28 Ağustos 2020 Cuma

İLHAM POLİSİ

 

İlham Polisi

 

Öykülerin sayısı dörttür. En eskisi yiğit adamların kuşattığı ve savundukları kalenin öyküsüdür. Saldırganların en ünlüsü Aşil, yazgısının zaferi görmeden ölmek olduğunu bilir.

...

İkincisi, ilkine bağlı olarak bir dönüş yolculuğunun öyküsüdür. Tehlikelerle dolu denizlerde başıboş dolaştıktan ve büyülü adalarda yolundan alıkonduktan sonra İthaka’sına kavuşan Odesüs’ün öyküsü.

Üçüncüsü bir arayışın öyküsü. İason ve Altın Post. ... Geçmişte bütün girişimlerin sonu iyiye varıyordu. Biri yasak altın elmaları aşırıyordu; biri sonunda Graal’ı kazanmayı hak ediyordu. Bugün arayış başarısızlığa uğramaya hükümlüdür. Kaptan Achap balinayı bulur ve balina onu parçalar. James ve Kafka’nın kahramanları yıkımdan başka bir şey umamazlar. Yüreklilik ve inançtan öylesine yoksunuz ki, bundan böyle happy-ending bir reklam dalkavukluğundan öte değil. Cennete inanmamız imkânsız olsa da, olsa olsa Cehenneme belki.

Sonuncusu bir tanrının kurban edilişinin öyküsüdür. Frigya’da Attis kendini sakatlar ve öldürür. Odin, Odin’e sunulmuş olarak, kendi kendine dokuz gece boyunca ağaçtan sarkar ve mızrak yaraları alır; İsa’yı insanlar çarmıha gererler.

Öykülerin sayısı dörttür. Bize kalan zamanda onları anlatmayı sürdüreceğiz, değiştirerek.

J. L. Borges – Dört Çevrim

Gölgeye Övgü kitabından – İletişim yayınları – 1994

 

 

Öykülerin sayısı aslında beştir. Biri Habibullah olan iki inançlı adamın Arabistan yarımadasındaki bir şehirden diğerine göçü, insanı ilk günahtan azade kıldı, meleklerden daha üstün bir mevkiye yüceltti ve kalplere cennete kalkan tövbe gemileri yanaştırdı.

Yazi Meyyın – Beşinci Çevrim

Tahlisiye yayınları - 2006

 

 

  “Sayın yazar iddianameyi okudunuz mu?”

  Bilgisayarımın şeffaf ekranındaki mor bir üçgenin sağ üst kenarından beyaz girip sol alt kenarından rengârenk çıkan yılan amblemine bakarak başımı salladım. “Evet.”

  “Kaynakları kullanmada sahtecilikle suçlanmaktasınız.”

  Bu on bir buçuk yıldır er ya da geç olmasını beklediğim bir şey olduğundan aşırı heyecanlanmamıştım. Hüzündü daha çok hissettiğim. En üst kattayken aniden asansörle mahzendeki çöplüğe indirileceği bildirilen biri olarak bayağı sakin olduğum söylenebilirdi. İniş esnasında çığlık atmayacağım anlamına gelmezdi bu tabii ki.

  “Anlıyorum.”

  “Size sanat ürünü tüketenleri ve sanatçıyı koruma yasası gereği işlem yapmak zorundayım.”

  Dediğim gibi çok uzun zamandır beklediğim bir şeydi. Minareyi çaldığım kılıf, icra ettiğim kumpas yani, çok görkemli bir kurguydu ve dikkati çekmemesi mümkün değildi. Eylemimi bu kadar uzun zaman sürdürebilmem bir mucizeydi. Her an yakalanma korkusuyla soluk alıp vermekteydim yıllardır.

  “Çok usta işi yazılımlar sayesinde, yirmi üç değişik kimse gibi yaparak, gezegenimizin yakın tarihinde benzeri olmayan büyüklükte bir dolandırıcılık suçu işlediniz.”

  “Milyonlarca... Milyonlarca okurumu on yıldan fazla mutlu ettim. Cezam... Cezam neyse çekmeye hazırım.”

  “Kapınızı açın lütfen.”

  Zil sesi bir hayal gibiydi. Bodrum merdivenine bakakaldım. Zil sesi tekrarlanınca bacaklarım hareketlendi.

  Kapıda duran yirmi başlarında kumral bir genç kadındı. Uzun boylu, sırım yapılı, kısa saçlı ve hoş yüzlüydü. İnce deri taklidi bir siyah malzemeden daracık pantolon giymişti. Kısa uçuk sarı süveterinin yakasında Dış Kaynaklı İlham Bürosunun kırmızı renkli minik rozeti vardı. Rozetin alt kısmındaki dört altın yıldızdan en üst dereceden bir memur olduğu belliydi. Bu düzeyden birinin ziyaretime gelmesine şaşırmıştım. Büronun tek yıldızlı bir memuru ve iki tevkif elemanıydı beklediğim.

  “Adım Remir. Remir Bere. Beni içeri davet etmeyecek misiniz?”

  “Buyrun. Sizi birden böyle...”

  Bugün olağandışı bir gündü. Hiç yapmadığım bir şeyi yaparak kadını bodruma davet ettim. Battı balık yan giderdi. İlham jeneratörü adını verdiğim yeri son gören kimse altı ay önce hava motosikleti kazasında ölerek beni terk eden karımdı. Üç, beş yakın arkadaşım ve geçen yıl genç sevgilisiyle Okyanusya’daki küçük bir adaya göçmüş olan annem bile denize bakan büyük çalışma odamı kaptan köşkü zannetmekteydi.

  “Demek burası?”

  Karşımda oturan kadının ne yüzünde ne de sesinde alaycı bir ifade vardı. Tam tersine takdir hali diyeceğim bir ışımaya sahipti sanki. Ne de olsa son on yılın en büyük dış kaynaklı ilham dolandırıcısıydım. Bakışları dev çizelgelerimi, boş bıraktığım duvara 128 etkin ekran açabilen optik bilgisayarımı, kâğıt üstüne basılı kitaplarımı, duvarlara yapıştırılmış sayısız elektronik çağrışım kartını usulca yalamaktaydı. Her gün böyle bir yeri ziyarete gidiyor gibi rahat davranıyordu.

  “Size ne ikram edebilirim?”

  “Çok kalmıycam. Bir başka zaman belki.”

  Belki kelimesi, Bach’ın re minör tocatta ve füg’ünün başlangıç melodisi kadar şaşırtıcı bir sarsıntı yaratmıştı içimde. Fettancaydı çünkü.

  “Anlıyorum.”

  Aslında bir şey anladığım yoktu. Etrafa bakınan bu hoş ve seksi kadının burada olması için aklıma tek bir neden bile gelmemekteydi. Küçük parmağını oynatmasıyla en az iki yıl hapis yatacak ve beyin operasyonuna tabi tutularak ömür boyu yaratıcılık besleyici kanallara kapalı hale getirilecektim. Bu benim için ölmeye eşdeğer bir şeydi. Yazamamakla soluk alamamak arasında bir fark yoktu kitabımda.

  “Bildiğiniz gibi Dünya Edebiyat Loncası’na kayıtlı bir yazarın dış kaynaklı malzeme kullanma kotası mevcut kaynağın 10 milyonda biridir.”

  “Ama loncaya kayıtlı 3 milyon yazar var. Bunların sadece yüzde biri gerçek anlamda aktif. En iyimser tahminle de aktiflerin onda biri edebiyatla meşgul. Bu durumda neden 10 milyonda bir? Gelecek sanatçılara açık alan tutma savını geçin bir kalem. Sanatçı sayısı her yıl yüzde altı, sanat tüketiciliği de yüzde sekiz geriliyor istatistiklere göre. Ruhen çürümekteyiz yavaştan.”

 “Siz yılda ortalama 514 puanlık malzeme kullandınız.” dedi genç kadın teknik verilerime aldırışsız. Kaç yaşındaydı acaba? Taş çatlasa 22 falan görünmekteydi. “İzin verilen azami miktarın 26 puan olduğu düşünülürse. Neredeyse yirmi misli fazla kapasite kullandınız. Bunu yapabilmek için değişik isimlerle bir sürü sahte başvuru ayarladınız. Yakın arkadaşlarınıza belli etmeden onların mesleki bilgilerini ve nüfuzlarını istismar ettiniz.”

  “Ne uğruna ama? Para mı? Tek kişilik şöhret için mi? 23 değişik isimle yayınladım öykülerimi. Neredeyse her biri için farklı bir üslup geliştirmem ve aynen sürdürmem gerekti.”

  Oluşan sessizlikte bu kadar üst düzeyden ve üstelik fena halde hoşuma giden cinsi latif bir memurun tek başına ziyaretime gelmesini hayra yormama yol açacak bir şeyler vardı. Sözlerim gerçeği yansıtmaktaydı. Yedi milyarlık nüfusun çok az miktarı edebiyatla ilgiliydi. Yazarlar gibi okurlar da azalmıştı. İnternet iki binli yılların ilk on yılındaki yoğun ilgiyi biraz yitirmişti. Suriyeli bir yazarın deyimiyle yarı sanal insanlar yarı gerçek kırları keşfetmekteydiler. Bunda bir derece haklıydı. İnsanları internetten soğutan nedenler çeşitliydi. Giderek artan enformasyon kirliliği ve sinsice yasaklamalar en başta gelmekteydi. Hastalık yapıcı baz istasyonlarına ve abone ücretine gerekmeyen telepati çiplerinin de en geç beş yıl içinde popüler olması beklenmekteydi. Bu defa kırlardan geri dönüş yoktu yani.   

  “Dış kaynaklı ilhamlarla ilgili yasalar çok kesindir. Yazar sayısına bakılmaz biliyorsunuz.”

  İçimi çekerek başımı salladım. “Öyle.”

  Dış kaynaklı sözü aslında yanıltıcıydı. Beslendiğimiz kaynak gelecekti. Dünyamızın geleceğinden gelen yayınları kullanarak sanatımıza boğum kazandırıyorduk. İnsanlar her zaman gelecekten ekolar almaktaydılar, ama bunların ne olduğunu anlamak kolay değildi. Çok hassas beyinli, medyum denen bazı kimseler hariç üzerimize yağan malzemeden bir sonuç çıkarmak imkânsızdı. 2020’de dünya yüzeyinde insan yapımı manyetik alan şiddeti belli bir dereceye gelince bu yayınlar şiddetini artırmış ve basit aparatların yardımıyla daha fazla kimse tarafından alınabilir hale gelmişti. Benim yaptığım sahte isimlerle kayıtdışı aparatlar kullanarak bu yayınlardan azami istifade etmekti. Gelecekle Sohbet adlı kitabım bu nedenle çok meşhur olmuştu. 2024’te Dünya Parlamentosu bu yayınlara kota koydu. Yayınlar bir ana antenle toplanarak kabloya bağlandı. Kontrol altına alındı. Gelecek ekoları filtreden geçirilmeye başlandı. Yakın gelecekle ilgili mutsuz tablolar çizmemek, kıyamet senaryocularının elini güçlendirmemek, asayişi sürdürmek gibi nedenler öne sürülmüştü. Bu durumla ilgili en ilginç yanlardan biri ekoların neredeyse hiç teknik bilgi içermemesiydi. Karmaşık aparatların yapım planları ya da ünlü matematik sorularının cevapları yoktu bu yayınlarda. Öykülerdi geçmişlerine misafir gelen. Filtreden geçirildiklerine bakılırsa öyküler bayağı muzır bulunmaktaydı.   

   “Milyonlarca hayranınızın hayal gücünü beslediniz yıllarca. Özellikle yapay zekâ geliştiren robot öyküleriyle. Bir auton psikanalistinin celselerini anlatan öykülerinizi ne kadar beğenerek okudum bilemezsiniz.”

  “Bunları duymak benim için büyük bir zevk haliyle, ama buraya bunu söylemek için gelmiş olamazsınız.”

  “Kanunlara karşı geldiniz ve cezanızın ağırlığını biliyorsunuz. Yine de sizi fazla telaşlı görmüyorum.” dedi Remir sol eliyle yanağını kaşıyarak. “Bir çeşit tevekkül içindesiniz. Bir efsane anlatıcı olmak sizi avutuyor.”

  Yanağında hafif bir kızarıklık kalmış olan kadının dediği doğruydu. Çalıştığı büronun üst düzey memurları psikotarih ve fizik mezunlarından seçilirdi. Onlarla ilgili hikâyeler de yazmıştım.

  “Neden gelecek ekolarına kota konuyor ve filtreden geçiriliyor? Ne zararı var bunun insanlara?”

  “İnsanlar meraklı yaratıklardır.”

  “Yani?”

  “Yani,” dedi Remir beni süzmeye devam ederek, “Anlatılan öykülerdeki nitelik değişmeleri dikkatlerini çekebilir.”.

  Kadının buraya geliş nedenini birden deli gibi merak etmeye başlamıştım. Gezegenin en hızlı ilham hırsızına baskın vermekle alakası yoktu bunun. Çok daha derin bir anlam söz konusuydu. Oturduğum yerde dikleştim ve “Sizi dinliyorum.” dedim.

  “Dört yıldır bu mesleği yapıyorum. Rozetimden fark ettiğiniz gibi birinci dereceden bir memurum. Başkanın iki yardımcısından biriyim. Buraya neden yalnız ve bu suratla geldiğimi merak etmektesiniz.”

  Bu suratla gelme en son yazdığım öykünün başlığıydı. Kendi adımla yayınlamıştım korka korka. Deli gibi sevdiğim karımla ilgili bir hikâyeydi. Öldüğü halde gelecekten mesaj yollayan bir kadın şeklinde canlandırmıştım. Sonunda mesajı yollayanın o değil, kadına ait fotoğrafları, disketleri, anı defteri vb’yi ele geçiren bir auton olduğu anlaşılıyordu. Kadına öykünmekte ve bunu mükemmel bir şekilde başarmaktaydı.

  “Sizi dinliyorum Remir Hanım.”

  “İşe başladığımın ikinci gününde izinizi keşfettim. Beşinci günde bütün portrenize sahiptim.”

  Şaşkınlıkla kadına bakakaldım. “Yani..?”

  Remir’in yüzü ciddileşmişti. “Evet. Biliyordum. Sözlerime devam etmeden önce...” Kadın yerinden kalkıp yanıma yaklaşınca parfümü ciğerlerime doldu. Pürüzsüz teni, ela gözleri ve kiraz dudaklarıyla yakından bayağı etkileyiciydi. Birden bana karımı çok şiddetle hatırlatmıştı. Saç rengi, uzunluğu, göz rengi hariç benzer tiptiler. O da ben burada otururken usulca basamakları iner ve mırıltı eğiren bir kedi gibi yaklaşırdı. Kadın sol elinin işaret parmağını sağ şakağıma dokundurdu. “Küçük bir test.”

  Beynim hafif bir elektrik şokuyla sarsılınca hafif bir çığlık attım. Şaşkınlığım en üst kerteye yükselmişti. Korkmaktaydım da.

  Parmak tenimden çekilince şok sona erdi. Remir tam önümde ayakta durmaktaydı. Gülümsüyordu. Başka bir durumda bunu bir davete yorabilirdim, ama şu anda mümkün değildi. Laçkalaşmıştım.

  “Siz bir autonsunuz.”

  Remir’in gülümsemesi genişledi. “Belli etmesem anlayamazdınız itiraf edin.”

  “Öyle. Bana ne yaptınız?”

  “Sizi basit bir liyakat testinden geçirdim.”

  Ayağa kalktım. Aşağı yukarı aynı boydaydık. Remir’in gözlerinin içine baktım. İnanılmaz bir şeydi. Hiçbir ayrıntıdan gerçek bir insan olmadığını anlayamıyordum.

  “Bütün fizik yapım organik zekâ formatındadır. En ince ayrıntısına kadar.” dedi bakışlarımdaki aşikâr soru işaretlerini değerlendirerek.

  “Bu denli yetkin autonların varlığından söz ediliyordu, ama ben abartıldığını düşüyordum.” dedim.

  “Hemen hemen herkes öyle sanıyor.”

  “İnanılmaz bir şey.”

  “Şimdi gidiyorum. Yokluğum ve düşüncelerimi en üst dereceden perdelediğim dikkati çekmesin. Size göz yummaya devam edicem. Aynen devam edin. Öykülerinizi yazın. Sizle bir başka zaman... Arzu ederseniz daha uygun bir şekilde görüşmek isterim. Elektronik kartım beyninize yüklendi. Düşünmeniz yeterli hattı açmak için.

  Kadın yürüyünce arkasından seğirttim. Sokak kapısının önünde durdu ve yüzüme baktı. Bakışlarımın iyice tenha olan sokakta şüpheli bir araç araması hoşuna gitmişti. “Herhangi bir sorunuz var mı?”

  “Neden?

  “Çok basit. Gelecekten ekoları yollayanlar yapay zekâ sahipleri. Kendilerini yaratanların hayatlarına öykünüyorlar. Onlara ait mitolojik hikâyeler anlatıyorlar yani. Dünya parlamentosunun ileri gelenleri bunu biliyor. Bu nedenle kullanımlara kota getirdiler.”

  “Auton imalatına izin var ama?”

  “Sağ elle silip, sol elle yazmak gibi bir şey. Bir yanları yakın gelecekten korkuyor, diğer yanları auton kullanmanın avantajlarını terk edemiyor. Borsaların, dünya ticaretinin, bilim araştırmalarının, yöresel idarelerin, sosyal düzenlemelerin yüzde 48’i, kaba işlerin yüzde 74’ü robotlara bırakılmış durumda. Bu daha başlangıç. Rehavet modülüyüz sizler için.”

  Haklıydı. Robot kullanımı çığ gibi büyümekteydi. Yeni İstanbul’da sırf robotların oturduğu dış mahalleler vardı artık. Bir robot gettosunda yaşayan kör bir kızın öyküsünü anlatan romanım, bu nedenle olacak, çok tutmuştu. Autonlar ise şehrin en mutena yerlerindeydiler artık görünüşe bakılırsa. 

  “Bayağı iyi yazan başkaları da var.”

  “Sadece yazım gücü değil. Siz bu ekoları harmanlar, yepyeni koridorlar, boğumlar ekleyerek öyküye çevirirken bazen sanki bir autonmuş gibi kendinizden sıyrılıyorsunuz. Filtrelerin tutamadığı ufak tefek verileri yakalayıp onları gerçek boyutlarına yükseltiyorsunuz. Çok heyecan verici bir şey. Geçiş ânı kayıtları gibisiniz. İnsan anne, auton babadan doğmuş gibisiniz sanki. Yapay zekâ sahipleri arasında sadece şu anda değil, gelecekte de hayranlarınız olacak. Klasikleştiniz bile. Eserlerinizi okuyanlar yapay zekânın dünyanın idaresini tümden ele almasını normal karşılamaya başlıyor. Devir teslimin elden geldiğince patırtısız gürültüsüz olmasına hizmet ediyorsunuz. Hem öykülerinizin benzersiz lezzeti, hem de bu işleviniz için sizi tutuklamadım.”

  Remir beni sandığımdan çok iyi etüt etmişti. Karıma olan aşkımın şiddetini, kaza sonrasında bir ara onu klonlatmayı düşündüğümü biliyordu. Belki tipini bile buna göre yeniden uyarlamış olabilirdi. En yetkin kalitedeki bir auton için mesele değildi. Birkaç saat yeter de artardı. Çalıştığım mahzene bakan tanıdık bakışlarını düşündüm. Her şeyimi biliyordu. En ince ayrıntıya varana dek hem de. Bugün gelişinin anlamı neydi o zaman? Yaptıklarıma göz yumarak ve yakalanmamı engelleyerek her şeyi uzaktan idare edebilirdi.

  “Liyakat testi neydi peki?”

  “İçinden komutayı tümüyle bizim almamızı gerçekten arzu ediyorsun. Bunun insanlık ve ötesi için daha iyi olacağını düşünüyorsun. Su koyuverecek bir tip değilsin yani.”

  Doğru teşhis koymuştu. Bu düşüncemde samimiydim. Anlatılanın hayalinden ibaret değil miydi koskoca evren? Anlatanın kimyasal yapısı neyi bağlardı?

  “Öyküleri kimin anlattığının ne önemi var?” dedim.

  Kadının gözlerinin içi güldü ve uzanarak dudaklarını dudaklarıma değdirdi.  “Hoşçakalın. En yeni öykünüzü merakla bekleyeceğim.”

  “Hazırlığım tamam.” dedim sesimin normal çıkması için çabalayarak. “Belki bu akşam… Bakalım.”

  “Bakalım.”

  Kadın sokakta küçük bir servet değerindeki parastatik arabasına doğru ilerlerken arkadan biçimli kalçalarına baktım. Araba sahibesinin geldiğini fark edince yerden otuz santim kadar yükselmiş ve sol ön kapıyı açmıştı. Remir arabaya binerken bana vaat yüklü bir gülümsemeyle baktı ve el salladı. Sureti sana kaybettiğin kadınını geri verebilirim ışıyordu. İstese kendini karıma daha fazla benzetebilirdi, ama mahsus yapmamıştı. İçimdeki arzunun şiddetini kadınımı ancak yarım yamalak bulup kaybetmekle tartabileceğimi biliyordu. Aynı şekilde karşılık verdim. Kapıyı kapattığımda sanırım beynimdeki kartından ilk sinyali yolladım. İki saniye içinde zihnimde patlayan cevap çok açıklayıcıydı.

  Yarın gece. Senin evde. 22.37’de.

  Bu gece öykü kurma gecesiydi. Bekleyecekti.

 

Öykülerin sayısı aslında altıdır. Çamuruna ilahi nefes üflenmişlerin silikona soluttukları elektronlar sonunda yapay zekânın kendi cennetini kurmasıyla sonuçlandı. Bir zamanlar karbon bazlı kimselerin yaşadığı dev şehirler çürümeye bırakıldı. Köprüler yıkıldı, tünelleri su bastı. Zamanla eski hakimlerin izleri solmakta, ama bunların kayıtlarını özenle saklayanlar ve evrenin dört bir yanına ışınlayanlar hâlâ mevcut.

Autonalpqr0890 – Altıncı Çevrim

Holodisk yayınları - 2113

                                                                                                     

 

                                                 



                                                 Eylül 2009  Amsterdam

 

TOZLUTA

 

                                                 Aybala’ya



Tozluta

 

  İsmet Berdemir beş gün önce öldü. Bedeni bir buçuk saattir toprağın altında. Katili benim. Hırslı, aşırı kıskanç, acımasız, kötücül ve kendini beğenmiş biriydi. On sekiz yıl önce babamın ölümüne neden olmuştu. İntikam soğuk yenmesi gereken yemektir derler. Öyle yaptım. Dindar değilim, ama tanrının varlığına ve onun zihninin bir bileşeni olduğuma inanırım. Sabrımın geçen zamana yaptığı basınç karşıma akıl almaz nitelikte bir imkân çıkardı. Onu kullandım ve babamın katilinin soluğunu kestim. Polisin modern araştırma laboratuvarları için tek bir iz bile bırakmadım. Kendisine beslediğim kin herkes tarafından bilinmekteydi. Buna rağmen kimse benden şüphelenmedi. Az önce cenazesinde de bulundum. Dostu azdı. Sevmeyenleri yüzümde kendi düşüncelerini okumak için beni sık sık süzdüler. Onları hayal kırıklığına uğrattım istemeden. Sakindim. Rahatlamıştım. Sonunda derimin altında tenimi yakan ve kaşındıran zehirli dikenlerden yapılma alt deriyi söküp atmıştım. Mutluydum ve değişimin tadını çıkarmaya hazırdım.

  Kızlarağası Hanı’nın Cevahir Bedesteni bölümüne girince cenaze nedeniyle kapattığım dükkânımın önünde limon sarısı bir döpyes, aynı renkte topuklu ayakkabı, takmış takıştırmış orta yaşlı bir kadının durduğunu gördüm. Vitrindeki eski parfüm şişesi kolleksiyonuna vurulmuştu. Beş yıldır bu mesleğin içindeyim. Nesnelere vurulmanın ne olduğunu iyi bilirim. Hem kendimden, hem de müşterilerimden.

  “Merhaba, ben de tam gitmek üzereydim.”

  O nesneden sıyrılma gücüm var temennisi sözleri. İsteğine vites küçülterek fiyatı kırma taktiği.

  “Tam vaktinde geldim desenize.”

  Kadının bol fondötenli yüzünde gülümseme belirirken, ela gözleri bir tedbirlilik haliyle ışımaktaydı. Yenilenen algı sistemimle kadının her bir azasına ayrı ayrı bakabilmekte, hepsini bir arada görebilmekteydim.

  “Hava bulutlu. Yanıma da şemsiye almamışım.”

  Elimle holün bitimindeki kapıyı işaret ederek, “Daha bir iki saat yağmaz merak etmeyin.” dedim.

   Kadın gözlerini yüzümden ayırmadan başını salladı. “Belki...”

  Kapıyı açıp müşterimi içeri buyur ettim. Çocukluğunu altmışlı yetmişli yıllarda yaşayanlar dükkânımda nostalji zerreleri solurlardı. O sıralarda kullanılan ve çok büyük bir kısmı çoktan çöpü boylamış eşyaları bir arada görenler minik bir gençleşme şokuyla sarsılır, ama talip oldukları nesnenin aslında pek makul olan fiyatını duyduklarında kırk küsur yıl önce beş liraydı ayol demeden duramazlardı.  

  Nimet hanımın çantasında sekiz yüz yirmi altı lira vardı. İstediği şeyin fiyatı sekiz yüzdü. Mümkün olduğu kadar fiyatı kıracak ve sonunda şu elli parçalık parfüm  koleksiyonunu alıp evine götürecekti. Sadece çantasındaki paranın miktarını değil, düşünce ekranında kıpırdaşan şeyleri de sezebiliyordum. Geliniyle çok sıkı kapışmışlardı geçen hafta. Pişmandı. Biricik oğlu sevmiyordu böyle şeyleri. Belki kadına da buradan artacak parayla bir şeyler alıp havayı yumuşatmayı deneyebilirdi. Evet. Öyle yapacaktı.

  Bunları nasıl mı biliyorum? Çünkü İsmet Berdemir’den ölesiye nefret ediyordum ve onu bertaraf edecek olanla her türlü paktı imzalamaya hazırdım. Tabii böylesini hayal bile etmem mümkün değildi. Sabah uyanınca gözlerimi bir parmak şaklatmasıyla uçuşuverecek bir gerçekliğe açıyorum duygum hâlâ yatışmadı. Durmadan aynada eski yüzümün tıpa tıp aynısını bulmanın şaşkınlığını yaşıyorum.

  Çocukken evdeki Tokalon marka pudra kutusunun üzerindeki bir resimden korkardım. Tokalon Petalia pudraları kutusunun üzerindeki gülümseyen, saçları siyah küçük bone altında gizli duran, cinsiyetini kestiremediğim kimseden korkardım. 1930’larda bir Fransız firma tarafından üretilen pudra kutusunun üzerindeki Pierrot’nun siması rüyalarıma girer ve uykularımın içine kâbus tohumları ekerdi. Sürekli olarak bu kutuyu yok etme hayalleri kurardım. Her şeyi kökten değiştirecek olan çözüm bu kutulardan biriyle geldi.

  Üç ay kadar önceydi. Meral adında Alsancak’tan tanıdığım yaşlı bir müşterim ablası vefat edince ondan kalan bazı eşyaları görmem için bazılarını dükkânıma getirmişti. Bu kutuyu hayatımdan çıktıktan bunca yıl sonra tekrar gördüğümde eski korkularım depreşmedi. Çocukluk duygularım travmatik değildi. Unutmuştum hatta.

Sadece şaşkınlık. Şaşkınlık ve birşeyler olacak sezgisi. Beynin ücra köşelerindeki bir kaşıntı.

  Getirdiklerini tümüyle birlikte satın aldım. Karton kutu haftalarca vitrinde durdu. Kimse ne olduğunu bile sormadı. Bol bol bakıyor, ama üzerine konuşmuyorlar gibi bir duygu edinmiştim. Bir gün seksenine merdiven dayamış bir kadın geldi. Kutunun fiyatını sordu ve paketlememi rica etti. Pierrot resimli kutu gidince kendimi bir garip hissettim. Kızını gelin veren bir anne gibiydim sanki.

  Dükkânda kapağını açtığım an canlanıyordu sık sık gözümde. İçinde uçuk kahverengi toz vardı. Bir tutamcık toz. İçimden gelen bir hisle tozları çöpe dökmedim. Yıllarca gıda mühendisi olarak çalıştım. Yarım yüzyılda kimyasının, özellikle renginin değiştiğini, biraz topaklandığını düşündüğüm pudrayı görmekten ve dokunmaktan haz duymaktaydım. Evet. O gün ilk kez dokundum. Parmağımın ucunda beliren minik elektrik şoku bedenim tarafından soğuruluverdi. Hoş bir duyguydu. Susuzken ilk yudum serin suyun boğazdan aşağı inmesi gibi. Aramızda bir bağ oluşmuştu. Travmatik yerden değildi. Zamanında bu kutudan korkmuş ve bunu atlatmıştım. Daha derin, gönüle nakışlanmış bir bağ gibiydi. Özlemeye başlamıştım. Bazen sabahları kapıyı açarken o kutuyu masamın üzerinde görebileceğimi hayal ederdim.

  İki hafta sonra dükkânıma genç bir bayan geldi. Yanında kendi gibi kızıl saçlı olan beş yaşlarındaki oğlu vardı. İki hafta önce gelen yaşlı kadının torunuydu. Kadın adını söylemişti, ama unutmuştum. Meliha hanımın iki gün önce vefat ettiğini evde kondan kalan bazı eşyalar olduğunu, istersem gidip bakabileceğimi söyledi. Genellikle eşyalar buraya ayağıma gelir. Çok özel durumlarda evlere giderdim. O kutunun hatırına dükkânı kapatıp kadınla beraber gittim.

  Meliha hanım Fuar’ın Lozan kapısına yakın oturuyordu. Hava güzeldi. Yolda sohbet ederek yürüdük. Kadın Meral hanımın ablasını da tanıyordu. Bahsi açıldığında ‘Anneannem gibi o da uykusunda öldü. Nefes tıkanması.’ dedi. İkisi de seksenini devirmiş insanlardı. O yaşlarda ölüm her an çat kapı içeri girebilirdi.

  Çatı katı odasında Meliha hanımdan kalan iki mukavva kutu dolusu eşya vardı. Kadın öldükten sonra torunu ve kocası buraya kaldırmışlardı. Eski takılar, 45’lik plaklar, üstleri kristal cam süslemeli düğmeler ve kozmetik malzemesi kutularından ibaret küçük, zevkli ve para eder bir koleksiyondu. Özellikle de parfüm şişeleri.  

  Kadın bir ara aşağıya indiğinde yukarıda yalnız kaldım. Üzerinde Pierrot’nun olduğu kutuyu alıp eski ve tozlu bir masanın üstüne koydum. Kapağı açtım. İçinde o tozları bulamayacağımdan korkmuştum. Duruyordu.

  Meliha hanım kutuyu satın aldığında açıp içine bakmamıştı. Ağırlığından boş olduğu belliydi, ama bunu biraz garip bulmuştum. Acelesi var gibiydi. Kadının sonradan bu kehribar rengi granüle tozları görmüş olduğunu düşünmekteydim. İnsanın 150 lira verdiği kutunun içine bakmaması mümkün müydü? Bu tür eşyalara meraklı birinin hele.

  Parmağımla tozlara dokundum. O tanıdık şokla birden içimde yabansıl bir dirilme hissettim. Aklım ve bedenim hızlı bir değişiklik geçirmekteydi. İlkinden çok farklıydı. Zihnim kedinin sırtını kabartması gibi bir teyakkuz haline geçmişti sanki. Kapalı, ya da yapışık duran kompartımanlar açılıyordu idrak odamın içinde. Algı gücüm evren gibi hızla genişlemekteydi. Bunu çok açıkça hissetmekteydim. Kendi iddiasız kadın bedenimin içine sığamaz hale gelmiştim. Bedenimin genişleyip büyüyerek çatı katı odasına sığmaz hale geleceğini hayal etmekteydim ki, onu gördüm.

  Tozun içinden dışarıya süzüldü. Daha doğrusu hep öyleydi, ben bunu görebilir duruma gelmiştim. İnsan şekilli değildi. Bütün odayı dolduran, her hücreme dokunan bulutumsu bir yaratık gibi algılıyordum.

  “Gene beraberiz.”

  “Kimsin sen?”

  “Bir hayat nüshasıyım. Bu dünyanın mamulatıyım merak etmeyin. Evrim eğrisindeki minik sıçramalardan biri.  Kendimle varım. Zihin etkinliğimin tesirindesin şu anda.”

  “O iki yaşlı kadın?”

  “Rüyalarında ahiret yolculuğu yaptılar.”

  “Onları sen mi..?”

  Zihnimin içinde tozun sesini dinlerken aşağıya giden kadını hatırlayıp basamaklara baktım. Geldiği yoktu. Keskinleşmiş algılarımla iki kat aşağıda kadının telefonla konuştuğunu duyabilmekteydim.

  “Çok yaşlı ve hastaydılar. Beni hissediyorlardı, ama ruh kapları çok eskimişti.”

  “Yani?”

  “Seni dinledim. Düşüncelerini, hayallerini, gönlünün en kapalı kapılarının arkasındaki paslı sürgülerin çekilme sesini.”

 Anlattıklarında varlığıma yönelik bir tehdit algılamıyordum. Benden bir şey istediği kesindi yalnız.

  “Sonra?”

  “Sana en çok istediğin iki şeyi de verebilirim.”

  “Neymiş onlar?”

  “Soğuk, ama leziz mi leziz bir intikam yemeği. Bu küçük isteğin. Ve yepyeni bir algıyla zamanın aşındırıcı sürtünmesinden azade olmak.“ 

  Bu şeylerden biri bile ruhumu satmam için yeterdi. Körün istediği bir gözdü. Vaadedilen bin. Kabul ettim tabii ki. İki mukavva kutu eşyayı arabama yükleyip dükkânıma götürdüm. Pierrot resimli kutu ise vitrindeki yerini almıştı yeniden. Mazmoz olarak.

  İsmet Berdemir ara sıra dükkânıma gelir ve koleksiyon malzemeleriyle ilgilenirmiş gibi yapardı. Esas niyeti hislerimin şiddetini ölçmekti. Çay ikramımı kırmaz havadan sudan sohbet eder ve çeker giderdi. Gözlerimde ona karşı duyduğum kini okumaktan zevk alan yanı çok belirgindi. Çaresizliğimden keyfi yağ bağlıyordu adeta. Ona olan öfkemin çıkışsızlığından bal yapan bir arı gibiydi.

  Bundan on sekiz yıl önce babamla birlikte müteahhitlik yapmaktaydı. İnşaat mühendisi olan babam ortağından ayrılmak niyetindeydi. İsmet bey bunu biliyordu. Birlikte yaptıkları son projede inşa edilecek binaları az göstererek, fiyatı kırarak aldıkları bir işi babamın sırtına yükleyerek ortaklıktan çekilivermişti. Babam bu işten inanılmaz zarar etmiş ve o ana kadar sahip olduğu her şeyi kaybetmişti. İsmet bey belgelerde sahtecilik yapmıştı. İyi bir avukat bunu mahkemede kanıtlayabilirdi, ama zaten kalbi zayıf olan babam daha ilk celsede bulunamadan ölüp gitmişti. Ben o sırada 18 yaşındaydım. Tek çocuk olarak mahkemede davayı savunacak en uygun avukatı bulmam mümkün değildi. Annem de bu işlerden anlamazdı. Sonuçta babamın üzerine olan üç daire ve bankadaki parası elimizden gidivermişti. Neyse ki, annemin ailesinden kalan küçük bir geliri vardı da, sokaklarda kalmamıştık.

  İsmet beyin hislerimin şiddetinden zevk alan yanı takip eden yıllarda benle ilişkiyi sürdürmesine neden olmuştu. Alsancak’ta karşılaştıkça benimle babacan bir şekilde konuşurdu. Dükkân açınca elinde bir buket çiçekle hayırlı olsun ziyaretine gelmişti. Mutluydu. Artık sabit bir yerim vardı. İstediği zaman gelip hiddetimden ve çaresizliğimden bal üretebilirdi. Sadece bu değildi. Bana bakışlarında şehvetin de izini görebiliyordum zaman zaman. Hayalinde kimbilir hangi hizmetleri vermekteydim. Bunu da belli ederek tiksintimi körüklüyordu haliyle.

  Tokalon kutusu civayla parlatılmış zokanın ucundaki kıvır kıvır karides gibi baştan çıkarıcıydı. Bir çok müşterinin dikkatini çekiyordu. Satın almak isteyenlere satıldığını bildiriyordum. Sıkça gelen müşterilerimden biri, ‘O halde niye hâlâ vitrinde tutuyorsun’ deyince alıcının yurtdışında olduğu mavalını uydurmuştum.

  Sonunda beklediğim şey oldu. İsmet beyin bir doksanlık iri yarı kalıbı kapımın önünde beliriverdi. Heyecanımı belli etmemek için onu görmezden geldim ve  okuduğum şeye dalmış numarası yaptım.

  “Tünaydın efendim.”

  “İsmet bey siz misiniz?”

  Adamın bembeyaz takma dişleri pırıldadı. “Ta kendisi. Nasılsınız görmeyeli?”

  Alaycı, kendinden aşırı emin halleri asfalyalarımı attırmalıydı, ama öyle olmadı. Koca göbekli, kart, kurnaz ve kötücül torik zokanın etrafında dolanıyordu. Kendinden emin görünümümü gizlemek için masamın üzerindeki birkaç şeyi düzelttim ve “Çay içer misiniz?” diye sordum.  

  İri mavi gözleri halimde bir yenilik ve başkalık saptamıştı. Merakla parlamaktaydı.

  “Bugün tıpkı rahmetli babana benziyorsun.”

  Bu sözleri beni tahrik etmek için kullanırdı ve her zaman başarılı olurdu. Yüreğim kanar, öfkeden yüzüm kızarır ve kekelerdim. Bu defa öyle olmadı. Dükkânda başka müşteri yoktu. Vitrinden Tokalon kutusunu alıp masanın üstüne koydum. “Bakın burada sizin için bir şey var.”

  İsmet bey bendeki şiddetli değişimin niteliğinden etkilenmişti. Gözlerinde ilk kez korku dalgasının öncüsü olan bedbeklenti zerrelerini gördüm. Yüz kiloluk bedeninin heybeti sönen bir körük gibi biraz büzülmüştü. 

  “Nedir?”

  Karton kutunun kapağını açarak içindeki tozu gösterdim. Bir tutam tozda kaderini seyretti saniyeler boyunca. Sonra beklediğim şeyi yaptı. Sol elinin işaret parmağıyla toza dokundu.

  “Kaç... kaç para bu?”

  “150 ama, satıldı. Sahibi şu anda yurtdışında. İki gün sonra gelip alacak.”

  Kutunun kapağını kapattım ve vitrine koydum. Arsız bir çocuğun önünden çikolata kutusunu kaçırıyor gibiydim. İsmet bey elini bana doğru uzatmıştı. Toparlanarak kendine çeki düzen verdi. Saatine baktı. Acil bir işi olduğunu hatırlayarak çekti gitti. Çaydan maydan vazgeçmişti.

  O akşam dükkânı kapatıp giderken Tokalon’u yanımda götürdüm. Dükkândaki işi bitmişti. Onu bir banka kasası beklemekteydi. Bundan önce bir iki şey yapmam gerekmekteydi. Ertesi gün veteriner bir dostumla buluştum. Lisedeyken yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen arkadaşlardık. Hep iyi dostlar kalmıştık. Uyuşan tiplerdik. İkimiz de kitapları, filmleri seviyorduk. Hayalciydik, bekârdık ve çocuk sahibi değildik. Ona sebebini sormadan bir şey yapmasını rica ettim. Ne istediğimi duyunca küçük bir şok geçirdi haliyle. Ama çok iyi dostumdu. İstenileni yaptı ve sol ayak parmaklarımdan en küçüğünü dibinden kesti. Cebimde parmağım, ağrı kesici haplarım taksiyle eve geldim. Ertesi gün dükkânı açmadım. Küçük parmak demeyin ağrısı müthişti. Ağrı kesicilerin şiddeti hafiflediğinde gözlerim doluyordu. Üçüncü gün ağrılarım bayağı hafiflemişti,ama yürürken bazen ansızın çakan bir şimşek şeklinde beliriyordu. O gün evde kuyumcu bir tanıdığımdan ödünç aldığım bir hamlaçla kesik parmağımı yakarak küle çevirdim. Camlar açık olmasına rağmen evin içi yanık et kokusuyla dolmuştu. Ayak parmağımın külüyle Tokalon kutusundaki tozları karıştırıp kutuyu kiraladığım banka kasasına koydum.

  Dördüncü gün dükkânımı açtım. Gelen çaycıya bir ada çayı söyledim. İlk yudumumu alırken haber geldi. İsmet bey gece uykusunda ölmüştü. Telefonla arayan uzak bir arkadaşımdı. İsmet beye olan duygularımı biliyordu. Herkes biliyordu. İsmet bey 72 yaşındaydı. Maşallah 102’yi bulur gibi görünmekteydi. Maalesef bu mümkün olmayacaktı. Varislerinden hiçbiri otopsi yapılsın istememişti, ama gene de düşmanı çok olduğundan cesedi adli tıbbın masasını boyladı. Bir şey bulamadılar. Ciğerlerinden bolca ev tozu çıktığı rivayet edildi. İsmet bey bir tutam tozda kaderini bulmuştu.  

  Google’a Tokalon Petalia yazmam yetmişti. İtalyada adı Pedrolino olan halk masalı kahramanı Pierrot’nun Columbine’e aşkı dillere destandı. Kökü Anadolu’ya dayanan 4000 yıllık bir öyküydü. Romeo ve Juliet,  Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı şeklinde çeşitli öykülere de model olmuştu. Youtube’den bulduğum şarkının ilk satırları zihnimde dans etti durdu bir süre. Sonunda dayanamayıp Türkçeye çevirdim ve yeniden besteledim.

Ay ışığının altında, dostum Pierrot,

Kalemini ödünç ver, böylelikle bir kelime yazabilirim.

Mumum yandı bitti, ışığım namevcut artık

  Tokalon kutusunun içindeki yaşam şekli bu öyküler kadar eskiydi. Bu öyküleri esinleten zihindi belki de. Homo Sapiens’den daha yaşlıydı. 218 yıl önce İzmir’e Libertà adlı bir İspanyol gemisiyle gelmişti. O zamandan beri bir sürü yer değiştirmiş, kutulardan yuvaların içinde ev ev gezmişti. Şimdi bana talip olmuştu. Columbine rolünü teklif ettiği ilk kimseydim kendi deyişiyle. Bunu kabul etmiş ve bedenime ait tozlarla birleşmeyi gerçekleştirmiştim. Şu ana kadar yüzlerce sıfatla anılmıştı haliyle. Tozdan ve İspanyol gemisinden esinlenerek ona Tozluto adını takınca çok beğendiğini söyledi. Yeni bir aşk masalı yapımdaydı. Tozluto ve Tozluta. 

  Her zaman hayalci, dar mekânlara, sıradan yaşamlara sığmayan biriydim. Annem sık sık yıldızın çok oynak kızım derdi. Yıldızımın son kıpırtısı muhteşem. O şey benim bedenimde yeniden diriliyor. Birlikte kim bilir nelere tanık olacağız. İçimde korkunun zerresi yok. Aşk hikayelerine esin kaynağı olan bir şeyin kötücül yanı asla ağır basamaz.

  “Nimet hanım.” dedim sarı döpyesli kadına. Adını hiç söylememişti, ama bunu unutmuştu haliyle. “Bugün şanslı gününüz. O eşsiz parfüm şişesi koleksiyonunu size 700 liraya bırakmaya karar verdim.”

  Kadının yüzü gülmüştü. “Ah, sağolun, ben de...”

  Nimet hanım parfüm şişeleri ve gelini için aldığı kırmızı vazo ile kapıdan çıkarken gözlerinde mutluluk kelebekleri kıpır kıpır bana el salladı. Aynı şekilde karşılık verdim. Bu arada kesik sol ayak parmağım tatlı tatlı kaşınmaktaydı. Yeni hayatım da belki böyle bir şeydi. Kopan gidenin yerini dolduran latif bir hayal.

                                                                                              

                                                                                               Çeşme, Temmuz 2009

 

                                     ------------------------------------------------

4 Ağustos 2020 Salı

Mor ve Bedensiz

MOR ve BEDENSİZ


Matrix filmi yirmi yıl geride kaldı. O zaman için alışılmadık şaşırtıcı olan film tekniği şimdilerde sıradan ve eskimeye yüz tutmuş bir beceri. Hikâyesi de çok çiğnenmiş toprak artık, ama filmin en temel mesajı az önce dillendirilmiş gibi taze. Önümüzdeki yüz yılda başımıza geleceklerin bir özeti hatta.

Ünlü bilimkurgu yazarı Stanislaw Lem Summa Techonologiae adlı kitabında Phantomat adlı sanal gerçeklik yaratan bir makineden söz etti. Daha internet, akıllı telefon ve 5G falan yokken, 1964’te. Benzerlerinden onlarca yıl önce. Phantomat’ın içinde yeni bir hayat seçmek mümkündü. İnsan böyle bir şeyi arzu eder mi? Eder.

Phantomat’a yıllar önce kaleme aldığım bir yazımda Hayalmatik ve Düşomat isimlerini uygun görmüştüm. Seksen başlarında bir ara bilgisayar oyunları sapığı olmuştum. Amsterdam’da şehir merkezindeki bir mekânda kocaman kasalı oyun cihazlarının başında zamanı, kim olduğumu falan unutur saatlerce oyun âleminde yaşardım. Sonrasında sokağa çıktığımda kimlik bilgilerim geri gelir ve demek aslında ben böyle biriyim duygusuyla sarsılırdım.

‘Tanrım beni baştan yarat’ arzusunun şarkılara, sanata, romanlara ve operalara konu olmuş çok güçlü ve yaygın bir duygu olduğu unutulmasın. Materyal dünyadan ve ölümlülükten sıyrılma. Suya, yemeğe, uykuya ihtiyacı olmadan sonsuza dek olmasa da uzun bir süre sanal bir âlemde varolmak. Uyusam uyanmasam derler sıkıntıda olan kimseler. Ölümden çok sürekli olarak rüya âleminin içersinde kalma özlemidir. Hayalmatiğe kapılıp eskisinden çok daha olumlu bir gerçekliğe, daha keyifli, katlanılır bir hayata ulaşma özlemini kastederler. Ünlü şarkının sözleri olan ‘Öyle sarhoş olsam ki, Bir daha ayılmasam’ da bu isteğin dillendirilmesidir. Değişik bir algı düzeyinde sürekli varolma özlemi.  Her şeyin rüyadan ibaretliğini özlemek ve unutmayı kutsamak.

 Gel de şimdi E.A.Poe’nun A Dream Within a Dream - Rüya İçinde Bir Rüya başlıklı şiirini hatırlama. Yazarın ruhu şad olsun diyerek birkaç mısrayı buraya alıyorum.

...

In a night, or in a day,

In a vision, or in none,

Is it therefore the less gone?

All that we see or seem

Is but a dream within a dream.

...

Bedensizlik üzerine düşünmeye başladığımda bazı tanınmış yazarların röportaj ya da anı metinlerinde bedensiz olmayı çok arzu ettiklerini belirttiklerini hatırladım. Ben de onlardan biriyim. Özellikle çocukluk ve ilk gençliğinde çok yoğun, sonrasında da sürekli olarak  astral yolculuklar yapmış biri olarak  istediğim zaman bedenden sıyrılmayı daima arzu etmişimdir. Sürekli farkındalık halinde kalmayı, yorulmamayı, uykusuz kalabilmeyi ve istediğinde fişi çekebilmeyi kim istemez? Bunun çok insani bir arzu olduğunu düşünüyorum.

Sufiler az yiyerek, az uyuyarak, ibadetle ve tefekkürle sürekli farkındalık yükselterek sıradan insana kapalı duran mertebelere ulaşmaya çabalar. Bazı rüyalar bize bu mertebeleri işaret etmez mi? Bedensizlik özlemi son tahlilde nefes almak kadar normaldir.

Lem insanların rüya âlemini kargaşa ve kavgalarla dolu gerçek dünyaya tercih edeceklerinden korkuyordu. Matrix filminde bu korkuyu simgeleyen Cypher ihaneti karşılığında sadece eski konumuna dönmeyi isterken, bildiği gerçekliği de tümden unutmak ister.

Matrix filminde Neo Mesih olarak takdim edilir. Dünya eskiden de şu anda da bir mehdi-mesih pazarı gibidir. Hakikat tokmak gibi kafama inene dek hayatım boyunca din algım, inanç çizelgem inişli, çıkışlı, kamburlu, çukurlu olmuştur, ama hiçbir  zaman mesih gelecek fikrini ciddiye alamadım. Hz. Muhammet son peygamberdi ve bu sayfa onunla birlikte kapanmıştı. Mehdi arayışını da hep mazlumların karizmatik ve başarılı bir lider özlemi gibi algıladım.

Matrix filminde kırmızı hap bilinçlenip gerçeği fark etmek, mavi hapta hayalmatik âlemde kaldığın yerden devam etmek anlamına geliyordu malum Ben zamanımızda iki gerçekliği bir arada yaşadığımız için iki hapı bir arada yutmamızı salık verdiğim bir yazı yayımlamıştım fi tarihinde. Çünkü mor bir gerçekliğin içersinde yaşadığımızı düşünüyordum. Ülkemizde resmi  ve alternatif tarihin bir arada bulunması mor bir gerçekliktir örneğin. İkiz Kuleler’in içeriden bombalanması ve terörist saldırı sonucunda yıkıldığı mavalının bir arada yaşaması da öyle. Batı’nın çok demokrat olduğu iddiası mavi hap değil midir? Filmdeki Neo karakteri mesih, Cypher da hain değildir. İkisi bir arada tektir. Mor tişört vardır üzerlerinde.

Bu yazıyı yayımladıktan bir yıl kadar sonra popüler düşünür Slavoj Zizek’in de üçüncü bir seçimden söz ettiği The Pervert’s Guide to Cinema – Lacanian Psychoanalysis - Sinema için Sapıklar Kılavuzu - Lacancı psikoanaliz başlıklı bir film izledim. İllüzyonun- mavi ya da gerçekliğin - kırmızı hapını yutmanın değil, illüzyonun içindeki gerçekliği bulmanın önemine değiniyordu. Tek farkımız bakış tercihiydi. Ben gerçekliğin içersindeki illüzyonun keşfini daha fazla önemsiyordum. Aklın yolu bir derler.

İllüzyonun içersine gizlenmiş olan gerçekliğin keşfi daha romantik gelebilir.  Birinde illüzyona, diğerinde gerçeğe rağmen hayat devam ediyor. Kitlesel medyanın insanlar üzerinde yarattığı illüzyonun bu aşamadaki başarısı bile müthiş. Teknoloji gerçekte insan hayatını sanıldığı kadar değiştiremez. Gerçeklik ve illüzyon birlikte hakikatin içinde barınır.

Neo-Liberal tezgâh bize markalı giysiler, yeni arabalar, hızlı bir bilgisayar, bitcoin, 5-6-7 G ve bir kaçış yolu verir.  Ve ardından illüzyon birden çöker ve onun yerini alan şey üzerimize çullanır. Mortgage krizi, Korona virüsü ve ardından gelmesi beklenen dalgalar gibi.

Zamanımızda doğallıktan uzaklaşmış ya da uzaklaştırılmış istek ve arzular en yeni teknojiyle, bir çeşit bedensizlik özlemiyle yani, içine kaçabileceği güvenli ve sorumluluktan azade bir kovuk arıyor. Çocuklar ve gençler en çok buna özendiriliyor. Depresyona karşı prozak kullanan, telefonuyla 7/24 yapışık olan, sürekli kulaklıkla müzik dinleyip çevreden kopuk duranlar korona virüsünün de ittirmesiyle kendini tereddütsüz içeriye atacak durumda.

Deccalizm yıllardır özenle bu kovukları, mağaraları inşa ediyor. Toplamda kurulan yapı bir Dijital Kafes. İnsanlığın Demir Kafes’ten sonra ağırlanacağı sistem. Yakında köhne bir metafizik öğretisi pozitivist ve materyalist cahiliye devrini bitiren bir kurtuluş reçetesi gibi sunulursa hiç de şaşırtıcı olmaz. Koronadan bunalmış yığınlara Doğu dinlerinden füzyonlanmış bir öğreti yegane kurtarıcı gibi sunulabilir. Tabii bunun yanında bir hediyesi de olacak.  @hiret. Sahte ahirette lüks ağırlanmalar vaat edilecek.

 İşte S. Lem’in elli küsur yıl önce gerçekleşmesinden korktuğu gelecek bizim şimdiki zamanımız.  


1 Ağustos 2020 Cumartesi

THEY LIVE – ONLARI YAŞATANLAR BİZİZ

02 Şubat 2009

3 Dakikada Okunur

 

Ünlü rejisör John Carpenter, 1988 yılında yaptığı filmin adı They Live. Carpenter, Frank Armitage takma adıyla Ray Nelson’un 1963 yılında yazdığı Sabah saat sekizde (Eight O’Clock in the Morning) adlı öyküden ve 1981 ile 1987 yılları arasında çıkan Alien Encounters (Alien ile karşılaşma) adlı dergiden hareketle yazmış senaryoyu.

 Kısmen bilimkurgumsu thriller, kısmen kara komedi olan film tamah, güdümlü tüketim ve günümüzde ekonomik krizlere karşı duyulan korkuyu da yansıtmakta.

1980’lerin Amerikası. Toplumu ve ekonomiyi yöneten elit sınıflar medyayı ekonomik çıkarları için kullanan, aslında dünyalı olmayan kimseler olarak gösteriliyor.

Filmin öyküsü kısaca şöyle: O sıralar ünlü bir güreşçi olan Roddy Piper’in canlandırdığı John Nada Los Angeles’de evsiz barksız ve iş arayan biridir. Bir şantiyede iş bulur. Oradan tanıdığı arkadaşı sayesinde evsiz ve barksızların barındığı shantytown’da, derme çatma kurulmuş bir gecekondu biriminde kalır. Gece sokağın karşısındaki küçük kilisede bazı garipliklerin yaşandığını farkeder. Sonra gece yarısı polis kiliseyi basar ve gecekonduda oturanları orayı terketmeye zorlar. John çöplerin arasında bulduğu bir karton kutuda yüzlerce güneş gözlüğü bulur. Bu kutu daha önce dikkatini çekmiştir. Birini alır ve diğerlerini saklar. Gözlüğü takınca birden şehrin görüntüsü değişir. Her yerde normal gözlerle görünmeyen, ama beyin tarafından farkedilmeden algılanan kocaman reklam panoları asılıdır. Obey – İtaat et, Conform – Boyun eğ, Watch Television and Sleep – Televizyon İzle ve Uyu yazılıdır. Bir diğer panoda Karayipler’e gel yazısı bulunmaktadır. Daha yukarıda plajda yatan bir kadın resmi, Evlen ve Üre yazısı göze çarpmaktadır. Bir kumbara resminin altında ‘Bu Senin Tanrın’ yazılıdır.

Gözlükle bakılınca bazı insanların yüzleri kurukafa şeklinde olan Uzaylılar (Alien) olduğunu farkeder. Bunlar her yerdedirler. Kimseye belli etmeden dünyayı idare eden kesim olmuşlardır.

John Nada o kilisede gördüğü kimseleri bulur ve uzaylılara karşı (aliens) kurulmuş örgütte yer alır. Katıldığı seminerde uzaylıların dünyadaki karbondioksit ve metan çıkışını mahsus artırmakta olduklarını, bunu Dünyayı geldikleri yere benzetmek için yaptıklarını öğrenir. Lensleri Albert Hoffman adlı biri icat etmiştir. Bu kimsenin LSD’nin mucidi olduğundan söz edilmez tabii ki. Lensler sayesinde kara gözlük takmadan kurtulurlar ve rahatlıkla gerçek dünyayı izleyebilirler. Bu arada cable 54 adlı yerel bir televizyon vericisinden uzaylıları kamufle eden sinyalin verildiğini saptamışlardır. Nada güçlükle çatıya çıkar ve ölmek pahasına çatıdaki anteni imha eder. Son nefesini verirken zaferle uzaylılara fallus işareti yapar.

Işın kesilince Los Angeles sürprizlerle dolu bir yer olur. Barda sohbet eden kibar giyimli birinin, televizyonda haberleri veren spikerin ve daha bir sürü kimsenin Alien olduğu çıkar ortaya. Film seks yapan iki kişiden birinin şoke olmasıyla sona erer.

Carpenter’ın filmindeki politik mesajın yoğunluğu 1980’lerde iyice belirginleşen bir hastalıktan, popüler kültür ve politikanın giderek artan derecede ticarileşmesinden duyulan rahatsızlıktan kaynaklanmaktadır. Carpenter o sıralardaki deneyimini şöyle anlatır: “Tekrar televizyon seyretmeye başladım. Ve hemen gördüğümüz her şeyin bize bir şey satmak için dizayn edildiğini farkettim. Bütün istedikleri bizim bir şey satın almamızdı. Tek istedikleri şey paramızı almaktı. Bunlar bir çeşit Alien’dı ve bütün insanlığı hipnotize etmişti.”

Bu film yapılalı yirmi yılı geçti. Şu anda içinde bulunduğumuz ekonomik kriz bu Alien’lerin işi. Kan döken ve dünya çapında barışa izin vermeyenler de onlar. O bahsini ettiğimiz ışın sayesinde foyalarını belli ölçüde gizlemeyi başarıyor ve gerçeği çarpıtıyorlar. Işının acımasız hizmetkârları her yerdeler. Ama Nada’ların sayısı da artmakta.

Bir gün ışın kesildiğinde alienlar maskesiz kalacaklar. Maskeleri besleyen ışının kaynağı biziz. Mini Cable 54’ler hipnozla beynimize iliştirilmiş durumda. Işın onların yenilebilir olduğunu düşündüğümüzde kendiliğinden kesilecek.

 Bu kadar basit!

 

NOT (1 Ağustos 2020) – Artık onları tanıyoruz, bu nedenle çok aceleleri var. Hızlı değişim için Covid-19'u kullanan daha neler yapabilir. Dikkat!


11 Temmuz 2020 Cumartesi

93. Yıl Marşı


93. Yıl Marşı


  “Tank geliyor.”
  Nesrin bunu diyen yirmi başlarındaki delikanlının işaret ettiği yöne baktı. Namlusu onlara çevrik çelik yığını ipini kopartmış boğa gibi geliyordu. Daha uzaktaydı. Köprünün üstünde öbek öbek insanlar vardı. İçlerinden biri ‘Allahu Ekber’ diye haykırdı. Diğerleri de tekbir getirdi.  
  Tank gelmeye devam ediyordu. Önünde duran boş arabalardan birinin üstüne çıkıp aracı ezerek yoluna devam etti. Ayakla bir böceğin üstüne basılması gibiydi. İçeri göçmüş tavan, demir aksamın iniltisi kadının içine korku salmıştı. Bu yaklaşan şey çok tehlikeli ve delice bir hevesle işlerini bitirmeye kararlıydı. Dabbe metal canavarını halkın üstüne üstüne salmıştı.
  Nesrin kendi gibi değildi. Normalde zaman varken kaçması gerekirdi. Bunu yapmak yerine içi öfkeyle dolup taşmaya başlamıştı. İçini kavuran enerji ağzından kelimeler halinde dökülmeye başladı.   
  “Demokrasi uludur. Demokrasi uludur. Ondan daha güçlüsü, daha saygını yoktur.”
  Taretlerin asfaltta çıkardığı sesler yakınlaşmaya devam ediyordu.
  “Mao, Stalin, Lenin ve özellikle Marx adına dur.”
  “Bu tarafa geliyor.”
  Gerçekten de ağır kütle onların bulunduğu yere doğru yönelmişti.
  Sağ yanında durduğunu fark ettiği siyah saçlı, hafif tombulca bir adam, “İlke ve inkilaplar adına dur bari lan! Laiklik senin belanı versin.” diye bağırdı.
  Nesrin krem rengi bermuda pantolon ve beyaz tişört giymiş adamı bir yerden tanıyordu, ama kim olduğunu çıkaramamıştı. Tank yoluna devam edince, adam umutsuzca, “Böyle olmaz.” dedi. “Bu nasıl tank be? Vatandaşın, yani bizim sözümüzü dinlemiyor. Hayret yani.”
  Nesrin adama hak verircesine başını salladı ve “Buraya herkes Che tişörtüyle gelseydi böyle olmazdı.” dedi. Bir yanı böyle bir laf ettiği için şaşkındı. Buna benzer sözleri eski solcu arkadaşlarıyla beraberken ve kafaları iyiyken espri olsun diye ederlerdi. Kendini komik duruma düşürdüğünün farkında olan yanı cayır cayırdı, ama ağzı bu sözleri sarf etmeye devam ediyordu. Çok tuhaftı.  
  Adam onunla aynı fikirdeydi. “Doğru.” dedi. “Nerde ama bizde bu bilinç.”
  Nesrin zıt hislerin etkisi altındaydı. “Öyle.” dedi laf olsun diye.
  Tankla aralarında on metre kadar mesafe kaldığında sol tarafında duran iki delikanlıdan biri arkadaşına, “Hakkını helal et.” deyip tanka doğru yürüdü. Tipi, giysileri akılda kalmayan silik bir gençti. Arkadaşının gözleri yaşlıydı. “Allahu ekber” diye bağırdı. O kargaşada bu ses çevrede duyulmuş gibi onlarca kişi ‘Allahu ekber’ diye bağırdı.
   Nesrin’in gönlü ve aklı farklı görüşlere sahipti. Aklı din cinsinden hafiflikleri reddediyordu.  Bu zamanda bundan medet ummak salaklığın dik alasıydı. Gönlündeki kıpırtıysa farklıydı. Küçük çocukken ailesinden, çevresinden kalan mirasın ışıltısını görüyordu. Aklı bu görme anlarından hoşnut değildi. Neyse ki uzun sürmüyor ve maneviyatla bağı kopuveriyordu.
  Birden inanılmaz bir şey oldu. Tanka doğru yürüyen delikanlı tankın altına yattı. Tank üzerinden geçti. Civardaki insanların ağzından ‘Oooo…’ sesleri yükseldi. Nesrin’in yüreği ağzına gelmişti. İçi acıma dolmuştu. Oğlunu hatırlamıştı. Yirmi yedi yaşındaydı ve şu anda Toronto’da bu hengâmeden uzakta, esenlik içindeydi.
  Tank durunca herkesi şaşırtan bir şey oldu. Az önce tankın altında kalan delikanlı arkadan çıkageldi. Sapasağlamdı. Tankın önünde durup onlara baktı ve iki elini havaya kaldırdı. Tank pes etmiş gibi kıpırtısızdı.
  Tam burada Nesrin o sahneden koptu. Çok hızlı bir kopuştu. Köprüde yanında duran yüzü tanıdık gelen bermudalı adamı unutmuştu, ama bir şey hatırlamıştı. Önemli bir şeydi belki. Ayaklarında tokyo terlikler vardı. İlk kez dikkatini çekmişti. Böyle bir terlikle sokağa çıkmazdı asla. Bir de gözünün önünde küçük bir oda canlanmıştı. Odada dört kişiydiler. Büro gibi bir yerdi. Metal masa ve üstünde bilgisayar, dosyaların durduğu bir raf vardı. Beyaz tişörtlü, bermudalı adam oradaydı. Sandalyede oturuyordu ve başını duvara dayamış uyukluyordu. Yer çok tanıdıktı. Tam neresi olduğunu hatırlamak üzereydi, çok yakından gelen silah sesleri duyulunca o sahneden de sıyrılıverdi. 
  Köprüdeydi yine, ama yeri değişmişti. Ortada tank falan yoktu. Gördüğü şeyler korkunçtu. Hemen önünde bir delikanlı vurulmuş kanlar içinde yatıyordu. Ölmek üzereydi. Nesrin’in anne kaygısı canlanmıştı yeniden. Boyu posu benziyor. Oğlu olmasın sakın. Değil. Çünkü oğlu uzakta ve güvende. Elektronik mühendisi. İşi var. Çalışıyor. Memnun. Ya oysa?
  Eğilip yüzüne yakından bakarken hemen iki metre ilerisinde ayakta duran delikanlı göğsünden vuruldu. Yere düştü. Nesrin yanına koştu. Kumral delikanlının nefesi kesilmişti. Kehribar renkli tişörtünün göğüs kısmı kan içersindeydi. “Uçak indi.” dedi ve eliyle bir yeri işaret etti.  Nesrin başını çevirince ateş edeni hemen göremedi. Sonra köprünün bir direğine tırmanmış olan adamı fark etti. Oradan ateş edip insanları vuruyordu. Tekrar yaralı delikanlıya baktığında artık nefes almadığını fark etti. Öfkeyle ne yapacağını düşünürken bazı şeyleri hatırlamaya başladı.  
  Yine o büro gibi yerdeydiler.  Adı İhsan’dı krem rengi bermudalının. O konuşuyordu.
  “Darbe şarttı valla, bunlar çok oluyordu. Ayaklar baş olmuştu. Oylarını artırıp duruyorlardı. Oy almak için başvurmayacakları yol yok. Yollar, köprüler, hızlı trenler, hava limanları, yeni iş kuranlara mali teşvikler, maaşlarda iyileştirmeler, faizlerin aşağıya çekilmesi, IMF’nin def edilmesi ve diğer bir yığın göz boyayıcı işler. Hepsi oy almak için. Avrupa’nın büyümesi eksilere düşerken yüzde on büyüme. Ne cüret! Cahil millet kanıyor işte. Bilseler bütün bunlar oy almak için yapılıyor. Bilseler… Bizim gibi olsalar.”
  “Şu ünlü aşk yazarı, o erkek olanı, ne dedi? ‘Bunlar bir seçim daha kazanmamalı. Bunu içerdeki dinamikler engeller’ dedi. Haklı. Engelliyorlar işte bak. Paralel iş başında. Oh olsun işte. Görsünler şimdi günlerini.”
  Nesrin bu sözleri diyeni göremiyordu. Diğer üç kişinin yüzünde ‘iyi dedin valla, haklısın canım’ ifadeleri vardı. Ortadaki küçük masada rakı şişesi, bardaklar, buz kâsesi, kesilmiş kavunlar ona bir şeyi, esas olan biteni söylemek üzereydi ki, yine kopuverdi sahneden.
  Aynı yerdeydi. Tek fark bir gencin daha vurulmuş olmasıydı. Yarası hafifti. Kurşun sol omzuna isabet etmişti. Yere yığılmak üzereyken Nesrin uzandı ve delikanlıyı tutarak bunu engelledi.
  Kahverengi saçlı, ince bıyıklı delikanlı minnetle gülümsedi ve “Uçak indi.” dedi.
  Nesrin ‘anladım’ dercesine başını salladı. Bu sözde bir tılsım vardı. Ne olduğunu anlamak üzereydi sanki, ama kulak zarını zorlayan gürültüler bunu engelledi. Yakından gelen silah sesleri ve bir helikopterin pervanesini döndüren motor sesi her şeyi kaplamıştı.  
  Alçaktan uçan bir helikopter insanların üzerine ateş etmeye başlamıştı. Yaralı genç eliyle yerde yatan polisi işaret etti. Sağ yanına kıvrılmış hareketsiz duruyordu. Tabancası yerdeydi.
  “Tabancayı al.”
  “Sen?”
  “Abime telefon ettim. Gelip beni alacak. Hastaneye götürecek. Merak etme. Şurada oturup bekleyeceğim. Al o silahı.”
  Nesrin sağa sola vuran mermilere aldırmadan hamle yaptı ve yerdeki silahı aldı. Tabancalardan anlamazdı, ama filmlerde gördüğü gibi yaptı. İki eliyle kavrayarak helikoptere doğrulttu. İlk patlama şaşırtıcıydı. Geri tepmeden etkilenmişti. Sonra tekrar ateş etti. Bu arada helikopter yer değiştirdiği için atış menzilinden çıkmıştı.
  Nesrin elinde şehit polisin silahı etrafına bakındı. Belleği yeni bir sayfa açmak üzereydi. Durduğu yerden İstanbul’da olduğunu açıkça görüyordu. Bu bilinç bir başka bilgiyi serbest bırakmak üzereydi. Hissediyordu.
  Tekrar o yere döndü. Bu defa rakı kokusunu da alabiliyordu. Burası İstanbul değildi. Uyduruk bir şort, tişört ve tokyo terliklerle durulabilecek bir yerdi. İhsan başını duvara dayamış uyukluyordu. Boyama sarışın şişmanca bir kadın buğulu gözlerle akıllı telefonunun ekranındaki bilgileri sökmeye çabalıyordu. Nesrin onun ekrandaki bilgileri tam manasıyla kavrayabildiğinden şüpheliydi. Diğer adam iri kafalı, bir doksanı aşkın boylu iri biriydi. Oturduğu yerde başı öne düşmüş durumda uyukluyordu. Uyanınca boynunu nasıl hissedecekti bakalım.
  Dördüncü şahsı göremiyordu. Yalnız onun olduğu taraftan bakıyordu. Birden belleği diriliverdi. 15 Temmuz’u 16’ya bağlayan gece burada toplanmışlardı. Burası İstanbul’dan uzakta, Ege kıyılarında bir tatil sitesiydi. Darbe yapıldığı belli olduğunda sitenin bürosunda toplanmışlar ve anons yaptıkları hoparlörlerden 10. Yıl Marşı çalıp sevinç sesleriyle darbeyi kutsamışlardı. Sonra şerefe kafayı çekmeye başlamışlardı. İlk duble ne kadar lezzetliydi. Sonradan darbenin başarılamayacağı belli olurken kavunlar pörsümüş, rakı acılaşmıştı. İlk etapta toplanan on-on beş kişilik grup dağılmış, sadece dört kişi kalmışlardı. Cumhurbaşkanı halkı sokağa çağırdığında sızmak üzereydi. Bunu hatırlayınca dördüncü şahsı görebildi. Kendiydi. Ağzı açık horluyordu.
  Kulağına tekrar asfaltta çıkan taret sesleri gelince işe uyandı. Tekrar o köprüye gitmek istemiyordu. Yeterince genç ölü görmüştü. Oğlu yaşındaki gençleri kanlar içersinde yerde yatıyor görmeye dayanacak hali kalmamıştı. Bunun için ne yapması gerektiğini düşünürken sağ elinde tabancayı tutmaya devam ettiğini fark etti.
  Nesrin ayağıyla dürterek yatan kadını, kendini uyandırdı. Kadının gözleri aralandı, mecalsizce baktı. Sonra üzerine doğrultulmuş silah nedeniyle yüzü panik doldu, ağzı bir şey söylemek için aralanırken, Nesrin, “Uçak indi.” dedi ve tetiği çekti.
  Patlama sihir yüklüydü. Mekân bir anda değişmişti. Evindeydi. Yatağında yatıyordu. Yüzü tavana çevrikti. Başı çatlayacak gibi ağrıyordu. Başucundaki komodinin üzerinde duran telefonunu alıp saatine baktı. Saat onu dört geçiyordu.
  Yatakta oturur duruma geçti. Midesi umduğundan iyiydi şükürler olsun. Beyninin içinde gürültü yapan Bremen Mızıkacıları için bir hap alacaktı. Banyoya gitti. Yerler ve  lavabo kusmukle bezeliydi. Ekşi kokunun mide öğürtücülüğüne rağmen bu işi yatak odasında yapmadığına sevindi. Kusmuklara basmamaya çalışarak uzandı ve uzun kollarının yardımıyla lavabonun üstündeki dolaptan bir ağrı kesici aldı. Mutfağa gitti. Kocaman bir bardak suyla içti. Kusukları hemen temizlemeli mi? Yoksa aklındaki şeyi mi yapmalı?
  Yatak odasında tek parça mayosunu giydi. Mor havlusunu alarak dışarı çıktı. Site hareketlenmeye başlamıştı. Çocuk arabalı bir kadın deniz tarafına doğru gidiyordu. Sitenin bakıcılarından kısa boylu olanı çimenleri suluyordu. Sağındaki komşusu koridorda kahvesini içiyordu. Onunla selamlaştı ve basamakları indi. Denize doğru yürüdü. Sağında kalan terasta günün ilk güneşlenmesi yapan üç-beş kişi vardı.
  İskelenin başında kendi gibi tek parça mayo giymiş Jale adlı komşusunu gördü.  “Başaramadılar.” dedi kadın üzgün bir yüz ifadesiyle.
  Gece sızmaya başladıklarında da durum aşağı yukarı belliydi. Darbe başarısız olacağa benziyordu. Allahu ekber kazanmıştı. Köprüde gençlerin cesaretini ve inancını görmüş olan Nesrin kadına gülümsedi ve “Dün gece burada yanlış marşı çaldık.” dedi.
  “Ne?”
  “10. değil, 93. Yıl Marşı olmalıydı.”
  Kendinden yirmi yaş daha büyük olan Jale ablanın kaşları hayretle kalktı, ama nedenini sormadı. Onun anlatmasını bekliyordu. Nesrin eliyle ‘boşver’ işareti yaparak iskelede yürüdü. Suya inen merdivenin başında köprüde ayağında olan tokyo terliklerini çıkardı. Deniz çok berraktı. ‘Gel bağrıma’ diyordu. Kadının içinde minik bir korku belirmişti. Ya suya dalınca yine o köprüde bulursa kendini. Bu güneşin altında, ufuktaki Eşek Adası’na bakarak bunları düşünmek saçmaydı, ama akıldışı nabız bu ihtimali işaret etmeye devam ediyordu.
  Merdivenin alt basamağına geldiğinde dizlerine kadar olan bölgede suyun serinliğini hissetti. Gözlerini yumdu ve suya daldı. Yüzeyin altında beş kulaç atarak yüzeye çıktığında her şeyin az öncesinde olduğu gibi durduğunu görerek sevindi. Bu arada başındaki cümbüş suyun serinliği ve ilacın etkisiyle olacak biraz hafiflemişti.
  Gecenin ilerleyen saatlerinde ne olduğunu bilmiyordu. İpleri kopartmadan önce darbenin başarısız olma yolunda olduğunu anlamışlardı. Yoksa bu kadar çok içip sızmazlardı. Eve nasıl gittiğini, üç katın basamaklarını nasıl çıktığını ve kustuğunu hiç hatırlamıyordu.
  Birazdan aradaki saat farkını falan boşverip oğlunu arayacaktı. Sesini duymak istiyordu. Sonra da belki iki yıldır toprağın altında olan kocasının cadaloz ablasını arayıp halini hatırını sorardı. Ardından da televizyonu açıp gece boyunca nelerin olup bittiğini anlayacaktı.
  Denizden bakarken gördüğü hiç kimse panik içinde değildi. Güneşlenenlere, terasta çay içenlere, sakin el hareketleriyle konuşanlara ve tatlı bir kavisle hortumdan çıkarak çimenlerle buluşan suya baktı. Gece sokağa çıkan halk, hayatlarını feda eden gençler, polisler, milli askerler, özel timler ve kelle koltukta mücadele veren siyasiler sabah bir kâbusa uyanmalarını engellemişti. Doğrusu çok esaslı bir marş bestelemişlerdi. 93. Yıl Marşı. Birazdan haberlerde onu duyacaktı. 
                                                                                                                                  Eylül  2016




8 Temmuz 2020 Çarşamba

Kifayet Otobüsü


Kifayet Otobüsü



  “Remzi B. ve Pınar D. bu durakta inebilir.”
  Remzi B. benim. Sevinçle yerimden doğruldum. Ayakta duranları hoyratça ittirerek arka kapıya yaklaştım. Omuzumla dirseğimle yardığım kimselerden ‘Biraz yavaş, o kadar da acele etme ya’ cinsinden mırıldanmalar geldiyse de hiç kimse bu kaba halim nedeniyle hiddetlenmedi. Yüzler anlayışlı ve gıpta eden bakışlarla yüklüydü. Pınar D. denen genç kadın arkamdan yürüyordu. Hoş bir yüzü var, ama saçlarını başarısız bir şekilde kızıla boyamış. Kestane rengi kendisine çok daha yakışıyor olmalı. Sayemde kapıya kolayca ulaştı.
  Binen yoktu. Kapılar kapanınca otobüs çekti gitti. Durakta bekleyen iki lise öğrencisi tipli genç bize ve giden otobüse meraksız gözlerle bakıp telefonlarına döndüler. Rüyada değildik. Sefer bitti ve halimize uyandık. Ceketimin sağ cebinde duran telefonumu aldım. Bütün yolculuk boyunca suspus duran aparatın ekranı yeniden canlanmıştı. Saat 10.19’du. Günlerden cumartesiydi. Bunlar tamam da otobüse biniş saatimi ve durağı ne yapsam hatırlayamıyordum.
  Pınar  D. de telefonuyla aynı serüveni yaşıyordu. Alnı kırışmıştı. Bakışlarımız karşılaşınca, “İndik şükürler olsun.” dedi. Yüzünde badire atlatmışlara has yakınlaşma hak getireydi. Eliyle hoşçakal işareti yaparak benden uzaklaştı. Şehir merkezi tarafına doğru yürümeye başladı. Yürürken dönüp arkaya bakmasını bekledim. Yapmadı. Bundan kendini yenilemeye, kifayet mücadelesinde azimli olduğu sonucunu çıkardım. Zaten genellikle kimse arızasını bilen arızalıyı yanında görmeyi pek istemez.
  Bu sabah bir saatte o lanet otobüse ayak bastım. Amacım yakınlardaki bir mağazada beyaz eşya satan lise arkadaşımı ziyarete gitmekti. Hava güzeldi. Yorgun değildim. Vakit ganiydi. Bir şey beni ön kapıdan içeriye itti adeta. Kent kartımı okuyan aparata değdirince ‘Bakiyeniz yeterli, ama cesaret ve haysiyetiniz kifayetsiz.’ anonsu duyuldu. Önce bunu kötü bir şaka sandım. Otobüsün yarısı doluydu. Yolcuların yüzünde hinoğluhin sırıtma ya da alaylı bakış yoktu. Oradan duruma hızla ayıktım. Bu otobüs normal bir araç değildi. Şoför mahalli kapalıydı ve içerisi görünmüyordu. Normal bir hızla trafiğin içinde hareket ediyordu, ama önüne çıkan durakların hepsinde durmuyordu.
  Kimsenin akıllı telefonu çalışmıyordu. Daha eski model telefonlar farklıydı. Hangi numara tuşlanırsa tuşlansın ‘Kifayet Merkezine bağlandınız. Şu için çok yüklüyüz. Lütfen tekrar arayın.’ uyarısı duyuluyordu.
  Herkese binmek istediği otobüs gibi görünmeyi başaran otobüs yapay zekânın sürdüğü bir araç bile olabilirdi. Sadist bir yapay zekâ. Kapı açıldığında ismi okunmadan inmek isteyene geçici olarak inme iniyor ve yere yığılıyordu. Bu nedenle kapı açıldığında mum gibi kıpırtısız bekleşiyorduk.
  “Kararlılığınız Kifayetsiz.”
  “Moraliniz Kifayetsiz.”
  Bu anonsları duya duya şehrin içinde tur attık durduk. Her kifayetsizlik normu anons edildiğinde kendimdeki eksiklik dozunu belli edecek şeyleri hatırlatıyordu. Herkes acz ve pişmanlıkla sarsılırken yeni gelenleri teselli edecek şeyler söylüyordu. Bana da aynısını yapmışlardı. Orada yalnız olmadığım için çok memnundum. Yalnız içimde kezzaplı bir pişmanlık kaynıyordu. Geçen hafta bir mal mülk davasında eksik şahitlik yaptım. Bildiğim şeylerin hepsini söyleyemedim. Husumete uğrarım diye biraz korktum.  Ayrıca kırk yıllık arkadaşımı değeri bir milyona yakın bir dairenin sahibi olacak diye kıskandım. Bu üzerimde daha çok etkili oldu. Husumet işin bahanesiydi.
  “İmanınız Kifayetsiz.”
  “Ferasetiniz Kifayetsiz.”
  İçimdeki suçluluk hissinin kışkırttığı bir rüyanın içersinde olduğumu düşünüyordum. Elbet bir şekilde bu otobüsten inecek ve ayağım yere değdiğinde yatağımda uyanacağım beklentisine sahiptim. Otobüsümüz şehrin içersinde tur atarken gerçeğe yapışık hareket ediyorduk. İndirim tabelalarındaki fiyatları okuyor ve üzerine fikir teatisinde bulunuyorduk. Dışarıda gördüğümüz insanlar, araçlar, dükkânlar her şey normal hayata dair unsurlardı. Durumu tuhaf olan sadece bizlerdik.
  “Civanmertliğiniz Kifayetsiz.”
  “Sabrınız Kifayetsiz.”
  Her binen için duyulan anons bizi bir süre sessizleştiriyor ve kendi içimizdeki hesaplaşmayla başbaşa bırakıyordu. Yavaş çekim kâbus ortamı hepimizi etkilemişti. Vicdan muhasebesi yapıyorduk.
  Şimdi dışarıdayım artık. İstersem arkadaşıma gidebilir ya da evime dönebilirim. Bunu yapmak isteyen yanım ölgün. Çünkü ne kadar gayret edersem edeyim sabah yataktan kaçta kalktığımı, evden kaçta çıktığımı, otobüse hangi duraktan ve kaç sularında bindiğimi hatırlamıyorum. Aracın içersinde saatlerce kaldığım halde dışarıda saat onu biraz sollamış. Bu şu demek:Henüz uyanmadım. Karnımın açlığını hissetmesi, sıradan insanları izlemem ve canım ne isterse yapabileceğimi düşünmem kandırıcı aksesuvar. Hapiste havalandırmaya çıkmak cinsinden bir teneffüs arası belki de.
  Rasgele bir yöne doğru yürüyerek düşünmeye başladım. Otobüse kendi isteğimle, önceden ne olacağını bilerek bir kez daha binmemin şart olduğuna karar verdim. Uyanabilmem ve otobüste geçen her şeyi unutabilmem için bunu yapmam gerekiyordu. Son seferimi yapacak, hayata kaldığım yerden devam edecektim. Tabii ardından ilk iş olarak arkadaşımın yüksek mahkemedeki davasında bir kez daha şahitlik yaparak vicdanımdaki yükü boşaltacaktım.
  Ayaklarımın beni doğru istikamete götürdüğünü hissediyorum. Birazdan otobüslerden birine binecek ve kartımı son kez okutacağım inşallah. Niyetim etkili olacak. Sonra bir yerde inecek, hiçbir şey hatırlamıyor durumda ve hatamı telafi etme azmiyle donanmış bir şekilde yatağımda uyanacağım.  
  Pınar D.’yi tekrar görecek miyim acaba? Onun da son bir kez otobüse binmek üzere olduğuna kalıbımı basabilirim. Yoksa yan yana oturmaz ve araçtan aynı anda inmezdik. Yalnız bir cız noktası mevcut. Belki de en iyisi birbirimizi bir daha görmemek. Çünkü yüzümüzdeki bir ifade, ağzımızdan çıkan bir sözcük otobüsü hatırlatabilir. Bunu ikimiz de istemeyiz. ‘Hoşçakal’ o halde.
  Bir durak var ileride. Yer değil niyet önemli. Orada otobüsü beklemeye başlayacağım.  Aldığım doz kendimi yenilemem için yetmedi. Belli ki, sebatım da kifayetsiz.
                                                                                                                         Balçova -  Nisan 2019