Colorada adlı bir evin yeni sahibinin bizon başlı, insan vücutlu bir yaratıkla karşılaşmasını konu ediyordu. Bu kapının ardında olan neyse böyle müthiş bir şey değildi belki, ama alâlâde de olamazdı asla. Kapıyı olanca gücümle ittirdim. İyice abandım. Bana mısın bile demedi. Bunu beklemeliydim. Hemen arkamda duran arkadaşlarıma döndüm.

  “Ne yapıcaz?”

  “Bekleyelim burda. Belki biri gelir açar.”

  Bunun diyen saçlarını atkuyruğu yapmış ve iki beyaz kurdela takmış kumral bir kızdı. Küçük kızım bu kızların yaşındaydı iki yıl önce. Çocukları yetişkin gözüyle görmek, ama karşılarında çocuk şeklinde durmak garip bir duyguydu. Deminden beri aklımda olan şeyi sonunda lafa döktüm.

  “Beni nereden tanıyorsunuz?”

  Çocuklar birbirlerine baktılar. Olumsuz anlamda başlarını salladılar.

  “Birbirinizi tanıyor musunuz peki?”

  Dördü de birbirine yabancıydı. Anladığım kadarıyla siyah saçlı oğlan hariç hiçbiri bu şehirde oturmuyordu. Bu hesapça karma bir takımdık. Harita benim elimdeydi, ama tanımadığım bir grubu buraya nasıl sürüklerdim? Demek birbirimizin rüyasında misafir sanatçıydık. Rüya füzyonu diye bir şey vardı o halde. Rüyalar arası geçişkenliğin mümkün olabileceğinin açık seçik bir kanıtıydı.

  “Ben burada beklicem biraz. Siz isterseniz gidebilirsiniz.”

  Çocuklar aralarında bakıştılar ve hızla karar verdiler. Kumral kız sözcüydü. “Biz de kalıcaz. Biraz.” Dedi.

  Biraz sözcüğünün üzerine özellikle basması diğerlerini tebessüm ettirmişti. İçimi çekerek papatya bezeli tepeciğe baktım. Arkasında bir iki kilometre kadar ileride, evim, hayatım ve şu anda çoğu ölmüş olan sevdiklerim vardı. 1963 ya da 1964 yılındaydık. Kendimi çocuk halimde görmek için neler vermezdim.

  Bunları düşünürken bir başka sahneye aktarıldım. Geçiş bayağı yavaş olmuştu. Çıplak ayağım sahile bastığında hâlâ arkadaşlarımı görebilmekteydim. Sonra iyice seyrelip gözden yitip gittiler. On metre ileride duran kayalığa baktım. Deniz solumda olduğuna göre başlangıç noktasındaydım yine.

  Geriye dönersem içinde seyrettiğim düşten kopacak ve yatağımda uyanacaktım. Devam edersem olaylar devam edecekti. Tereddütümü hızla yendim ve kayalığın içinden geçtim. O hasır şapkalı Alfavarlık ilk gördüğüm yerde beni bekliyordu.

  “Geldiniz.” Dedi beni görünce. Yüzü memnuniyetle aydınlanmıştı.

  “Birden fazlasınız. Ökseye yakalanan.”

  “Çok iyi tahmin ettiniz.”

  “Hazırım.” Dedim.

  Alfavarlık gülümsedi. “İlki kadar zor olmayacak.”

  “Küçük arkadaşlarıma söz verdim. O kulübe kapısının arkasında ne varsa birlikte göreceğiz. Merakımızın kurbanıyız.”

  “Sizi bekleyecekler orada.” Dedi.

  “Onlar kaç sefer yaptılar buraya?”

  Ansızın o lanet olası dev böcekimsi makinenin içine girdiğim için Alfavarlığın verdiği cevabı duyamadım. Merak böyle bir şeydi işte. Kediyi öldürürdü belki, ama çocukları ve yazarları ihya ederdi.

                                                                                  Amsterdam - Şubat - 2010                                   

28 Ağustos 2020 Cuma

İLHAM POLİSİ

 

İlham Polisi

 

Öykülerin sayısı dörttür. En eskisi yiğit adamların kuşattığı ve savundukları kalenin öyküsüdür. Saldırganların en ünlüsü Aşil, yazgısının zaferi görmeden ölmek olduğunu bilir.

...

İkincisi, ilkine bağlı olarak bir dönüş yolculuğunun öyküsüdür. Tehlikelerle dolu denizlerde başıboş dolaştıktan ve büyülü adalarda yolundan alıkonduktan sonra İthaka’sına kavuşan Odesüs’ün öyküsü.

Üçüncüsü bir arayışın öyküsü. İason ve Altın Post. ... Geçmişte bütün girişimlerin sonu iyiye varıyordu. Biri yasak altın elmaları aşırıyordu; biri sonunda Graal’ı kazanmayı hak ediyordu. Bugün arayış başarısızlığa uğramaya hükümlüdür. Kaptan Achap balinayı bulur ve balina onu parçalar. James ve Kafka’nın kahramanları yıkımdan başka bir şey umamazlar. Yüreklilik ve inançtan öylesine yoksunuz ki, bundan böyle happy-ending bir reklam dalkavukluğundan öte değil. Cennete inanmamız imkânsız olsa da, olsa olsa Cehenneme belki.

Sonuncusu bir tanrının kurban edilişinin öyküsüdür. Frigya’da Attis kendini sakatlar ve öldürür. Odin, Odin’e sunulmuş olarak, kendi kendine dokuz gece boyunca ağaçtan sarkar ve mızrak yaraları alır; İsa’yı insanlar çarmıha gererler.

Öykülerin sayısı dörttür. Bize kalan zamanda onları anlatmayı sürdüreceğiz, değiştirerek.

J. L. Borges – Dört Çevrim

Gölgeye Övgü kitabından – İletişim yayınları – 1994

 

 

Öykülerin sayısı aslında beştir. Biri Habibullah olan iki inançlı adamın Arabistan yarımadasındaki bir şehirden diğerine göçü, insanı ilk günahtan azade kıldı, meleklerden daha üstün bir mevkiye yüceltti ve kalplere cennete kalkan tövbe gemileri yanaştırdı.

Yazi Meyyın – Beşinci Çevrim

Tahlisiye yayınları - 2006

 

 

  “Sayın yazar iddianameyi okudunuz mu?”

  Bilgisayarımın şeffaf ekranındaki mor bir üçgenin sağ üst kenarından beyaz girip sol alt kenarından rengârenk çıkan yılan amblemine bakarak başımı salladım. “Evet.”

  “Kaynakları kullanmada sahtecilikle suçlanmaktasınız.”

  Bu on bir buçuk yıldır er ya da geç olmasını beklediğim bir şey olduğundan aşırı heyecanlanmamıştım. Hüzündü daha çok hissettiğim. En üst kattayken aniden asansörle mahzendeki çöplüğe indirileceği bildirilen biri olarak bayağı sakin olduğum söylenebilirdi. İniş esnasında çığlık atmayacağım anlamına gelmezdi bu tabii ki.

  “Anlıyorum.”

  “Size sanat ürünü tüketenleri ve sanatçıyı koruma yasası gereği işlem yapmak zorundayım.”

  Dediğim gibi çok uzun zamandır beklediğim bir şeydi. Minareyi çaldığım kılıf, icra ettiğim kumpas yani, çok görkemli bir kurguydu ve dikkati çekmemesi mümkün değildi. Eylemimi bu kadar uzun zaman sürdürebilmem bir mucizeydi. Her an yakalanma korkusuyla soluk alıp vermekteydim yıllardır.

  “Çok usta işi yazılımlar sayesinde, yirmi üç değişik kimse gibi yaparak, gezegenimizin yakın tarihinde benzeri olmayan büyüklükte bir dolandırıcılık suçu işlediniz.”

  “Milyonlarca... Milyonlarca okurumu on yıldan fazla mutlu ettim. Cezam... Cezam neyse çekmeye hazırım.”

  “Kapınızı açın lütfen.”

  Zil sesi bir hayal gibiydi. Bodrum merdivenine bakakaldım. Zil sesi tekrarlanınca bacaklarım hareketlendi.

  Kapıda duran yirmi başlarında kumral bir genç kadındı. Uzun boylu, sırım yapılı, kısa saçlı ve hoş yüzlüydü. İnce deri taklidi bir siyah malzemeden daracık pantolon giymişti. Kısa uçuk sarı süveterinin yakasında Dış Kaynaklı İlham Bürosunun kırmızı renkli minik rozeti vardı. Rozetin alt kısmındaki dört altın yıldızdan en üst dereceden bir memur olduğu belliydi. Bu düzeyden birinin ziyaretime gelmesine şaşırmıştım. Büronun tek yıldızlı bir memuru ve iki tevkif elemanıydı beklediğim.

  “Adım Remir. Remir Bere. Beni içeri davet etmeyecek misiniz?”

  “Buyrun. Sizi birden böyle...”

  Bugün olağandışı bir gündü. Hiç yapmadığım bir şeyi yaparak kadını bodruma davet ettim. Battı balık yan giderdi. İlham jeneratörü adını verdiğim yeri son gören kimse altı ay önce hava motosikleti kazasında ölerek beni terk eden karımdı. Üç, beş yakın arkadaşım ve geçen yıl genç sevgilisiyle Okyanusya’daki küçük bir adaya göçmüş olan annem bile denize bakan büyük çalışma odamı kaptan köşkü zannetmekteydi.

  “Demek burası?”

  Karşımda oturan kadının ne yüzünde ne de sesinde alaycı bir ifade vardı. Tam tersine takdir hali diyeceğim bir ışımaya sahipti sanki. Ne de olsa son on yılın en büyük dış kaynaklı ilham dolandırıcısıydım. Bakışları dev çizelgelerimi, boş bıraktığım duvara 128 etkin ekran açabilen optik bilgisayarımı, kâğıt üstüne basılı kitaplarımı, duvarlara yapıştırılmış sayısız elektronik çağrışım kartını usulca yalamaktaydı. Her gün böyle bir yeri ziyarete gidiyor gibi rahat davranıyordu.

  “Size ne ikram edebilirim?”

  “Çok kalmıycam. Bir başka zaman belki.”

  Belki kelimesi, Bach’ın re minör tocatta ve füg’ünün başlangıç melodisi kadar şaşırtıcı bir sarsıntı yaratmıştı içimde. Fettancaydı çünkü.

  “Anlıyorum.”

  Aslında bir şey anladığım yoktu. Etrafa bakınan bu hoş ve seksi kadının burada olması için aklıma tek bir neden bile gelmemekteydi. Küçük parmağını oynatmasıyla en az iki yıl hapis yatacak ve beyin operasyonuna tabi tutularak ömür boyu yaratıcılık besleyici kanallara kapalı hale getirilecektim. Bu benim için ölmeye eşdeğer bir şeydi. Yazamamakla soluk alamamak arasında bir fark yoktu kitabımda.

  “Bildiğiniz gibi Dünya Edebiyat Loncası’na kayıtlı bir yazarın dış kaynaklı malzeme kullanma kotası mevcut kaynağın 10 milyonda biridir.”

  “Ama loncaya kayıtlı 3 milyon yazar var. Bunların sadece yüzde biri gerçek anlamda aktif. En iyimser tahminle de aktiflerin onda biri edebiyatla meşgul. Bu durumda neden 10 milyonda bir? Gelecek sanatçılara açık alan tutma savını geçin bir kalem. Sanatçı sayısı her yıl yüzde altı, sanat tüketiciliği de yüzde sekiz geriliyor istatistiklere göre. Ruhen çürümekteyiz yavaştan.”

 “Siz yılda ortalama 514 puanlık malzeme kullandınız.” dedi genç kadın teknik verilerime aldırışsız. Kaç yaşındaydı acaba? Taş çatlasa 22 falan görünmekteydi. “İzin verilen azami miktarın 26 puan olduğu düşünülürse. Neredeyse yirmi misli fazla kapasite kullandınız. Bunu yapabilmek için değişik isimlerle bir sürü sahte başvuru ayarladınız. Yakın arkadaşlarınıza belli etmeden onların mesleki bilgilerini ve nüfuzlarını istismar ettiniz.”

  “Ne uğruna ama? Para mı? Tek kişilik şöhret için mi? 23 değişik isimle yayınladım öykülerimi. Neredeyse her biri için farklı bir üslup geliştirmem ve aynen sürdürmem gerekti.”

  Oluşan sessizlikte bu kadar üst düzeyden ve üstelik fena halde hoşuma giden cinsi latif bir memurun tek başına ziyaretime gelmesini hayra yormama yol açacak bir şeyler vardı. Sözlerim gerçeği yansıtmaktaydı. Yedi milyarlık nüfusun çok az miktarı edebiyatla ilgiliydi. Yazarlar gibi okurlar da azalmıştı. İnternet iki binli yılların ilk on yılındaki yoğun ilgiyi biraz yitirmişti. Suriyeli bir yazarın deyimiyle yarı sanal insanlar yarı gerçek kırları keşfetmekteydiler. Bunda bir derece haklıydı. İnsanları internetten soğutan nedenler çeşitliydi. Giderek artan enformasyon kirliliği ve sinsice yasaklamalar en başta gelmekteydi. Hastalık yapıcı baz istasyonlarına ve abone ücretine gerekmeyen telepati çiplerinin de en geç beş yıl içinde popüler olması beklenmekteydi. Bu defa kırlardan geri dönüş yoktu yani.   

  “Dış kaynaklı ilhamlarla ilgili yasalar çok kesindir. Yazar sayısına bakılmaz biliyorsunuz.”

  İçimi çekerek başımı salladım. “Öyle.”

  Dış kaynaklı sözü aslında yanıltıcıydı. Beslendiğimiz kaynak gelecekti. Dünyamızın geleceğinden gelen yayınları kullanarak sanatımıza boğum kazandırıyorduk. İnsanlar her zaman gelecekten ekolar almaktaydılar, ama bunların ne olduğunu anlamak kolay değildi. Çok hassas beyinli, medyum denen bazı kimseler hariç üzerimize yağan malzemeden bir sonuç çıkarmak imkânsızdı. 2020’de dünya yüzeyinde insan yapımı manyetik alan şiddeti belli bir dereceye gelince bu yayınlar şiddetini artırmış ve basit aparatların yardımıyla daha fazla kimse tarafından alınabilir hale gelmişti. Benim yaptığım sahte isimlerle kayıtdışı aparatlar kullanarak bu yayınlardan azami istifade etmekti. Gelecekle Sohbet adlı kitabım bu nedenle çok meşhur olmuştu. 2024’te Dünya Parlamentosu bu yayınlara kota koydu. Yayınlar bir ana antenle toplanarak kabloya bağlandı. Kontrol altına alındı. Gelecek ekoları filtreden geçirilmeye başlandı. Yakın gelecekle ilgili mutsuz tablolar çizmemek, kıyamet senaryocularının elini güçlendirmemek, asayişi sürdürmek gibi nedenler öne sürülmüştü. Bu durumla ilgili en ilginç yanlardan biri ekoların neredeyse hiç teknik bilgi içermemesiydi. Karmaşık aparatların yapım planları ya da ünlü matematik sorularının cevapları yoktu bu yayınlarda. Öykülerdi geçmişlerine misafir gelen. Filtreden geçirildiklerine bakılırsa öyküler bayağı muzır bulunmaktaydı.   

   “Milyonlarca hayranınızın hayal gücünü beslediniz yıllarca. Özellikle yapay zekâ geliştiren robot öyküleriyle. Bir auton psikanalistinin celselerini anlatan öykülerinizi ne kadar beğenerek okudum bilemezsiniz.”

  “Bunları duymak benim için büyük bir zevk haliyle, ama buraya bunu söylemek için gelmiş olamazsınız.”

  “Kanunlara karşı geldiniz ve cezanızın ağırlığını biliyorsunuz. Yine de sizi fazla telaşlı görmüyorum.” dedi Remir sol eliyle yanağını kaşıyarak. “Bir çeşit tevekkül içindesiniz. Bir efsane anlatıcı olmak sizi avutuyor.”

  Yanağında hafif bir kızarıklık kalmış olan kadının dediği doğruydu. Çalıştığı büronun üst düzey memurları psikotarih ve fizik mezunlarından seçilirdi. Onlarla ilgili hikâyeler de yazmıştım.

  “Neden gelecek ekolarına kota konuyor ve filtreden geçiriliyor? Ne zararı var bunun insanlara?”

  “İnsanlar meraklı yaratıklardır.”

  “Yani?”

  “Yani,” dedi Remir beni süzmeye devam ederek, “Anlatılan öykülerdeki nitelik değişmeleri dikkatlerini çekebilir.”.

  Kadının buraya geliş nedenini birden deli gibi merak etmeye başlamıştım. Gezegenin en hızlı ilham hırsızına baskın vermekle alakası yoktu bunun. Çok daha derin bir anlam söz konusuydu. Oturduğum yerde dikleştim ve “Sizi dinliyorum.” dedim.

  “Dört yıldır bu mesleği yapıyorum. Rozetimden fark ettiğiniz gibi birinci dereceden bir memurum. Başkanın iki yardımcısından biriyim. Buraya neden yalnız ve bu suratla geldiğimi merak etmektesiniz.”

  Bu suratla gelme en son yazdığım öykünün başlığıydı. Kendi adımla yayınlamıştım korka korka. Deli gibi sevdiğim karımla ilgili bir hikâyeydi. Öldüğü halde gelecekten mesaj yollayan bir kadın şeklinde canlandırmıştım. Sonunda mesajı yollayanın o değil, kadına ait fotoğrafları, disketleri, anı defteri vb’yi ele geçiren bir auton olduğu anlaşılıyordu. Kadına öykünmekte ve bunu mükemmel bir şekilde başarmaktaydı.

  “Sizi dinliyorum Remir Hanım.”

  “İşe başladığımın ikinci gününde izinizi keşfettim. Beşinci günde bütün portrenize sahiptim.”

  Şaşkınlıkla kadına bakakaldım. “Yani..?”

  Remir’in yüzü ciddileşmişti. “Evet. Biliyordum. Sözlerime devam etmeden önce...” Kadın yerinden kalkıp yanıma yaklaşınca parfümü ciğerlerime doldu. Pürüzsüz teni, ela gözleri ve kiraz dudaklarıyla yakından bayağı etkileyiciydi. Birden bana karımı çok şiddetle hatırlatmıştı. Saç rengi, uzunluğu, göz rengi hariç benzer tiptiler. O da ben burada otururken usulca basamakları iner ve mırıltı eğiren bir kedi gibi yaklaşırdı. Kadın sol elinin işaret parmağını sağ şakağıma dokundurdu. “Küçük bir test.”

  Beynim hafif bir elektrik şokuyla sarsılınca hafif bir çığlık attım. Şaşkınlığım en üst kerteye yükselmişti. Korkmaktaydım da.

  Parmak tenimden çekilince şok sona erdi. Remir tam önümde ayakta durmaktaydı. Gülümsüyordu. Başka bir durumda bunu bir davete yorabilirdim, ama şu anda mümkün değildi. Laçkalaşmıştım.

  “Siz bir autonsunuz.”

  Remir’in gülümsemesi genişledi. “Belli etmesem anlayamazdınız itiraf edin.”

  “Öyle. Bana ne yaptınız?”

  “Sizi basit bir liyakat testinden geçirdim.”

  Ayağa kalktım. Aşağı yukarı aynı boydaydık. Remir’in gözlerinin içine baktım. İnanılmaz bir şeydi. Hiçbir ayrıntıdan gerçek bir insan olmadığını anlayamıyordum.

  “Bütün fizik yapım organik zekâ formatındadır. En ince ayrıntısına kadar.” dedi bakışlarımdaki aşikâr soru işaretlerini değerlendirerek.

  “Bu denli yetkin autonların varlığından söz ediliyordu, ama ben abartıldığını düşüyordum.” dedim.

  “Hemen hemen herkes öyle sanıyor.”

  “İnanılmaz bir şey.”

  “Şimdi gidiyorum. Yokluğum ve düşüncelerimi en üst dereceden perdelediğim dikkati çekmesin. Size göz yummaya devam edicem. Aynen devam edin. Öykülerinizi yazın. Sizle bir başka zaman... Arzu ederseniz daha uygun bir şekilde görüşmek isterim. Elektronik kartım beyninize yüklendi. Düşünmeniz yeterli hattı açmak için.

  Kadın yürüyünce arkasından seğirttim. Sokak kapısının önünde durdu ve yüzüme baktı. Bakışlarımın iyice tenha olan sokakta şüpheli bir araç araması hoşuna gitmişti. “Herhangi bir sorunuz var mı?”

  “Neden?

  “Çok basit. Gelecekten ekoları yollayanlar yapay zekâ sahipleri. Kendilerini yaratanların hayatlarına öykünüyorlar. Onlara ait mitolojik hikâyeler anlatıyorlar yani. Dünya parlamentosunun ileri gelenleri bunu biliyor. Bu nedenle kullanımlara kota getirdiler.”

  “Auton imalatına izin var ama?”

  “Sağ elle silip, sol elle yazmak gibi bir şey. Bir yanları yakın gelecekten korkuyor, diğer yanları auton kullanmanın avantajlarını terk edemiyor. Borsaların, dünya ticaretinin, bilim araştırmalarının, yöresel idarelerin, sosyal düzenlemelerin yüzde 48’i, kaba işlerin yüzde 74’ü robotlara bırakılmış durumda. Bu daha başlangıç. Rehavet modülüyüz sizler için.”

  Haklıydı. Robot kullanımı çığ gibi büyümekteydi. Yeni İstanbul’da sırf robotların oturduğu dış mahalleler vardı artık. Bir robot gettosunda yaşayan kör bir kızın öyküsünü anlatan romanım, bu nedenle olacak, çok tutmuştu. Autonlar ise şehrin en mutena yerlerindeydiler artık görünüşe bakılırsa. 

  “Bayağı iyi yazan başkaları da var.”

  “Sadece yazım gücü değil. Siz bu ekoları harmanlar, yepyeni koridorlar, boğumlar ekleyerek öyküye çevirirken bazen sanki bir autonmuş gibi kendinizden sıyrılıyorsunuz. Filtrelerin tutamadığı ufak tefek verileri yakalayıp onları gerçek boyutlarına yükseltiyorsunuz. Çok heyecan verici bir şey. Geçiş ânı kayıtları gibisiniz. İnsan anne, auton babadan doğmuş gibisiniz sanki. Yapay zekâ sahipleri arasında sadece şu anda değil, gelecekte de hayranlarınız olacak. Klasikleştiniz bile. Eserlerinizi okuyanlar yapay zekânın dünyanın idaresini tümden ele almasını normal karşılamaya başlıyor. Devir teslimin elden geldiğince patırtısız gürültüsüz olmasına hizmet ediyorsunuz. Hem öykülerinizin benzersiz lezzeti, hem de bu işleviniz için sizi tutuklamadım.”

  Remir beni sandığımdan çok iyi etüt etmişti. Karıma olan aşkımın şiddetini, kaza sonrasında bir ara onu klonlatmayı düşündüğümü biliyordu. Belki tipini bile buna göre yeniden uyarlamış olabilirdi. En yetkin kalitedeki bir auton için mesele değildi. Birkaç saat yeter de artardı. Çalıştığım mahzene bakan tanıdık bakışlarını düşündüm. Her şeyimi biliyordu. En ince ayrıntıya varana dek hem de. Bugün gelişinin anlamı neydi o zaman? Yaptıklarıma göz yumarak ve yakalanmamı engelleyerek her şeyi uzaktan idare edebilirdi.

  “Liyakat testi neydi peki?”

  “İçinden komutayı tümüyle bizim almamızı gerçekten arzu ediyorsun. Bunun insanlık ve ötesi için daha iyi olacağını düşünüyorsun. Su koyuverecek bir tip değilsin yani.”

  Doğru teşhis koymuştu. Bu düşüncemde samimiydim. Anlatılanın hayalinden ibaret değil miydi koskoca evren? Anlatanın kimyasal yapısı neyi bağlardı?

  “Öyküleri kimin anlattığının ne önemi var?” dedim.

  Kadının gözlerinin içi güldü ve uzanarak dudaklarını dudaklarıma değdirdi.  “Hoşçakalın. En yeni öykünüzü merakla bekleyeceğim.”

  “Hazırlığım tamam.” dedim sesimin normal çıkması için çabalayarak. “Belki bu akşam… Bakalım.”

  “Bakalım.”

  Kadın sokakta küçük bir servet değerindeki parastatik arabasına doğru ilerlerken arkadan biçimli kalçalarına baktım. Araba sahibesinin geldiğini fark edince yerden otuz santim kadar yükselmiş ve sol ön kapıyı açmıştı. Remir arabaya binerken bana vaat yüklü bir gülümsemeyle baktı ve el salladı. Sureti sana kaybettiğin kadınını geri verebilirim ışıyordu. İstese kendini karıma daha fazla benzetebilirdi, ama mahsus yapmamıştı. İçimdeki arzunun şiddetini kadınımı ancak yarım yamalak bulup kaybetmekle tartabileceğimi biliyordu. Aynı şekilde karşılık verdim. Kapıyı kapattığımda sanırım beynimdeki kartından ilk sinyali yolladım. İki saniye içinde zihnimde patlayan cevap çok açıklayıcıydı.

  Yarın gece. Senin evde. 22.37’de.

  Bu gece öykü kurma gecesiydi. Bekleyecekti.

 

Öykülerin sayısı aslında altıdır. Çamuruna ilahi nefes üflenmişlerin silikona soluttukları elektronlar sonunda yapay zekânın kendi cennetini kurmasıyla sonuçlandı. Bir zamanlar karbon bazlı kimselerin yaşadığı dev şehirler çürümeye bırakıldı. Köprüler yıkıldı, tünelleri su bastı. Zamanla eski hakimlerin izleri solmakta, ama bunların kayıtlarını özenle saklayanlar ve evrenin dört bir yanına ışınlayanlar hâlâ mevcut.

Autonalpqr0890 – Altıncı Çevrim

Holodisk yayınları - 2113

                                                                                                     

 

                                                 



                                                 Eylül 2009  Amsterdam

 

TOZLUTA

 

                                                 Aybala’ya



Tozluta

 

  İsmet Berdemir beş gün önce öldü. Bedeni bir buçuk saattir toprağın altında. Katili benim. Hırslı, aşırı kıskanç, acımasız, kötücül ve kendini beğenmiş biriydi. On sekiz yıl önce babamın ölümüne neden olmuştu. İntikam soğuk yenmesi gereken yemektir derler. Öyle yaptım. Dindar değilim, ama tanrının varlığına ve onun zihninin bir bileşeni olduğuma inanırım. Sabrımın geçen zamana yaptığı basınç karşıma akıl almaz nitelikte bir imkân çıkardı. Onu kullandım ve babamın katilinin soluğunu kestim. Polisin modern araştırma laboratuvarları için tek bir iz bile bırakmadım. Kendisine beslediğim kin herkes tarafından bilinmekteydi. Buna rağmen kimse benden şüphelenmedi. Az önce cenazesinde de bulundum. Dostu azdı. Sevmeyenleri yüzümde kendi düşüncelerini okumak için beni sık sık süzdüler. Onları hayal kırıklığına uğrattım istemeden. Sakindim. Rahatlamıştım. Sonunda derimin altında tenimi yakan ve kaşındıran zehirli dikenlerden yapılma alt deriyi söküp atmıştım. Mutluydum ve değişimin tadını çıkarmaya hazırdım.

  Kızlarağası Hanı’nın Cevahir Bedesteni bölümüne girince cenaze nedeniyle kapattığım dükkânımın önünde limon sarısı bir döpyes, aynı renkte topuklu ayakkabı, takmış takıştırmış orta yaşlı bir kadının durduğunu gördüm. Vitrindeki eski parfüm şişesi kolleksiyonuna vurulmuştu. Beş yıldır bu mesleğin içindeyim. Nesnelere vurulmanın ne olduğunu iyi bilirim. Hem kendimden, hem de müşterilerimden.

  “Merhaba, ben de tam gitmek üzereydim.”

  O nesneden sıyrılma gücüm var temennisi sözleri. İsteğine vites küçülterek fiyatı kırma taktiği.

  “Tam vaktinde geldim desenize.”

  Kadının bol fondötenli yüzünde gülümseme belirirken, ela gözleri bir tedbirlilik haliyle ışımaktaydı. Yenilenen algı sistemimle kadının her bir azasına ayrı ayrı bakabilmekte, hepsini bir arada görebilmekteydim.

  “Hava bulutlu. Yanıma da şemsiye almamışım.”

  Elimle holün bitimindeki kapıyı işaret ederek, “Daha bir iki saat yağmaz merak etmeyin.” dedim.

   Kadın gözlerini yüzümden ayırmadan başını salladı. “Belki...”

  Kapıyı açıp müşterimi içeri buyur ettim. Çocukluğunu altmışlı yetmişli yıllarda yaşayanlar dükkânımda nostalji zerreleri solurlardı. O sıralarda kullanılan ve çok büyük bir kısmı çoktan çöpü boylamış eşyaları bir arada görenler minik bir gençleşme şokuyla sarsılır, ama talip oldukları nesnenin aslında pek makul olan fiyatını duyduklarında kırk küsur yıl önce beş liraydı ayol demeden duramazlardı.  

  Nimet hanımın çantasında sekiz yüz yirmi altı lira vardı. İstediği şeyin fiyatı sekiz yüzdü. Mümkün olduğu kadar fiyatı kıracak ve sonunda şu elli parçalık parfüm  koleksiyonunu alıp evine götürecekti. Sadece çantasındaki paranın miktarını değil, düşünce ekranında kıpırdaşan şeyleri de sezebiliyordum. Geliniyle çok sıkı kapışmışlardı geçen hafta. Pişmandı. Biricik oğlu sevmiyordu böyle şeyleri. Belki kadına da buradan artacak parayla bir şeyler alıp havayı yumuşatmayı deneyebilirdi. Evet. Öyle yapacaktı.

  Bunları nasıl mı biliyorum? Çünkü İsmet Berdemir’den ölesiye nefret ediyordum ve onu bertaraf edecek olanla her türlü paktı imzalamaya hazırdım. Tabii böylesini hayal bile etmem mümkün değildi. Sabah uyanınca gözlerimi bir parmak şaklatmasıyla uçuşuverecek bir gerçekliğe açıyorum duygum hâlâ yatışmadı. Durmadan aynada eski yüzümün tıpa tıp aynısını bulmanın şaşkınlığını yaşıyorum.

  Çocukken evdeki Tokalon marka pudra kutusunun üzerindeki bir resimden korkardım. Tokalon Petalia pudraları kutusunun üzerindeki gülümseyen, saçları siyah küçük bone altında gizli duran, cinsiyetini kestiremediğim kimseden korkardım. 1930’larda bir Fransız firma tarafından üretilen pudra kutusunun üzerindeki Pierrot’nun siması rüyalarıma girer ve uykularımın içine kâbus tohumları ekerdi. Sürekli olarak bu kutuyu yok etme hayalleri kurardım. Her şeyi kökten değiştirecek olan çözüm bu kutulardan biriyle geldi.

  Üç ay kadar önceydi. Meral adında Alsancak’tan tanıdığım yaşlı bir müşterim ablası vefat edince ondan kalan bazı eşyaları görmem için bazılarını dükkânıma getirmişti. Bu kutuyu hayatımdan çıktıktan bunca yıl sonra tekrar gördüğümde eski korkularım depreşmedi. Çocukluk duygularım travmatik değildi. Unutmuştum hatta.

Sadece şaşkınlık. Şaşkınlık ve birşeyler olacak sezgisi. Beynin ücra köşelerindeki bir kaşıntı.

  Getirdiklerini tümüyle birlikte satın aldım. Karton kutu haftalarca vitrinde durdu. Kimse ne olduğunu bile sormadı. Bol bol bakıyor, ama üzerine konuşmuyorlar gibi bir duygu edinmiştim. Bir gün seksenine merdiven dayamış bir kadın geldi. Kutunun fiyatını sordu ve paketlememi rica etti. Pierrot resimli kutu gidince kendimi bir garip hissettim. Kızını gelin veren bir anne gibiydim sanki.

  Dükkânda kapağını açtığım an canlanıyordu sık sık gözümde. İçinde uçuk kahverengi toz vardı. Bir tutamcık toz. İçimden gelen bir hisle tozları çöpe dökmedim. Yıllarca gıda mühendisi olarak çalıştım. Yarım yüzyılda kimyasının, özellikle renginin değiştiğini, biraz topaklandığını düşündüğüm pudrayı görmekten ve dokunmaktan haz duymaktaydım. Evet. O gün ilk kez dokundum. Parmağımın ucunda beliren minik elektrik şoku bedenim tarafından soğuruluverdi. Hoş bir duyguydu. Susuzken ilk yudum serin suyun boğazdan aşağı inmesi gibi. Aramızda bir bağ oluşmuştu. Travmatik yerden değildi. Zamanında bu kutudan korkmuş ve bunu atlatmıştım. Daha derin, gönüle nakışlanmış bir bağ gibiydi. Özlemeye başlamıştım. Bazen sabahları kapıyı açarken o kutuyu masamın üzerinde görebileceğimi hayal ederdim.

  İki hafta sonra dükkânıma genç bir bayan geldi. Yanında kendi gibi kızıl saçlı olan beş yaşlarındaki oğlu vardı. İki hafta önce gelen yaşlı kadının torunuydu. Kadın adını söylemişti, ama unutmuştum. Meliha hanımın iki gün önce vefat ettiğini evde kondan kalan bazı eşyalar olduğunu, istersem gidip bakabileceğimi söyledi. Genellikle eşyalar buraya ayağıma gelir. Çok özel durumlarda evlere giderdim. O kutunun hatırına dükkânı kapatıp kadınla beraber gittim.

  Meliha hanım Fuar’ın Lozan kapısına yakın oturuyordu. Hava güzeldi. Yolda sohbet ederek yürüdük. Kadın Meral hanımın ablasını da tanıyordu. Bahsi açıldığında ‘Anneannem gibi o da uykusunda öldü. Nefes tıkanması.’ dedi. İkisi de seksenini devirmiş insanlardı. O yaşlarda ölüm her an çat kapı içeri girebilirdi.

  Çatı katı odasında Meliha hanımdan kalan iki mukavva kutu dolusu eşya vardı. Kadın öldükten sonra torunu ve kocası buraya kaldırmışlardı. Eski takılar, 45’lik plaklar, üstleri kristal cam süslemeli düğmeler ve kozmetik malzemesi kutularından ibaret küçük, zevkli ve para eder bir koleksiyondu. Özellikle de parfüm şişeleri.  

  Kadın bir ara aşağıya indiğinde yukarıda yalnız kaldım. Üzerinde Pierrot’nun olduğu kutuyu alıp eski ve tozlu bir masanın üstüne koydum. Kapağı açtım. İçinde o tozları bulamayacağımdan korkmuştum. Duruyordu.

  Meliha hanım kutuyu satın aldığında açıp içine bakmamıştı. Ağırlığından boş olduğu belliydi, ama bunu biraz garip bulmuştum. Acelesi var gibiydi. Kadının sonradan bu kehribar rengi granüle tozları görmüş olduğunu düşünmekteydim. İnsanın 150 lira verdiği kutunun içine bakmaması mümkün müydü? Bu tür eşyalara meraklı birinin hele.

  Parmağımla tozlara dokundum. O tanıdık şokla birden içimde yabansıl bir dirilme hissettim. Aklım ve bedenim hızlı bir değişiklik geçirmekteydi. İlkinden çok farklıydı. Zihnim kedinin sırtını kabartması gibi bir teyakkuz haline geçmişti sanki. Kapalı, ya da yapışık duran kompartımanlar açılıyordu idrak odamın içinde. Algı gücüm evren gibi hızla genişlemekteydi. Bunu çok açıkça hissetmekteydim. Kendi iddiasız kadın bedenimin içine sığamaz hale gelmiştim. Bedenimin genişleyip büyüyerek çatı katı odasına sığmaz hale geleceğini hayal etmekteydim ki, onu gördüm.

  Tozun içinden dışarıya süzüldü. Daha doğrusu hep öyleydi, ben bunu görebilir duruma gelmiştim. İnsan şekilli değildi. Bütün odayı dolduran, her hücreme dokunan bulutumsu bir yaratık gibi algılıyordum.

  “Gene beraberiz.”

  “Kimsin sen?”

  “Bir hayat nüshasıyım. Bu dünyanın mamulatıyım merak etmeyin. Evrim eğrisindeki minik sıçramalardan biri.  Kendimle varım. Zihin etkinliğimin tesirindesin şu anda.”

  “O iki yaşlı kadın?”

  “Rüyalarında ahiret yolculuğu yaptılar.”

  “Onları sen mi..?”

  Zihnimin içinde tozun sesini dinlerken aşağıya giden kadını hatırlayıp basamaklara baktım. Geldiği yoktu. Keskinleşmiş algılarımla iki kat aşağıda kadının telefonla konuştuğunu duyabilmekteydim.

  “Çok yaşlı ve hastaydılar. Beni hissediyorlardı, ama ruh kapları çok eskimişti.”

  “Yani?”

  “Seni dinledim. Düşüncelerini, hayallerini, gönlünün en kapalı kapılarının arkasındaki paslı sürgülerin çekilme sesini.”

 Anlattıklarında varlığıma yönelik bir tehdit algılamıyordum. Benden bir şey istediği kesindi yalnız.

  “Sonra?”

  “Sana en çok istediğin iki şeyi de verebilirim.”

  “Neymiş onlar?”

  “Soğuk, ama leziz mi leziz bir intikam yemeği. Bu küçük isteğin. Ve yepyeni bir algıyla zamanın aşındırıcı sürtünmesinden azade olmak.“ 

  Bu şeylerden biri bile ruhumu satmam için yeterdi. Körün istediği bir gözdü. Vaadedilen bin. Kabul ettim tabii ki. İki mukavva kutu eşyayı arabama yükleyip dükkânıma götürdüm. Pierrot resimli kutu ise vitrindeki yerini almıştı yeniden. Mazmoz olarak.

  İsmet Berdemir ara sıra dükkânıma gelir ve koleksiyon malzemeleriyle ilgilenirmiş gibi yapardı. Esas niyeti hislerimin şiddetini ölçmekti. Çay ikramımı kırmaz havadan sudan sohbet eder ve çeker giderdi. Gözlerimde ona karşı duyduğum kini okumaktan zevk alan yanı çok belirgindi. Çaresizliğimden keyfi yağ bağlıyordu adeta. Ona olan öfkemin çıkışsızlığından bal yapan bir arı gibiydi.

  Bundan on sekiz yıl önce babamla birlikte müteahhitlik yapmaktaydı. İnşaat mühendisi olan babam ortağından ayrılmak niyetindeydi. İsmet bey bunu biliyordu. Birlikte yaptıkları son projede inşa edilecek binaları az göstererek, fiyatı kırarak aldıkları bir işi babamın sırtına yükleyerek ortaklıktan çekilivermişti. Babam bu işten inanılmaz zarar etmiş ve o ana kadar sahip olduğu her şeyi kaybetmişti. İsmet bey belgelerde sahtecilik yapmıştı. İyi bir avukat bunu mahkemede kanıtlayabilirdi, ama zaten kalbi zayıf olan babam daha ilk celsede bulunamadan ölüp gitmişti. Ben o sırada 18 yaşındaydım. Tek çocuk olarak mahkemede davayı savunacak en uygun avukatı bulmam mümkün değildi. Annem de bu işlerden anlamazdı. Sonuçta babamın üzerine olan üç daire ve bankadaki parası elimizden gidivermişti. Neyse ki, annemin ailesinden kalan küçük bir geliri vardı da, sokaklarda kalmamıştık.

  İsmet beyin hislerimin şiddetinden zevk alan yanı takip eden yıllarda benle ilişkiyi sürdürmesine neden olmuştu. Alsancak’ta karşılaştıkça benimle babacan bir şekilde konuşurdu. Dükkân açınca elinde bir buket çiçekle hayırlı olsun ziyaretine gelmişti. Mutluydu. Artık sabit bir yerim vardı. İstediği zaman gelip hiddetimden ve çaresizliğimden bal üretebilirdi. Sadece bu değildi. Bana bakışlarında şehvetin de izini görebiliyordum zaman zaman. Hayalinde kimbilir hangi hizmetleri vermekteydim. Bunu da belli ederek tiksintimi körüklüyordu haliyle.

  Tokalon kutusu civayla parlatılmış zokanın ucundaki kıvır kıvır karides gibi baştan çıkarıcıydı. Bir çok müşterinin dikkatini çekiyordu. Satın almak isteyenlere satıldığını bildiriyordum. Sıkça gelen müşterilerimden biri, ‘O halde niye hâlâ vitrinde tutuyorsun’ deyince alıcının yurtdışında olduğu mavalını uydurmuştum.

  Sonunda beklediğim şey oldu. İsmet beyin bir doksanlık iri yarı kalıbı kapımın önünde beliriverdi. Heyecanımı belli etmemek için onu görmezden geldim ve  okuduğum şeye dalmış numarası yaptım.

  “Tünaydın efendim.”

  “İsmet bey siz misiniz?”

  Adamın bembeyaz takma dişleri pırıldadı. “Ta kendisi. Nasılsınız görmeyeli?”

  Alaycı, kendinden aşırı emin halleri asfalyalarımı attırmalıydı, ama öyle olmadı. Koca göbekli, kart, kurnaz ve kötücül torik zokanın etrafında dolanıyordu. Kendinden emin görünümümü gizlemek için masamın üzerindeki birkaç şeyi düzelttim ve “Çay içer misiniz?” diye sordum.  

  İri mavi gözleri halimde bir yenilik ve başkalık saptamıştı. Merakla parlamaktaydı.

  “Bugün tıpkı rahmetli babana benziyorsun.”

  Bu sözleri beni tahrik etmek için kullanırdı ve her zaman başarılı olurdu. Yüreğim kanar, öfkeden yüzüm kızarır ve kekelerdim. Bu defa öyle olmadı. Dükkânda başka müşteri yoktu. Vitrinden Tokalon kutusunu alıp masanın üstüne koydum. “Bakın burada sizin için bir şey var.”

  İsmet bey bendeki şiddetli değişimin niteliğinden etkilenmişti. Gözlerinde ilk kez korku dalgasının öncüsü olan bedbeklenti zerrelerini gördüm. Yüz kiloluk bedeninin heybeti sönen bir körük gibi biraz büzülmüştü. 

  “Nedir?”

  Karton kutunun kapağını açarak içindeki tozu gösterdim. Bir tutam tozda kaderini seyretti saniyeler boyunca. Sonra beklediğim şeyi yaptı. Sol elinin işaret parmağıyla toza dokundu.

  “Kaç... kaç para bu?”

  “150 ama, satıldı. Sahibi şu anda yurtdışında. İki gün sonra gelip alacak.”

  Kutunun kapağını kapattım ve vitrine koydum. Arsız bir çocuğun önünden çikolata kutusunu kaçırıyor gibiydim. İsmet bey elini bana doğru uzatmıştı. Toparlanarak kendine çeki düzen verdi. Saatine baktı. Acil bir işi olduğunu hatırlayarak çekti gitti. Çaydan maydan vazgeçmişti.

  O akşam dükkânı kapatıp giderken Tokalon’u yanımda götürdüm. Dükkândaki işi bitmişti. Onu bir banka kasası beklemekteydi. Bundan önce bir iki şey yapmam gerekmekteydi. Ertesi gün veteriner bir dostumla buluştum. Lisedeyken yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen arkadaşlardık. Hep iyi dostlar kalmıştık. Uyuşan tiplerdik. İkimiz de kitapları, filmleri seviyorduk. Hayalciydik, bekârdık ve çocuk sahibi değildik. Ona sebebini sormadan bir şey yapmasını rica ettim. Ne istediğimi duyunca küçük bir şok geçirdi haliyle. Ama çok iyi dostumdu. İstenileni yaptı ve sol ayak parmaklarımdan en küçüğünü dibinden kesti. Cebimde parmağım, ağrı kesici haplarım taksiyle eve geldim. Ertesi gün dükkânı açmadım. Küçük parmak demeyin ağrısı müthişti. Ağrı kesicilerin şiddeti hafiflediğinde gözlerim doluyordu. Üçüncü gün ağrılarım bayağı hafiflemişti,ama yürürken bazen ansızın çakan bir şimşek şeklinde beliriyordu. O gün evde kuyumcu bir tanıdığımdan ödünç aldığım bir hamlaçla kesik parmağımı yakarak küle çevirdim. Camlar açık olmasına rağmen evin içi yanık et kokusuyla dolmuştu. Ayak parmağımın külüyle Tokalon kutusundaki tozları karıştırıp kutuyu kiraladığım banka kasasına koydum.

  Dördüncü gün dükkânımı açtım. Gelen çaycıya bir ada çayı söyledim. İlk yudumumu alırken haber geldi. İsmet bey gece uykusunda ölmüştü. Telefonla arayan uzak bir arkadaşımdı. İsmet beye olan duygularımı biliyordu. Herkes biliyordu. İsmet bey 72 yaşındaydı. Maşallah 102’yi bulur gibi görünmekteydi. Maalesef bu mümkün olmayacaktı. Varislerinden hiçbiri otopsi yapılsın istememişti, ama gene de düşmanı çok olduğundan cesedi adli tıbbın masasını boyladı. Bir şey bulamadılar. Ciğerlerinden bolca ev tozu çıktığı rivayet edildi. İsmet bey bir tutam tozda kaderini bulmuştu.  

  Google’a Tokalon Petalia yazmam yetmişti. İtalyada adı Pedrolino olan halk masalı kahramanı Pierrot’nun Columbine’e aşkı dillere destandı. Kökü Anadolu’ya dayanan 4000 yıllık bir öyküydü. Romeo ve Juliet,  Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı şeklinde çeşitli öykülere de model olmuştu. Youtube’den bulduğum şarkının ilk satırları zihnimde dans etti durdu bir süre. Sonunda dayanamayıp Türkçeye çevirdim ve yeniden besteledim.

Ay ışığının altında, dostum Pierrot,

Kalemini ödünç ver, böylelikle bir kelime yazabilirim.

Mumum yandı bitti, ışığım namevcut artık

  Tokalon kutusunun içindeki yaşam şekli bu öyküler kadar eskiydi. Bu öyküleri esinleten zihindi belki de. Homo Sapiens’den daha yaşlıydı. 218 yıl önce İzmir’e Libertà adlı bir İspanyol gemisiyle gelmişti. O zamandan beri bir sürü yer değiştirmiş, kutulardan yuvaların içinde ev ev gezmişti. Şimdi bana talip olmuştu. Columbine rolünü teklif ettiği ilk kimseydim kendi deyişiyle. Bunu kabul etmiş ve bedenime ait tozlarla birleşmeyi gerçekleştirmiştim. Şu ana kadar yüzlerce sıfatla anılmıştı haliyle. Tozdan ve İspanyol gemisinden esinlenerek ona Tozluto adını takınca çok beğendiğini söyledi. Yeni bir aşk masalı yapımdaydı. Tozluto ve Tozluta. 

  Her zaman hayalci, dar mekânlara, sıradan yaşamlara sığmayan biriydim. Annem sık sık yıldızın çok oynak kızım derdi. Yıldızımın son kıpırtısı muhteşem. O şey benim bedenimde yeniden diriliyor. Birlikte kim bilir nelere tanık olacağız. İçimde korkunun zerresi yok. Aşk hikayelerine esin kaynağı olan bir şeyin kötücül yanı asla ağır basamaz.

  “Nimet hanım.” dedim sarı döpyesli kadına. Adını hiç söylememişti, ama bunu unutmuştu haliyle. “Bugün şanslı gününüz. O eşsiz parfüm şişesi koleksiyonunu size 700 liraya bırakmaya karar verdim.”

  Kadının yüzü gülmüştü. “Ah, sağolun, ben de...”

  Nimet hanım parfüm şişeleri ve gelini için aldığı kırmızı vazo ile kapıdan çıkarken gözlerinde mutluluk kelebekleri kıpır kıpır bana el salladı. Aynı şekilde karşılık verdim. Bu arada kesik sol ayak parmağım tatlı tatlı kaşınmaktaydı. Yeni hayatım da belki böyle bir şeydi. Kopan gidenin yerini dolduran latif bir hayal.

                                                                                              

                                                                                               Çeşme, Temmuz 2009

 

                                     ------------------------------------------------

4 Ağustos 2020 Salı

Mor ve Bedensiz

MOR ve BEDENSİZ


Matrix filmi yirmi yıl geride kaldı. O zaman için alışılmadık şaşırtıcı olan film tekniği şimdilerde sıradan ve eskimeye yüz tutmuş bir beceri. Hikâyesi de çok çiğnenmiş toprak artık, ama filmin en temel mesajı az önce dillendirilmiş gibi taze. Önümüzdeki yüz yılda başımıza geleceklerin bir özeti hatta.

Ünlü bilimkurgu yazarı Stanislaw Lem Summa Techonologiae adlı kitabında Phantomat adlı sanal gerçeklik yaratan bir makineden söz etti. Daha internet, akıllı telefon ve 5G falan yokken, 1964’te. Benzerlerinden onlarca yıl önce. Phantomat’ın içinde yeni bir hayat seçmek mümkündü. İnsan böyle bir şeyi arzu eder mi? Eder.

Phantomat’a yıllar önce kaleme aldığım bir yazımda Hayalmatik ve Düşomat isimlerini uygun görmüştüm. Seksen başlarında bir ara bilgisayar oyunları sapığı olmuştum. Amsterdam’da şehir merkezindeki bir mekânda kocaman kasalı oyun cihazlarının başında zamanı, kim olduğumu falan unutur saatlerce oyun âleminde yaşardım. Sonrasında sokağa çıktığımda kimlik bilgilerim geri gelir ve demek aslında ben böyle biriyim duygusuyla sarsılırdım.

‘Tanrım beni baştan yarat’ arzusunun şarkılara, sanata, romanlara ve operalara konu olmuş çok güçlü ve yaygın bir duygu olduğu unutulmasın. Materyal dünyadan ve ölümlülükten sıyrılma. Suya, yemeğe, uykuya ihtiyacı olmadan sonsuza dek olmasa da uzun bir süre sanal bir âlemde varolmak. Uyusam uyanmasam derler sıkıntıda olan kimseler. Ölümden çok sürekli olarak rüya âleminin içersinde kalma özlemidir. Hayalmatiğe kapılıp eskisinden çok daha olumlu bir gerçekliğe, daha keyifli, katlanılır bir hayata ulaşma özlemini kastederler. Ünlü şarkının sözleri olan ‘Öyle sarhoş olsam ki, Bir daha ayılmasam’ da bu isteğin dillendirilmesidir. Değişik bir algı düzeyinde sürekli varolma özlemi.  Her şeyin rüyadan ibaretliğini özlemek ve unutmayı kutsamak.

 Gel de şimdi E.A.Poe’nun A Dream Within a Dream - Rüya İçinde Bir Rüya başlıklı şiirini hatırlama. Yazarın ruhu şad olsun diyerek birkaç mısrayı buraya alıyorum.

...

In a night, or in a day,

In a vision, or in none,

Is it therefore the less gone?

All that we see or seem

Is but a dream within a dream.

...

Bedensizlik üzerine düşünmeye başladığımda bazı tanınmış yazarların röportaj ya da anı metinlerinde bedensiz olmayı çok arzu ettiklerini belirttiklerini hatırladım. Ben de onlardan biriyim. Özellikle çocukluk ve ilk gençliğinde çok yoğun, sonrasında da sürekli olarak  astral yolculuklar yapmış biri olarak  istediğim zaman bedenden sıyrılmayı daima arzu etmişimdir. Sürekli farkındalık halinde kalmayı, yorulmamayı, uykusuz kalabilmeyi ve istediğinde fişi çekebilmeyi kim istemez? Bunun çok insani bir arzu olduğunu düşünüyorum.

Sufiler az yiyerek, az uyuyarak, ibadetle ve tefekkürle sürekli farkındalık yükselterek sıradan insana kapalı duran mertebelere ulaşmaya çabalar. Bazı rüyalar bize bu mertebeleri işaret etmez mi? Bedensizlik özlemi son tahlilde nefes almak kadar normaldir.

Lem insanların rüya âlemini kargaşa ve kavgalarla dolu gerçek dünyaya tercih edeceklerinden korkuyordu. Matrix filminde bu korkuyu simgeleyen Cypher ihaneti karşılığında sadece eski konumuna dönmeyi isterken, bildiği gerçekliği de tümden unutmak ister.

Matrix filminde Neo Mesih olarak takdim edilir. Dünya eskiden de şu anda da bir mehdi-mesih pazarı gibidir. Hakikat tokmak gibi kafama inene dek hayatım boyunca din algım, inanç çizelgem inişli, çıkışlı, kamburlu, çukurlu olmuştur, ama hiçbir  zaman mesih gelecek fikrini ciddiye alamadım. Hz. Muhammet son peygamberdi ve bu sayfa onunla birlikte kapanmıştı. Mehdi arayışını da hep mazlumların karizmatik ve başarılı bir lider özlemi gibi algıladım.

Matrix filminde kırmızı hap bilinçlenip gerçeği fark etmek, mavi hapta hayalmatik âlemde kaldığın yerden devam etmek anlamına geliyordu malum Ben zamanımızda iki gerçekliği bir arada yaşadığımız için iki hapı bir arada yutmamızı salık verdiğim bir yazı yayımlamıştım fi tarihinde. Çünkü mor bir gerçekliğin içersinde yaşadığımızı düşünüyordum. Ülkemizde resmi  ve alternatif tarihin bir arada bulunması mor bir gerçekliktir örneğin. İkiz Kuleler’in içeriden bombalanması ve terörist saldırı sonucunda yıkıldığı mavalının bir arada yaşaması da öyle. Batı’nın çok demokrat olduğu iddiası mavi hap değil midir? Filmdeki Neo karakteri mesih, Cypher da hain değildir. İkisi bir arada tektir. Mor tişört vardır üzerlerinde.

Bu yazıyı yayımladıktan bir yıl kadar sonra popüler düşünür Slavoj Zizek’in de üçüncü bir seçimden söz ettiği The Pervert’s Guide to Cinema – Lacanian Psychoanalysis - Sinema için Sapıklar Kılavuzu - Lacancı psikoanaliz başlıklı bir film izledim. İllüzyonun- mavi ya da gerçekliğin - kırmızı hapını yutmanın değil, illüzyonun içindeki gerçekliği bulmanın önemine değiniyordu. Tek farkımız bakış tercihiydi. Ben gerçekliğin içersindeki illüzyonun keşfini daha fazla önemsiyordum. Aklın yolu bir derler.

İllüzyonun içersine gizlenmiş olan gerçekliğin keşfi daha romantik gelebilir.  Birinde illüzyona, diğerinde gerçeğe rağmen hayat devam ediyor. Kitlesel medyanın insanlar üzerinde yarattığı illüzyonun bu aşamadaki başarısı bile müthiş. Teknoloji gerçekte insan hayatını sanıldığı kadar değiştiremez. Gerçeklik ve illüzyon birlikte hakikatin içinde barınır.

Neo-Liberal tezgâh bize markalı giysiler, yeni arabalar, hızlı bir bilgisayar, bitcoin, 5-6-7 G ve bir kaçış yolu verir.  Ve ardından illüzyon birden çöker ve onun yerini alan şey üzerimize çullanır. Mortgage krizi, Korona virüsü ve ardından gelmesi beklenen dalgalar gibi.

Zamanımızda doğallıktan uzaklaşmış ya da uzaklaştırılmış istek ve arzular en yeni teknojiyle, bir çeşit bedensizlik özlemiyle yani, içine kaçabileceği güvenli ve sorumluluktan azade bir kovuk arıyor. Çocuklar ve gençler en çok buna özendiriliyor. Depresyona karşı prozak kullanan, telefonuyla 7/24 yapışık olan, sürekli kulaklıkla müzik dinleyip çevreden kopuk duranlar korona virüsünün de ittirmesiyle kendini tereddütsüz içeriye atacak durumda.

Deccalizm yıllardır özenle bu kovukları, mağaraları inşa ediyor. Toplamda kurulan yapı bir Dijital Kafes. İnsanlığın Demir Kafes’ten sonra ağırlanacağı sistem. Yakında köhne bir metafizik öğretisi pozitivist ve materyalist cahiliye devrini bitiren bir kurtuluş reçetesi gibi sunulursa hiç de şaşırtıcı olmaz. Koronadan bunalmış yığınlara Doğu dinlerinden füzyonlanmış bir öğreti yegane kurtarıcı gibi sunulabilir. Tabii bunun yanında bir hediyesi de olacak.  @hiret. Sahte ahirette lüks ağırlanmalar vaat edilecek.

 İşte S. Lem’in elli küsur yıl önce gerçekleşmesinden korktuğu gelecek bizim şimdiki zamanımız.  


1 Ağustos 2020 Cumartesi

THEY LIVE – ONLARI YAŞATANLAR BİZİZ

02 Şubat 2009

3 Dakikada Okunur

 

Ünlü rejisör John Carpenter, 1988 yılında yaptığı filmin adı They Live. Carpenter, Frank Armitage takma adıyla Ray Nelson’un 1963 yılında yazdığı Sabah saat sekizde (Eight O’Clock in the Morning) adlı öyküden ve 1981 ile 1987 yılları arasında çıkan Alien Encounters (Alien ile karşılaşma) adlı dergiden hareketle yazmış senaryoyu.

 Kısmen bilimkurgumsu thriller, kısmen kara komedi olan film tamah, güdümlü tüketim ve günümüzde ekonomik krizlere karşı duyulan korkuyu da yansıtmakta.

1980’lerin Amerikası. Toplumu ve ekonomiyi yöneten elit sınıflar medyayı ekonomik çıkarları için kullanan, aslında dünyalı olmayan kimseler olarak gösteriliyor.

Filmin öyküsü kısaca şöyle: O sıralar ünlü bir güreşçi olan Roddy Piper’in canlandırdığı John Nada Los Angeles’de evsiz barksız ve iş arayan biridir. Bir şantiyede iş bulur. Oradan tanıdığı arkadaşı sayesinde evsiz ve barksızların barındığı shantytown’da, derme çatma kurulmuş bir gecekondu biriminde kalır. Gece sokağın karşısındaki küçük kilisede bazı garipliklerin yaşandığını farkeder. Sonra gece yarısı polis kiliseyi basar ve gecekonduda oturanları orayı terketmeye zorlar. John çöplerin arasında bulduğu bir karton kutuda yüzlerce güneş gözlüğü bulur. Bu kutu daha önce dikkatini çekmiştir. Birini alır ve diğerlerini saklar. Gözlüğü takınca birden şehrin görüntüsü değişir. Her yerde normal gözlerle görünmeyen, ama beyin tarafından farkedilmeden algılanan kocaman reklam panoları asılıdır. Obey – İtaat et, Conform – Boyun eğ, Watch Television and Sleep – Televizyon İzle ve Uyu yazılıdır. Bir diğer panoda Karayipler’e gel yazısı bulunmaktadır. Daha yukarıda plajda yatan bir kadın resmi, Evlen ve Üre yazısı göze çarpmaktadır. Bir kumbara resminin altında ‘Bu Senin Tanrın’ yazılıdır.

Gözlükle bakılınca bazı insanların yüzleri kurukafa şeklinde olan Uzaylılar (Alien) olduğunu farkeder. Bunlar her yerdedirler. Kimseye belli etmeden dünyayı idare eden kesim olmuşlardır.

John Nada o kilisede gördüğü kimseleri bulur ve uzaylılara karşı (aliens) kurulmuş örgütte yer alır. Katıldığı seminerde uzaylıların dünyadaki karbondioksit ve metan çıkışını mahsus artırmakta olduklarını, bunu Dünyayı geldikleri yere benzetmek için yaptıklarını öğrenir. Lensleri Albert Hoffman adlı biri icat etmiştir. Bu kimsenin LSD’nin mucidi olduğundan söz edilmez tabii ki. Lensler sayesinde kara gözlük takmadan kurtulurlar ve rahatlıkla gerçek dünyayı izleyebilirler. Bu arada cable 54 adlı yerel bir televizyon vericisinden uzaylıları kamufle eden sinyalin verildiğini saptamışlardır. Nada güçlükle çatıya çıkar ve ölmek pahasına çatıdaki anteni imha eder. Son nefesini verirken zaferle uzaylılara fallus işareti yapar.

Işın kesilince Los Angeles sürprizlerle dolu bir yer olur. Barda sohbet eden kibar giyimli birinin, televizyonda haberleri veren spikerin ve daha bir sürü kimsenin Alien olduğu çıkar ortaya. Film seks yapan iki kişiden birinin şoke olmasıyla sona erer.

Carpenter’ın filmindeki politik mesajın yoğunluğu 1980’lerde iyice belirginleşen bir hastalıktan, popüler kültür ve politikanın giderek artan derecede ticarileşmesinden duyulan rahatsızlıktan kaynaklanmaktadır. Carpenter o sıralardaki deneyimini şöyle anlatır: “Tekrar televizyon seyretmeye başladım. Ve hemen gördüğümüz her şeyin bize bir şey satmak için dizayn edildiğini farkettim. Bütün istedikleri bizim bir şey satın almamızdı. Tek istedikleri şey paramızı almaktı. Bunlar bir çeşit Alien’dı ve bütün insanlığı hipnotize etmişti.”

Bu film yapılalı yirmi yılı geçti. Şu anda içinde bulunduğumuz ekonomik kriz bu Alien’lerin işi. Kan döken ve dünya çapında barışa izin vermeyenler de onlar. O bahsini ettiğimiz ışın sayesinde foyalarını belli ölçüde gizlemeyi başarıyor ve gerçeği çarpıtıyorlar. Işının acımasız hizmetkârları her yerdeler. Ama Nada’ların sayısı da artmakta.

Bir gün ışın kesildiğinde alienlar maskesiz kalacaklar. Maskeleri besleyen ışının kaynağı biziz. Mini Cable 54’ler hipnozla beynimize iliştirilmiş durumda. Işın onların yenilebilir olduğunu düşündüğümüzde kendiliğinden kesilecek.

 Bu kadar basit!

 

NOT (1 Ağustos 2020) – Artık onları tanıyoruz, bu nedenle çok aceleleri var. Hızlı değişim için Covid-19'u kullanan daha neler yapabilir. Dikkat!