Aybala’ya
Tozluta
İsmet Berdemir
beş gün önce öldü. Bedeni bir buçuk saattir toprağın altında. Katili benim.
Hırslı, aşırı kıskanç, acımasız, kötücül ve kendini beğenmiş biriydi. On sekiz
yıl önce babamın ölümüne neden olmuştu. İntikam soğuk yenmesi gereken yemektir
derler. Öyle yaptım. Dindar değilim, ama tanrının varlığına ve onun zihninin
bir bileşeni olduğuma inanırım. Sabrımın geçen zamana yaptığı basınç karşıma
akıl almaz nitelikte bir imkân çıkardı. Onu kullandım ve babamın katilinin
soluğunu kestim. Polisin modern araştırma laboratuvarları için tek bir iz bile
bırakmadım. Kendisine beslediğim kin herkes tarafından bilinmekteydi. Buna rağmen
kimse benden şüphelenmedi. Az önce cenazesinde de bulundum. Dostu azdı.
Sevmeyenleri yüzümde kendi düşüncelerini okumak için beni sık sık süzdüler. Onları
hayal kırıklığına uğrattım istemeden. Sakindim. Rahatlamıştım. Sonunda derimin
altında tenimi yakan ve kaşındıran zehirli dikenlerden yapılma alt deriyi söküp
atmıştım. Mutluydum ve değişimin tadını çıkarmaya hazırdım.
Kızlarağası
Hanı’nın Cevahir Bedesteni bölümüne girince cenaze nedeniyle kapattığım
dükkânımın önünde limon sarısı bir döpyes, aynı renkte topuklu ayakkabı, takmış
takıştırmış orta yaşlı bir kadının durduğunu gördüm. Vitrindeki eski parfüm
şişesi kolleksiyonuna vurulmuştu. Beş yıldır bu mesleğin içindeyim. Nesnelere
vurulmanın ne olduğunu iyi bilirim. Hem kendimden, hem de müşterilerimden.
“Merhaba, ben de
tam gitmek üzereydim.”
O nesneden
sıyrılma gücüm var temennisi sözleri. İsteğine vites küçülterek fiyatı kırma
taktiği.
“Tam vaktinde
geldim desenize.”
Kadının bol fondötenli
yüzünde gülümseme belirirken, ela gözleri bir tedbirlilik haliyle ışımaktaydı.
Yenilenen algı sistemimle kadının her bir azasına ayrı ayrı bakabilmekte,
hepsini bir arada görebilmekteydim.
“Hava bulutlu.
Yanıma da şemsiye almamışım.”
Elimle holün
bitimindeki kapıyı işaret ederek, “Daha bir iki saat yağmaz merak etmeyin.” dedim.
Kadın gözlerini yüzümden
ayırmadan başını salladı. “Belki...”
Kapıyı açıp
müşterimi içeri buyur ettim. Çocukluğunu altmışlı yetmişli yıllarda yaşayanlar
dükkânımda nostalji zerreleri solurlardı. O sıralarda kullanılan ve çok büyük
bir kısmı çoktan çöpü boylamış eşyaları bir arada görenler minik bir gençleşme
şokuyla sarsılır, ama talip oldukları nesnenin aslında pek makul olan fiyatını
duyduklarında kırk küsur yıl önce beş liraydı ayol demeden duramazlardı.
Nimet hanımın
çantasında sekiz yüz yirmi altı lira vardı. İstediği şeyin fiyatı sekiz yüzdü.
Mümkün olduğu kadar fiyatı kıracak ve sonunda şu elli parçalık parfüm koleksiyonunu alıp evine götürecekti. Sadece
çantasındaki paranın miktarını değil, düşünce ekranında kıpırdaşan şeyleri de
sezebiliyordum. Geliniyle çok sıkı kapışmışlardı geçen hafta. Pişmandı. Biricik
oğlu sevmiyordu böyle şeyleri. Belki kadına da buradan artacak parayla bir
şeyler alıp havayı yumuşatmayı deneyebilirdi. Evet. Öyle yapacaktı.
Bunları nasıl mı
biliyorum? Çünkü İsmet Berdemir’den ölesiye nefret ediyordum ve onu bertaraf
edecek olanla her türlü paktı imzalamaya hazırdım. Tabii böylesini hayal bile
etmem mümkün değildi. Sabah uyanınca gözlerimi bir parmak şaklatmasıyla
uçuşuverecek bir gerçekliğe açıyorum duygum hâlâ yatışmadı. Durmadan aynada
eski yüzümün tıpa tıp aynısını bulmanın şaşkınlığını yaşıyorum.
Çocukken evdeki
Tokalon marka pudra kutusunun üzerindeki bir resimden korkardım. Tokalon Petalia
pudraları kutusunun üzerindeki gülümseyen, saçları siyah küçük bone altında
gizli duran, cinsiyetini kestiremediğim kimseden korkardım. 1930’larda bir
Fransız firma tarafından üretilen pudra kutusunun üzerindeki Pierrot’nun siması
rüyalarıma girer ve uykularımın içine kâbus tohumları ekerdi. Sürekli olarak bu
kutuyu yok etme hayalleri kurardım. Her şeyi kökten değiştirecek olan çözüm bu
kutulardan biriyle geldi.
Üç ay kadar
önceydi. Meral adında Alsancak’tan tanıdığım yaşlı bir müşterim ablası vefat
edince ondan kalan bazı eşyaları görmem için bazılarını dükkânıma getirmişti. Bu
kutuyu hayatımdan çıktıktan bunca yıl sonra tekrar gördüğümde eski korkularım
depreşmedi. Çocukluk duygularım travmatik değildi. Unutmuştum hatta.
Sadece şaşkınlık. Şaşkınlık ve birşeyler olacak sezgisi.
Beynin ücra köşelerindeki bir kaşıntı.
Getirdiklerini
tümüyle birlikte satın aldım. Karton kutu haftalarca vitrinde durdu. Kimse ne
olduğunu bile sormadı. Bol bol bakıyor, ama üzerine konuşmuyorlar gibi bir
duygu edinmiştim. Bir gün seksenine merdiven dayamış bir kadın geldi. Kutunun
fiyatını sordu ve paketlememi rica etti. Pierrot resimli kutu gidince kendimi
bir garip hissettim. Kızını gelin veren bir anne gibiydim sanki.
Dükkânda kapağını
açtığım an canlanıyordu sık sık gözümde. İçinde uçuk kahverengi toz vardı. Bir
tutamcık toz. İçimden gelen bir hisle tozları çöpe dökmedim. Yıllarca gıda
mühendisi olarak çalıştım. Yarım yüzyılda kimyasının, özellikle renginin değiştiğini,
biraz topaklandığını düşündüğüm pudrayı görmekten ve dokunmaktan haz
duymaktaydım. Evet. O gün ilk kez dokundum. Parmağımın ucunda beliren minik elektrik
şoku bedenim tarafından soğuruluverdi. Hoş bir duyguydu. Susuzken ilk yudum
serin suyun boğazdan aşağı inmesi gibi. Aramızda bir bağ oluşmuştu. Travmatik
yerden değildi. Zamanında bu kutudan korkmuş ve bunu atlatmıştım. Daha derin,
gönüle nakışlanmış bir bağ gibiydi. Özlemeye başlamıştım. Bazen sabahları
kapıyı açarken o kutuyu masamın üzerinde görebileceğimi hayal ederdim.
İki hafta sonra
dükkânıma genç bir bayan geldi. Yanında kendi gibi kızıl saçlı olan beş
yaşlarındaki oğlu vardı. İki hafta önce gelen yaşlı kadının torunuydu. Kadın
adını söylemişti, ama unutmuştum. Meliha hanımın iki gün önce vefat ettiğini
evde kondan kalan bazı eşyalar olduğunu, istersem gidip bakabileceğimi söyledi.
Genellikle eşyalar buraya ayağıma gelir. Çok özel durumlarda evlere giderdim. O
kutunun hatırına dükkânı kapatıp kadınla beraber gittim.
Meliha hanım
Fuar’ın Lozan kapısına yakın oturuyordu. Hava güzeldi. Yolda sohbet ederek
yürüdük. Kadın Meral hanımın ablasını da tanıyordu. Bahsi açıldığında
‘Anneannem gibi o da uykusunda öldü. Nefes tıkanması.’ dedi. İkisi de seksenini
devirmiş insanlardı. O yaşlarda ölüm her an çat kapı içeri girebilirdi.
Çatı katı
odasında Meliha hanımdan kalan iki mukavva kutu dolusu eşya vardı. Kadın
öldükten sonra torunu ve kocası buraya kaldırmışlardı. Eski takılar, 45’lik
plaklar, üstleri kristal cam süslemeli düğmeler ve kozmetik malzemesi
kutularından ibaret küçük, zevkli ve para eder bir koleksiyondu. Özellikle de
parfüm şişeleri.
Kadın bir ara
aşağıya indiğinde yukarıda yalnız kaldım. Üzerinde Pierrot’nun olduğu kutuyu
alıp eski ve tozlu bir masanın üstüne koydum. Kapağı açtım. İçinde o tozları
bulamayacağımdan korkmuştum. Duruyordu.
Meliha hanım
kutuyu satın aldığında açıp içine bakmamıştı. Ağırlığından boş olduğu belliydi,
ama bunu biraz garip bulmuştum. Acelesi var gibiydi. Kadının sonradan bu
kehribar rengi granüle tozları görmüş olduğunu düşünmekteydim. İnsanın 150 lira
verdiği kutunun içine bakmaması mümkün müydü? Bu tür eşyalara meraklı birinin
hele.
Parmağımla
tozlara dokundum. O tanıdık şokla birden içimde yabansıl bir dirilme hissettim.
Aklım ve bedenim hızlı bir değişiklik geçirmekteydi. İlkinden çok farklıydı. Zihnim
kedinin sırtını kabartması gibi bir teyakkuz haline geçmişti sanki. Kapalı, ya
da yapışık duran kompartımanlar açılıyordu idrak odamın içinde. Algı gücüm
evren gibi hızla genişlemekteydi. Bunu çok açıkça hissetmekteydim. Kendi iddiasız
kadın bedenimin içine sığamaz hale gelmiştim. Bedenimin genişleyip büyüyerek
çatı katı odasına sığmaz hale geleceğini hayal etmekteydim ki, onu gördüm.
Tozun içinden
dışarıya süzüldü. Daha doğrusu hep öyleydi, ben bunu görebilir duruma
gelmiştim. İnsan şekilli değildi. Bütün odayı dolduran, her hücreme dokunan bulutumsu
bir yaratık gibi algılıyordum.
“Gene beraberiz.”
“Kimsin sen?”
“Bir hayat
nüshasıyım. Bu dünyanın mamulatıyım merak etmeyin. Evrim eğrisindeki minik sıçramalardan
biri. Kendimle varım. Zihin etkinliğimin
tesirindesin şu anda.”
“O iki yaşlı
kadın?”
“Rüyalarında
ahiret yolculuğu yaptılar.”
“Onları sen
mi..?”
Zihnimin içinde
tozun sesini dinlerken aşağıya giden kadını hatırlayıp basamaklara baktım.
Geldiği yoktu. Keskinleşmiş algılarımla iki kat aşağıda kadının telefonla
konuştuğunu duyabilmekteydim.
“Çok yaşlı ve
hastaydılar. Beni hissediyorlardı, ama ruh kapları çok eskimişti.”
“Yani?”
“Seni dinledim.
Düşüncelerini, hayallerini, gönlünün en kapalı kapılarının arkasındaki paslı
sürgülerin çekilme sesini.”
Anlattıklarında
varlığıma yönelik bir tehdit algılamıyordum. Benden bir şey istediği kesindi
yalnız.
“Sonra?”
“Sana en çok
istediğin iki şeyi de verebilirim.”
“Neymiş onlar?”
“Soğuk, ama leziz
mi leziz bir intikam yemeği. Bu küçük isteğin. Ve yepyeni bir algıyla zamanın
aşındırıcı sürtünmesinden azade olmak.“
Bu şeylerden biri
bile ruhumu satmam için yeterdi. Körün istediği bir gözdü. Vaadedilen bin.
Kabul ettim tabii ki. İki mukavva kutu eşyayı arabama yükleyip dükkânıma
götürdüm. Pierrot resimli kutu ise vitrindeki yerini almıştı yeniden. Mazmoz
olarak.
İsmet Berdemir
ara sıra dükkânıma gelir ve koleksiyon malzemeleriyle ilgilenirmiş gibi
yapardı. Esas niyeti hislerimin şiddetini ölçmekti. Çay ikramımı kırmaz havadan
sudan sohbet eder ve çeker giderdi. Gözlerimde ona karşı duyduğum kini
okumaktan zevk alan yanı çok belirgindi. Çaresizliğimden keyfi yağ bağlıyordu
adeta. Ona olan öfkemin çıkışsızlığından bal yapan bir arı gibiydi.
Bundan on sekiz
yıl önce babamla birlikte müteahhitlik yapmaktaydı. İnşaat mühendisi olan babam
ortağından ayrılmak niyetindeydi. İsmet bey bunu biliyordu. Birlikte yaptıkları
son projede inşa edilecek binaları az göstererek, fiyatı kırarak aldıkları bir
işi babamın sırtına yükleyerek ortaklıktan çekilivermişti. Babam bu işten
inanılmaz zarar etmiş ve o ana kadar sahip olduğu her şeyi kaybetmişti. İsmet
bey belgelerde sahtecilik yapmıştı. İyi bir avukat bunu mahkemede
kanıtlayabilirdi, ama zaten kalbi zayıf olan babam daha ilk celsede bulunamadan
ölüp gitmişti. Ben o sırada 18 yaşındaydım. Tek çocuk olarak mahkemede davayı
savunacak en uygun avukatı bulmam mümkün değildi. Annem de bu işlerden
anlamazdı. Sonuçta babamın üzerine olan üç daire ve bankadaki parası elimizden
gidivermişti. Neyse ki, annemin ailesinden kalan küçük bir geliri vardı da,
sokaklarda kalmamıştık.
İsmet beyin
hislerimin şiddetinden zevk alan yanı takip eden yıllarda benle ilişkiyi
sürdürmesine neden olmuştu. Alsancak’ta karşılaştıkça benimle babacan bir
şekilde konuşurdu. Dükkân açınca elinde bir buket çiçekle hayırlı olsun
ziyaretine gelmişti. Mutluydu. Artık sabit bir yerim vardı. İstediği zaman
gelip hiddetimden ve çaresizliğimden bal üretebilirdi. Sadece bu değildi. Bana
bakışlarında şehvetin de izini görebiliyordum zaman zaman. Hayalinde kimbilir
hangi hizmetleri vermekteydim. Bunu da belli ederek tiksintimi körüklüyordu
haliyle.
Tokalon kutusu civayla
parlatılmış zokanın ucundaki kıvır kıvır karides gibi baştan çıkarıcıydı. Bir
çok müşterinin dikkatini çekiyordu. Satın almak isteyenlere satıldığını
bildiriyordum. Sıkça gelen müşterilerimden biri, ‘O halde niye hâlâ vitrinde
tutuyorsun’ deyince alıcının yurtdışında olduğu mavalını uydurmuştum.
Sonunda
beklediğim şey oldu. İsmet beyin bir doksanlık iri yarı kalıbı kapımın önünde
beliriverdi. Heyecanımı belli etmemek için onu görmezden geldim ve okuduğum şeye dalmış numarası yaptım.
“Tünaydın
efendim.”
“İsmet bey siz
misiniz?”
Adamın bembeyaz
takma dişleri pırıldadı. “Ta kendisi. Nasılsınız görmeyeli?”
Alaycı, kendinden
aşırı emin halleri asfalyalarımı attırmalıydı, ama öyle olmadı. Koca göbekli,
kart, kurnaz ve kötücül torik zokanın etrafında dolanıyordu. Kendinden emin
görünümümü gizlemek için masamın üzerindeki birkaç şeyi düzelttim ve “Çay içer
misiniz?” diye sordum.
İri mavi gözleri
halimde bir yenilik ve başkalık saptamıştı. Merakla parlamaktaydı.
“Bugün tıpkı
rahmetli babana benziyorsun.”
Bu sözleri beni
tahrik etmek için kullanırdı ve her zaman başarılı olurdu. Yüreğim kanar,
öfkeden yüzüm kızarır ve kekelerdim. Bu defa öyle olmadı. Dükkânda başka
müşteri yoktu. Vitrinden Tokalon kutusunu alıp masanın üstüne koydum. “Bakın
burada sizin için bir şey var.”
İsmet bey bendeki
şiddetli değişimin niteliğinden etkilenmişti. Gözlerinde ilk kez korku
dalgasının öncüsü olan bedbeklenti zerrelerini gördüm. Yüz kiloluk bedeninin
heybeti sönen bir körük gibi biraz büzülmüştü.
“Nedir?”
Karton kutunun
kapağını açarak içindeki tozu gösterdim. Bir tutam tozda kaderini seyretti
saniyeler boyunca. Sonra beklediğim şeyi yaptı. Sol elinin işaret parmağıyla
toza dokundu.
“Kaç... kaç para
bu?”
“150 ama,
satıldı. Sahibi şu anda yurtdışında. İki gün sonra gelip alacak.”
Kutunun kapağını
kapattım ve vitrine koydum. Arsız bir çocuğun önünden çikolata kutusunu
kaçırıyor gibiydim. İsmet bey elini bana doğru uzatmıştı. Toparlanarak kendine çeki
düzen verdi. Saatine baktı. Acil bir işi olduğunu hatırlayarak çekti gitti. Çaydan
maydan vazgeçmişti.
O akşam dükkânı
kapatıp giderken Tokalon’u yanımda götürdüm. Dükkândaki işi bitmişti. Onu bir
banka kasası beklemekteydi. Bundan önce bir iki şey yapmam gerekmekteydi.
Ertesi gün veteriner bir dostumla buluştum. Lisedeyken yediğimiz içtiğimiz ayrı
gitmeyen arkadaşlardık. Hep iyi dostlar kalmıştık. Uyuşan tiplerdik. İkimiz de kitapları,
filmleri seviyorduk. Hayalciydik, bekârdık ve çocuk sahibi değildik. Ona
sebebini sormadan bir şey yapmasını rica ettim. Ne istediğimi duyunca küçük bir
şok geçirdi haliyle. Ama çok iyi dostumdu. İstenileni yaptı ve sol ayak
parmaklarımdan en küçüğünü dibinden kesti. Cebimde parmağım, ağrı kesici
haplarım taksiyle eve geldim. Ertesi gün dükkânı açmadım. Küçük parmak demeyin
ağrısı müthişti. Ağrı kesicilerin şiddeti hafiflediğinde gözlerim doluyordu.
Üçüncü gün ağrılarım bayağı hafiflemişti,ama yürürken bazen ansızın çakan bir şimşek
şeklinde beliriyordu. O gün evde kuyumcu bir tanıdığımdan ödünç aldığım bir
hamlaçla kesik parmağımı yakarak küle çevirdim. Camlar açık olmasına rağmen
evin içi yanık et kokusuyla dolmuştu. Ayak parmağımın külüyle Tokalon
kutusundaki tozları karıştırıp kutuyu kiraladığım banka kasasına koydum.
Dördüncü gün
dükkânımı açtım. Gelen çaycıya bir ada çayı söyledim. İlk yudumumu alırken
haber geldi. İsmet bey gece uykusunda ölmüştü. Telefonla arayan uzak bir
arkadaşımdı. İsmet beye olan duygularımı biliyordu. Herkes biliyordu. İsmet bey
72 yaşındaydı. Maşallah 102’yi bulur gibi görünmekteydi. Maalesef bu mümkün
olmayacaktı. Varislerinden hiçbiri otopsi yapılsın istememişti, ama gene de
düşmanı çok olduğundan cesedi adli tıbbın masasını boyladı. Bir şey
bulamadılar. Ciğerlerinden bolca ev tozu çıktığı rivayet edildi. İsmet bey bir
tutam tozda kaderini bulmuştu.
Google’a Tokalon
Petalia yazmam yetmişti. İtalyada adı Pedrolino olan halk masalı kahramanı
Pierrot’nun Columbine’e aşkı dillere destandı. Kökü Anadolu’ya dayanan 4000
yıllık bir öyküydü. Romeo ve Juliet, Ferhat
ile Şirin, Kerem ile Aslı şeklinde çeşitli öykülere de model olmuştu. Youtube’den
bulduğum şarkının ilk satırları zihnimde dans etti durdu bir süre. Sonunda
dayanamayıp Türkçeye çevirdim ve yeniden besteledim.
Ay ışığının altında, dostum Pierrot,
Kalemini ödünç ver, böylelikle bir kelime
yazabilirim.
Mumum yandı bitti, ışığım namevcut artık
Tokalon kutusunun
içindeki yaşam şekli bu öyküler kadar eskiydi. Bu öyküleri esinleten zihindi
belki de. Homo Sapiens’den daha yaşlıydı. 218 yıl önce İzmir’e Libertà adlı bir İspanyol
gemisiyle gelmişti. O zamandan beri bir sürü yer değiştirmiş, kutulardan
yuvaların içinde ev ev gezmişti. Şimdi bana talip olmuştu. Columbine rolünü teklif ettiği ilk
kimseydim kendi deyişiyle. Bunu kabul etmiş ve bedenime ait tozlarla birleşmeyi
gerçekleştirmiştim. Şu ana kadar yüzlerce sıfatla anılmıştı haliyle. Tozdan ve
İspanyol gemisinden esinlenerek ona Tozluto adını takınca çok beğendiğini
söyledi. Yeni bir aşk masalı yapımdaydı. Tozluto ve Tozluta.
Her zaman
hayalci, dar mekânlara, sıradan yaşamlara sığmayan biriydim. Annem sık sık
yıldızın çok oynak kızım derdi. Yıldızımın son kıpırtısı muhteşem. O şey benim
bedenimde yeniden diriliyor. Birlikte kim bilir nelere tanık olacağız. İçimde
korkunun zerresi yok. Aşk hikayelerine esin kaynağı olan bir şeyin kötücül yanı
asla ağır basamaz.
“Nimet hanım.” dedim sarı döpyesli kadına.
Adını hiç söylememişti, ama bunu unutmuştu haliyle. “Bugün şanslı gününüz. O
eşsiz parfüm şişesi koleksiyonunu size 700 liraya bırakmaya karar verdim.”
Kadının yüzü
gülmüştü. “Ah, sağolun, ben de...”
Nimet hanım parfüm
şişeleri ve gelini için aldığı kırmızı vazo ile kapıdan çıkarken gözlerinde mutluluk
kelebekleri kıpır kıpır bana el salladı. Aynı şekilde karşılık verdim. Bu arada
kesik sol ayak parmağım tatlı tatlı kaşınmaktaydı. Yeni hayatım da belki böyle
bir şeydi. Kopan gidenin yerini dolduran latif bir hayal.
Çeşme,
Temmuz 2009
------------------------------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder