Aslı’nın
tüm dikkati vitrindeki eflatun renkli çantaya yumulmuştu. Simli deri taklidi
çantanın kenar dikişleri, üzerinde ne yazdığını okuyamadığı minik metal
markası, fermuarının ona göre sağda kalan çıkıntısı ve iki sapın gövdeye
bağlandığı yerdeki metal halkaları, kutsal bir kitap okurcasına saygıyla
hürmetle ve batıni bir hayranlıkla seyretmekteydi. Beyin damarlarını genişleten
huşu nedeniyle bedeni hafiflemişti sanki. Bir süredir yürümekten acıyıp duran
sol topuğunu hissetmez olmuştu. Etiketinde ‘Yarı fiyata indirim darbesi’
yazmaktaydı. Onun altında kırmızı keçe kalemle yazılmış rakam solduğu için
fiyatı okuyamıyordu. O solukluktan endişe salgılanmaktaydı. Bu çantayı almak
zorundaydı. Parası yetmezse bedbaht olacaktı.
“Dikkat edin çantanızın fermuarı açık
duruyor.”
O çantaya dokunmak, bağrına basmak, eski
çantasındaki her şeyi birer birer hiç acele etmeden içine yerleştirmek hayali,
bir çocuğun lunapark özlemi gibiydi. Çocukken lunaparklardan hiç çıkmak
istemezdi. Çanta gözünde büyüyerek bambaşka bir anlam kazanmıştı. İçinde
yürünecek sokakları, bakınacak mağazaları ve diğer insanları olan bir hacme
genişlemişti. Diğer insanları istemiyordu yanında. Kıskanırdı. Çantanın ıssız
sokaklarında tek başına dolaşmak istiyordu.
“Kapkaççılara dikkat edin hamfendi.”
Aslı, adeta görünmez telciklerle gözlerine
bağlı gibi duran nesneden güçlükle koparak soluna baktı. Orta boylu, fırça
bıyıklı, kahverengi kısa saçlı bir adam eliyle fermuarı yarı açık duran
çantasını işaret etmekteydi. Siyah pantolon, grimsi mavi bir gömlek giymişti.
Kırk başlarında falandı. Yanında göğsüne kayışlarla bağlı su bidonu taşıyan on
altı yaşlarında kumral bir delikanlı durmaktaydı.
“Ne…
Bir şey mi oldu?”
“Etrafta kapkaççılar kol geziyor. Çantanızın
fermuarı açıktı. Uyarayım dedim hamfendi.”
Fırça bıyıklı adamın yüzünde güvenilir bir
ifade vardı. “Teşekkür ederim.” dedi Aslı gülümseyerek ve çantasının fermuarını
kapattı.
“Bir şey değil.” dedi adam babacan bir
ifadeyle. “Susamışınızdır. Biraz su içseniz. Şurada bir kafe var. Biraz oturun.
Sol topuğunuzu dinlendirin.”
Aslı bakışlarını o eflatun çantadan çekince
zihni tekrar canlanmıştı. Sol topuğu sızlıyordu gerçekten. Çok da susamıştı.
Caddeyi dolduran yığınla insanın varlığını unutmuş gibiydi.
Bembeyaz dişli, sempatik bakışlı delikanlı
diğerinin bir sinyali üzerine plastik bir bardağı suyla doldurdu ve uzattı.
Aslı teşekkür bile etmeden bardağı aldı ve
iki üç yudumda suyu içti. Oh! Ab-ı hayattı valla.
“İnsan dalıyor. Yeni sezon tabii. Mamulatlar
fayrap.”
Aslı hak verircesine başını salladı. Zihni
canlanınca çantadan önce de bir başka vitrinde ayakkabılara daldığını
hatırlamıştı. Bordo renkli, yarı yüksek topuklu o muhteşem ayakkabı gözünün
önündeydi hâlâ.
Delikanlı ikinci bardağı doldurunca Aslı hiç
itiraz etmeden suyu kana kana içti. Kendini iyi hissetmeye başlamıştı birden.
Eliyle vitrindeki çantayı işaret etti.
“Fiyatı belli değil. Çok almak istiyorum, ama…”
Adam sol bileğindeki saate baktı. “Siesta şu
anda malum. Dükkânların hepsi kapalı. 13.00 ile 16.00 arası. Daha saat iki bile
değil. Şöyle bir kafeye gitseniz. Biraz otursanız. Bir çay için. Siesta
saatlerinde içecekler ve yiyecekler ücretsizdir. Biraz dinlenseniz.”
Aslı adamın işaret ettiği yere baktı. Eskiden
adını hatırlamadığı bir mağazanın bulunduğu yerde şimdi bir teras vardı. Yeni
açılmış olmalıydı. Millet oturmuş çay, kahve içmekteydi. Birden canı sıcak bir
çay çekti. Yanına da bir şeyler atıştırsa, hiç de fena olmazdı.
“Teşekkür ederim.”
“Bir şey değil efendim.”
Adam ve yanındaki sucu delikanlı Ağa Camii
tarafına doğru yürümeye başlayınca Aslı da Sebile adlı kafeye yöneldi. Sokağa
yakın boş masalardan birine oturdu.
Çantasını masanın üstüne bıraktı ve çevresine bakındı. Onun yaşlarında
bir kadın altı yaşındaki kızına dondurma yedirmeye çabalamaktaydı. Sarı
bukleli, beyaz elbisesinin göğüs kısmında iri bir turuncu leke bulunan kız
dondurmasını isteksizce yerken, “Ben oyuncağımı istiyorum. İstiyorum.” diye
mızmızlanmaktaydı. Kadınla bakışları karşılaşınca Aslı anlayışla gülümsedi.
Kadın da aynı şekilde karşılık verdi.
“Ne arzu edersiniz efendim?”
Aslı uzun saçlarını at kuyruğu yapmış genç
kıza biraz utangaçlıkla baktı ve “Siesta sırasında ücretsizmiş diye duydum.”
dedi. “Çay ve yiyecek bir şeyler.” Çantasını açmaktan korkmaktaydı. O muhteşem
eflatun çantayı almak için yeterli parası var mıydı bilmiyordu. Daha doğrusu
dükkân açılmadan bunu bilmek istemiyordu. Şimdi çayın mayın ücretini ödemek
için cüzdanını çıkarırsa elinde olmadan parasını sayardı. Bunu yapmak istemiyordu.
Şu anda değil. Hayallerini kırmadan tutuyordu bilmemek.
“Evet. Efendim. Sınırsız miktarda sıcak
içecek ve peynirli poğaça ısmarlayabilirsiniz. 13.00 ile 16.00 arası böyle.
Sonrasında sıcak içecekler 4,5, poğaçaların porsiyonu da 6 liradan işlem
görüyorlar.”
Uzun boylu, ince yapılı, hoş bir kızdı.
Yüzünde dalga geçer bir hal yoktu. Saygılı ve anlayışlı bir şekilde
bakmaktaydı.
“Peki çay ve poğaça rica edeyim lütfen.”
Kız içeri doğru gidince Aslı etrafına bakmaya
başladı. Önünden oluk oluk insan geçmekteydi. Herkesin ağzında alışverişle
ilgili sözcükler vardı. Falanca filanca marka cep telefonları, giysiler, iç
çamaşırları, ayakkabılar vb. Herkes sabırsızlıkla dükkânların açılmasını
bekliyordu. Az önce kendisini uyarıp su ikram eden adamı gördü. Yanında sucu
delikanlı başörtülü iki yaşlıca kadınla konuşmaktaydı. Onlara bu tarafı işaret
etmekteydi. Kadınlardan biri su içiyordu. Yüzlerinden bitkin oldukları
belliydi. Tavsiyeye uyup kafe tarafına yürümeye başladılar. Vitrinde iki adet
olan eşarpları satın almak istiyordu ikisi de.
Şöyle eşarp, böyle eşarp konuşmalarıyla yanından geçerek içerdeki
masalardan birine oturdular. Uzun boyluca, kurşun rengi yazlık pardesülü olanı,
“Ya biz burada otururken dükkânlar açılır, bizim eşarplar giderse.” dedi.
Tombul arkadaşı daha iyimserdi. “Daha çok zaman var kız. Bacaklarımız dinlensin
azıcık. Ayaklarıma kara sular indi Allahıma.”
Atkuyruklu kız bir tepsiyle çayını ve
poğaçaları getirdi ve hızla yeni gelen kadınlara yöneldi. Beyaz porselen
çaydanlık, marsık amblemli fincan, kâğıt ambalajlı
şeker küpçükleri ve altı nefis görünümlü küçük poğaçacık yüklü bir tabak.
Poğaçalardan birini ısırdı. Nefis ötesi bir tat salvosu beynini uyuşturdu
adeta. Sabırsızca çiğneyerek yuttu lokmaları. Ücretsiz servis bayağı
kaliteliydi.
Zihninin eflatun renkli çantanın ağır
çekiminden sıyrılması böyle gerçekleşti. Poğaçalar onu geçmişe götürdü. Kendini
bir mutfakta hamura şekil verirken gördü. Fırın tepsisini yağlamıştı. Mutfakta
yalnızdı. Kurabiye yapıyordu. Sonra oradan misafirlere tabaklarla börek,
kurabiye ikram ettiği bir yere geçti. Oradan İstiklâl Caddesi’ne döndü. Bir
kafede müşterilere hizmet etmekteydi. ‘Ücretsiz. Ücretsiz.’ diyordu. Vitrinler
işe el koymaya kalkıştı. O bordo ayakkabıyı gördü. Nasıl derinden istemişti
sahip olmayı. Şimdi bir dokunsa, ayağında hissetse, havalı havalı yürüse...
Etkisi zayıftı bir şekilde. İradesi bağıntıyı kesti. Ama yine bir vitrinin
önündeydi. Altın çerçeveli ametist bir gerdanlık. Harika bir nesneydi. Işığı
yansıtan yüzlerin bolluğu mükemmellik ışıyordu. Kristale yeniden kazandırılmış
metanet, diyordu içinden bir ses her ne anlama geliyorsa. İradesi iki parçaydı.
Ölesiye gerdanlığı isteyen ve diğeri.
Diğer yan ısrarlıydı. Aslı’nın güdümlenmiş
nefsi gerdanlığın hayaline tutunamadı ve koptu. Aslı çayını içer ve kalan
poğaçaları yerken o yan iyice etkinleşmişti. Kadın kendini uyuşturucu iğneyle
bayıltılmış bir kaplanla aynı kafeste kapalı gibi hissediyordu. Uyu, ayılma
yoksa, diyen bir feryadı figan büyümeye başlıyordu içinde. Gül kokusu ve
dikenler. Zıt güçler çarpışırlarken beyninde bir ses gürledi.
Git yüzüne bak. Haydi.
Aslı atkuyruklu kıza helanın yerini sordu ve
kızın parmağıyla işaret ettiği kapıyı açıp kadınlara has bölüme girdi. İçerisi
inanılmaz derecede temizdi. Sonra lavabonun üstündeki aynada yüzünü gördü.
Hoş bir yüzü vardı, ama sandığı kadar genç
değildi. Saçları doğal görünümlü bir kahverengiye boyalıydı. Gözlerinin
kenarındaki kırışıklar en az 45 diyordu. İnsan kendini genç hisseder, ya da
öyle sanardı, ama yaşını unutur muydu?
Geceyi
hatırla şimdi.
Karanlıkta bir yatak odası gördü. Yazdı. Bir
kadın çarşafla örtünmüştü. Yaklaştı. Yüzüne yakından baktı. O’ydu. Aslı’ydı.
Kendini izliyordu. Bakışları tekrar aynadaki aksiyle buluşunca ağzı hayretle
açıldı.
Gel beni bul. Sıran geldi.
Aslı dışarı çıkınca kafeyi bıraktığı gibi
bulmanın şaşkınlığını yaşadı. Bu gerçeklik bana ait olamaz duygusu çok
baskındı. Eğer kırkbeş yaşındaysa, belki evliydi. Çocukları vardı. Onlar
neredeydiler? Neden hatırlayamıyordu. Buraya tek başına alışverişe gelmiş ve
kafayı azıcık sıyırmıştı. Bu kadar basit değildi. Hissediyordu.
Bütün müşteriler kendi âlemlerindeydiler.
Dükkânlar açılınca bir koşu gidip
başkaları kapmadan o en çok istedikleri şeyi alacaklardı. Ve inşallah paraları
yetecekti. Yoksa meyus olurlardı. Ama daha buna vakit vardı ve beleş poğaçalar da pek lezzetliydi doğrusu.
Aslı geçerken hiçbiri özel bir dikkat yapıştırmadı suretine. Kendi dertlerinin
sarmalındaydılar.
Kalabalık caddeye çıkınca sağına soluna baktı.
Ağa Camii ile Taksim Meydanı arasındaki alanda en az bin kişi vardı. Kafede çay
kahve beleşti. Bütün dükkânlar kapalıydı. Millet niye sokaklarda deli danalar
gibi dolanmaktaydı? Az önce ben de onlardan biriydim diyen yanı bir umutla
vitrindeki çantanın, gerdanlığın ya da ayakkabının her düşünceyi soğuran baskın
çağrısını bekliyordu; ama bu gerçekleşmiyordu.
“Eşyanın baskısından sıyrılıyorsunuz.”
O fırça bıyıklı adam belirmişti yanında.
Güler yüzlü sucu da yanındaydı. Delikanlı su rezervini yenilemiş olmalıydı. On
litrelik bidon silme doluydu.
“Ne dediniz?”
“Adım Haydar Tunçbel. Endişeciyim.”
“Necisiniz?”
“Endişeci. İzah edicem. Adınız ne
demiştiniz?”
Aslı soyadını hatırlamadığını farkederek
hayretle, “Aslı.” dedi.
“Soyadım…”
“Vestiyerde.” dedi Haydar. “İzah edicem.”
Delikanlıya döndü ve “Sen biraz burda takıl. Ben hamfendiyle konuşayım.”
Delikanlı uysalca başını salladı. Dikkati az
ileride vitrine bakan kısa etekli genç kızdaydı. Yerinden memnundu yani.
Aslı, adam yürüyünce ona ayak uydurdu. Taksim
Meydanı tarafına yürümeye başladılar. Mor çanta, ametist gerdanlık ve bordo
ayakkabı ‘bu son çağrı; yoksa bizi bir daha nah görürsün’ demekteydiler.
Sesleri eski güçlerinden çok şey yitirmişti.
“Etiketlerin cenderesinden sıyrılmaktasınız.
Ayılıyorsunuz. Ben de öyleydim bir ara. Aynı sizin gibi. Zihnim serbest kalınca
endişeci oldum.”
“Ne demek bu Allahaşkına?”
“Benden önce yerini aldığım zat bu sıfatı
sarfetmişti. Bana kalsa gözetici falan derdim. Şu gördüğünüz yerdeki insanlara
su ikram etmek, biraz dinlenmelerini tavsiye etmek, kapkaççılar için uyarmak
gibi işler yaparım.”
Aslı içini çekerek yan gözle adama baktı.
Metin duruşu, kendinden emin halinden etkilenmişti. Bir süredir beynini oyan
şeyi sormaya karar verdi.
“Burası neresi?”
“Görünüşte İstiklâl caddesi. Ama bir limiti
var. Ağa Camii’nden öteye geçilemiyor. Taksim Meydanı’na da çıkılamıyor. Yan
sokaklar tamamen kapalı. Öyle duvarla falan değil. Her yer açık. Oradakiler bu
tarafa, biz o tarafa geçmeye istek duymuyoruz. İstek bazında bizlere caddenin
sadece bu bölümü tahsis edilmiş.”
Aslı buraya nasıl geldiğini hiçbir şekilde
hatırlayamıyordu. “Bunca insan… Nasıl gelmişler?”
“Valla bilsem!” dedi Haydar. “Ben de sizin
gibi önce vitrinlere takılmaktaydım. Tam olarak kaç yaşındayım, nerede
oturuyorum, evli miyim, bekâr mıyım hiç bilmiyorum. Tek bildiğim bu siestanın
hiç bitmeyeceği.”
“Nasıl yani?”
“Gece de olmayacak. Böyle mavi gökyüzü
takılıp kalacak. Ne bir bulut belirecek ne de bir yıldız parıldayacak.”
Aslı adamın sözlerinin doğruluğunu midesinde
buzdan parmaklar şeklinde hissetmekteydi. Kendisi ne kadar zamandır burada
olduğunu kestirememekteydi. Aklından öldüm belki de düşüncesi geçti. İnançlı
bir yanı vardı. Bulunduğu yeri hiçbir ölüm ötesi merhaleye benzetememekteydi.
“Şimdi buradan bakınca Taksim Meydanı’nda
yürüyen insanlar ve vasıtalar görünüyor, ama yanlarına gidilemiyor.”
Aslı Taksim Meydanı’ndaki alışıldık bildik
curcunaya baktı ve içini çekti.
“Burası hâlâ İstanbul mu?” dedi Haydar.
“Bilmem valla, ama… Bir de… Şöyle bir fikrim var: Biz bir şekilde bölünmüş
alanlardan birine tıkıldık. Kim tıktı, Allah bilir. Öldük mü, yoksa rüyada
mıyız bilemiyorum. O kafede garsonluk, suculuk, belki de kapkaççılık yaptım.
Vitrinlerde deli gibi eşya seyrettim. Tıpkı sizin gibi. Ve Endişeciliğe
evrildim. Bu son merhale.”
Haydar birden durdu ve eliyle bir yeri işaret
etti. “Benden önceki Endişeci emekli memur tipli, efendi bir adamdı. Mesut Bey.
Altmışı devirmişti. O şuradaki bir kapıdan geçti gitti. Ve yerini ben aldım.”
Haydar işaret ettiği yer eskiden sütlü
tatlıların yendiği iki katlı bir binaydı. Şimdi bu bina görebildiği kadarıyla
boştu. Aslı birden İstiklâl Caddesi’nde sayısız kafe ve restoranın siesta
sırasında kapanmasındaki saçmalığı iyice kavradı. Ne siestasıydı bu böyle?
“Bu kapıdan çıktı.”
“Nereye?”
“Bilmiyorum. Mesut Bey beni yerine Endişeci
tayin etti ve gitti. Şimdi sıra benim.“
Aslı yerinize kimi tayin ettiniz diye
soracakken durakladı. Bu tavrını iyi okumuştu Haydar.
“Yerimi siz alacaksınız. Kalabalığı dolaşın
ve bir sonra ayıkacak şahsı arayın. Ben sizi nasıl buldumsa, siz de onu
bulabileceksiniz. Merak etmeyin. Allaha emanet olun.”
Aslı adamın uzattığı eli rüyada gibi sıktı.
Haydar kapıya doğru yürüdü. İttirdi ve içeri girdi. Kapı örtüldü. Aslı’nın eli
metal kulba değdiğinde fil kuvvetinde bile olsa kapıyı açamayacağını anladı.
Taksim Meydanı tarafına baktı. İçinden hiç o tarafa gitmek gelmiyordu. Sınır
gerçekten de hissiyat olarak dizayn edilmişti demek ki.
Bir çıkış var dopingi acayip bir şeydi diğer
yandan. Hızlı adımlarla geriye döndü. Sucu genç bıraktığı yerdeydi. Burnunu
vitrine yapıştırmış olan kıza bakmaktaydı hâlâ.
“Adım Aslı Kardelen. Yeni Endişeci’yim.
Beraber çalışacağız.”
Delikanlı hürmetle gülümsedi. “Adım İsmet,
abla. Memnun oldum.”
Aslı soyadını hatırlayabildiğini saniyeler
sonra farkedecekti. Sezgisel bir dürtmeyle beyaz etekli, kestane rengi saçlı
kızın vitrinde neye baktığını merak etmişti. Eflatun çantaydı. Onu kimbilir ne
kadar zaman esir tutmuş olan nesne kızı da büyülemiş gibiydi. Yanına geldiğini
bile farketmemişti. Çok şanslıydı. Kapının anahtarı bu kız olabilirdi pekâlâ.
Sol eliyle tuttuğu naylon çanta dip taraftan biraz yırtılmıştı. İçindeki sarı
ambalajlı paket görünmekteydi.
“Bayan, paketiniz yırtılmış.” dedi.
Kız sözlerini duymamış gibiydi. İkinci kez
yineleyince irkilerek başını çevirdi. Kahverengi gözleri dalgındı. Bu kız,
anahtarıydı. Seziyordu.
“Şu anda siestadayız malum.” dedi ve eliyle
Sebile kafesini işaret etti.
“Biraz dinlenseniz. Size yeni bir torba
versinler. Siesta boyunca yiyecek ve içecekler ücretsizdir.“. Yüzüyle bir
sinyal verince İsmet memnuniyetle yanına geldi. “Biraz su için. Belki
susamışsınızdır.”
Kız yüzüne minnetle bakıp başıyla onaylayınca
İsmet bardağa su doldurup kıza uzattı.
Aslı derin bir nefes çekip kalabalığa baktı.
Acaba o kapının arkasında ne vardı, diye düşündü. Buradan taşan bir şey
olmalıydı herhalde. Buradan evrilen bir hayat parçası.
“Bu çanta. Başkası almaz değil mi?”
Aslı, “Merak etmeyin daha upuzun saatler
boyunca dükkânlar kapalı kalacak.” dedi. Kız içine biraz su serpilmiş durumda
kafeye doğru giderken arkasından baktı. Taş çatlasa on sekizinde falandı.
Aslı o kapıdan korkuyordu, ama eşyaların
cazibesine kapılmadan bu alanda tıkılıp kalmak korkunç bir işkence olurdu. O
kapının arkasında ne varsa buradan farklı olmalıydı. Belki yatağında
uyanacaktı. Hatırlamadığı bir rüyanın rahatsız ediciliğini hissederek... Eğer
bu diğer şeyse ona güç yetmezdi zaten. Yani kaybedecek bir şeyi yoktu.
Kafeye baktı. Genç kız bir masaya oturmuştu.
Sezgileri ahahtarın o demeyi sürdürüyordu. Yemesini içmesini bekleyecek ve
sonra ona telepatiyle git, aynada yüzüne bak komutunu yollayacaktı. Eğer kız
kendi gibi ayıkırsa Endişecilik postuna sahipliği çok kısa sürecekti.
Aklında çeşitli olasılıklar cirit atmaya
başlamıştı. Çıkış için bir kapı varsa, bir giriş yeri de olmalıydı. ‘Ya o
kapının ardında buranın tıpatıp aynı bir hayat kesiti varsa’ düşüncesi çok
rahatsız ediciydi. Kapı buradaki varoluşun kurulma yeri, bir çeşit RESET de
olabilirdi. O zaman Haydar Tunçbel’in yeniden burada belirmesi gerekirdi.
Aslı kolunu sertçe çimdirdi ve acının
tanıdığı bildiği acılara benzediğini düşünerek rahatladı. Burada bulunan
varlığı hakiki bedeniydi. Yaşadığı şeyler garip, ama kendi gerçekliğiyle
tutarlıydı. Nasıl çalıştığını kestiremediği bir sisteme dahil edilmişti.
Az sonra Aslı yanında İsmet, kafenin önünden
geçerken genç kızın tabağını silip süpürdüğünü gördü. Denemekten bir şey
kaybetmezdi. İçinden kıza git ve yüzüne bak komutunu verdi. Gerisi çorap söküğü
gibi gerçekleşti. Kız anahtarıydı. Kısa bir süre sonra adı Serpil olan kızla o
malum kapının önünde durmaktaydılar. Kıza bildiği her şeyi anlatmıştı.
“Ben sizi hızla buluverdim Serpil Hanım.”
dedi Aslı. Kızın kafası karışmıştı iyice haklı olarak. İleride memnun memnun
sırıtan sucu delikanlıyı işaret etti. “Şimdi ben buradan çıkıp gidince siz de
kendi anahtarınızı arayın.” Kızın elini sıktı ve hızlı adımlarla kapıya
yaklaştı. Besmele çekerek ağır metal yüzeyi ittirdi ve diğer tarafa ilk adımını
attı.
*
“Bir an seni ortadan silindi sandım.” 19
yıllık kocası Ahmet Kardelen ince bir endişe tabakasının ardından ona
bakmaktaydı. Siyah bol tişörtü belindeki yağlanmayı örtüyor, ama beyaz
pantolonu kıçını olduğundan büyük göstererek bu etkiyi eksiltiyordu. Yine de 54
yaşında biri olarak cazip bir erkekti. “Önümde yürüyordun. Bir saniye kafamı
şuraya çevirip baktım. Sonrasında hiçbir yerde yoktun.”
İstiklâl Caddesi’nde diğer tarafta kafe olan
yerin tam önünde durmaktaydılar. Bu tarafta kafenin yerinde lüks bir butik
vardı.
Aslı sevinçle gür siyah saçları kırlarla
yüklü adama gülümsedi. “Hâlâ sırlı biriyim yani?”
Siyah gözlü adam rahatlamış bir şekilde
başıyla onayladı. Aslı inanılmaz bir hızla belleğine kavuşmuştu. 48 yaşındaydı.
17 yaşında bir oğulları vardı. Bir sigorta şirketinde avukatlık yapıyordu.
Kocasıyla meslektaştılar.
“Ahmet sıkıldım ben burdan.” dedi adamın
koluna girerek. “Gel Beşiktaş’taki o küçük meyhanemize gidelim.”
Kocası saatine baktı. “Daha saat beş ya.
Cemal ve Sevgi’yle sekiz gibi anlaşmıştık. ”
“Saatin ne önemi var.” dedi Aslı.
Adam tamam anlamına omuzlarını silkti.
Kurtuluş’ta oturuyorlardı. Günlerden cumartesiydi. Oğulları Yavuz sevgilisiyle
Ölü Deniz’e gitmişti. Bu akşam birkaç arkadaşlarıyla birlikte kafayı
çekeceklerdi. O yüzden arabayı almamışlardı yanlarına.
Önce Haydar’ın, ardından kendinin çıktığı
kapının önünden geçerken Aslı nefesini tuttu. Mekân sütlü tatlıların yendiği
bir yer olmuştu yine. Ayakları hiçbir engelle karşılaşmadan Beşiktaş
dolmuşlarının durduğu yere vardılar. On beş yirmi kişilik bir kuyruk vardı.
Aslı oraya kadar bir sorun çıkmadığı için bayağı rahatlamıştı.
“Yürüyelim mi? Yokuş aşağı nasıl olsa.”
Kocası on dokuz yıllık karısındaki his
değişikliğini hissediyor ve bunu gözünün önünde yitip gitmesiyle birleştirince
hayra yoramıyordu haklı olarak.
“Tamam.”
Az sonra parkın içinden geçerlerken kocası
vitrinde gördüğü bir çantadan söz etti. Eflatun renkliydi. Simliydi. Tam onun
hoşlanacağı bir modele sahipti. İki gün önce İstiklâl Caddesi’nden yalnız
geçerken görmüştü. Eğer beğenirse 20. evlilik yıldönümleri için hediye almak
istiyordu. Tam onu işaret edeceği sırada biricik karısı gözünün önünden silinip
gitmişti.
Aslı sözlerinin o küçük cehenneme giriş
kapısı olmasından korkuyordu, ama hiçbir şey söylememesi de mümkün değildi.
Durdu ve adamın gözlerinin içine baktı.
“Kafanda bir soru var biliyorum. Senden rica
etsem de, bunu bana yarın sabah uyandığımda sorsan. O kadar sabredebilecek
misin?”
Kocası başıyla olumlayınca karı koca kolkola
girip yokuşu inmeye devam ettiler. Harika bir ağustos akşamıydı, ama ilerleyen
saatlerde ne olacağı belli olmazdı. Masmavi gökyüzünde ilk gri bulutçuk
görünmüştü.
Amsterdam
2009
---------------------------------