26 Kasım 2017 Pazar

Sadık Yemni Sözlüğü - 2017

Kasım 2017 itibarıyla:
Sadık Yemni SÖZLÜĞÜ
 
Tirildeme: Türkçe’de İngilizce deki Thriller kelimesinin karşılığı 1996 yılına kadar yoktu. Gerilim, korku, polisiye tanımları yetersiz kalmaktaydı. Bizde tiril tiril gömlek, pantalon denir ya. Bu dikkatimi çekti. Thril ve Tiril kelimeleri arasında ses benzerliğinin yanı sıra anlam benzerliği olduğunu da keşfettim.Tirildeme kelimesi sözlükte hazırdı yani. Kendini tedavüle sokacak birini bekliyordu.

Tirildetir şeklinde de kullanılabilir.

Cümbüşlü Tirildeme: Action thriller için önerdiğim bir deyimdir.

TÖHAF: Tam Özerk HAyal Film. Bütün araştırmalara, antidepresan yıpratmalarına rağmen beynimizde henüz özerkliğini koruyan bölgeler olduğu biliniyor. Tam Özerk HAyal Film şirketi. Bir kitabı okurken ya da bir öyküyü dinlerken beynimizde bu bölgenin yarattığı sadece bize has filmlere verdiğim isimdir. 2008 yılı mamulatı.


İdeaot:
İdeaot’u 2003’te otomatize edilmiş idealar, düşünceler, tasavvurlar ve hatta biraz da soyutun güzelliğinin doğurduğu aşk anlamına türettim. İdeaot’a giden yolun iki öncül basamağı vardı. Robot ve Biot.

Robot: Robot kelimesi ilk kez Çek yazar Karel Čapek tarafından 1920’de yazdığı Rossum’s Universal Robots adlı tiyatro oyununda kullanıldı. Çekçe robota kelimesinden yararlanmıştı. 1933 yılında Karel Čapek bir arkadaşına yolladığı mektupta robot kelimesini kardeşi Josef’in uydurduğunu yazmıştır.
Asimow’un yazdığı öyküden yapılan I Robot, Robocop ve A.I, Artificial Intelligence, Star Wars filmleri en tanınmış robot filmleri olarak tarihe geçti. Ben nedense en çok I Robot’u severim. 

Biot: A.C. Clarke, 1973’de yayımladığı Rama’yla Randevu adlı kitabında biyolojik robot olan biotlardan söz eder. Bunlar organik malzeme dolu bir denizden türüyorlar, tamirat, yedek parça temini, teknik bakım, temizlik vb. gibi görevleri yerine getirdikten sonra bu mini denizde çözülüp gidiyorlardı.
  Oysa bütün sonsuz değişkeleriyle yaşam Rama’ya gelmişti. Eğer bu biyolojik robotlar canlı değillerse, çok iyi birer taklit oldukları ortadaydı.  
  ‘Biot’ kelimesini kimin bulduğunu kimse bilmiyordu. Sanki bir anda kendiliğinden ortaya çıkmış ve herkes tarafından kullanılmaya başlanmıştı. Bu duruma göre ana girişte Pieter, şef Biot gözcüsü oluyordu. Ve onları inceledikçe bazı davranışlarını anlamaya başladığına inanıyordu.
                                        Arthur C. Clarke, Rama’yla Buluşma, İthaki yayınları,1999

İdeaot: Tasavvurlardan yapılmış, düşüncelerden örülmüş robotvari sistemler, simülasyonlar için bir sözcük ararken parmaklarım 2003 şubatında ansızın İdeaot yazdı.  Sezildemliğim, İdeaot’un bir kez kurulduğunda tüm evreni, evrenlerin tümünü birbirine bağlayan mana köprüleriyle eklemlendiğini fısıldıyor. 
Evren denen matrix’in içinde olmak, bu tür bir tasavvurhanenin, düşomatın, hayalmatiğin azası, bileşeni, parça buçuğu kesilmek çok katmerli bir gerçekliğe açılan sayısız eşiklere de yakın durmaktır o halde.
 İnanılmaz derecede muhteşem bir bütünün bitmez tükenmez tünelleri, salkım saçaklı kabul salonları ve de en önemlisi sayısız farkındalık düzeyleriyle tanışmaya davetliyiz.
Dünyada ilk kez 2003’de yayımlanan Çözücü adlı kitabımda kullanılmıştır.

                                  
Fikir Yongalama: Ehliyetli düşünme ya da felsefe demlemek. (2006)
Amsterdam’da kurduğum think tank grubuna Fikir yongalama Kulübü adını verdim. 2006 Kasım ile 2008 Aralık tarihleri arasında ayda iki defa olmak üzere toplanıldı ve bir çok dünya meselesi incelendi.

Akaşanlar: Akaşik sistemin (levh-i mahfuz ya da evrenin hard diski) her insan için tahsis ettiği duyarlı kayıt öğesi.
                                               
Cepcepniler: Ufak tefek eşyaları, zamanı ve hatta anıları tırtıklayıp paralel evrenlere götüren getiren minik yaratıklar.

TekinsizX : Paranormal, metafizik, iyi saatte olsunlar, doğa üstü
olayları fantastik, bilimkurgu, polisiye üslupla harmanlayan edebiyat türü. 2009 mayısında genel bir terim olarak beğenilere sunulmuştur.

İnşallahvaristan : Evrenin en ücra köşesinde bile olsa mevcut olmamasından için için endişe duyduğumuz yer. Bütün ütopyaların beşiği. (2010)

Sezildemlik: Sezgilerimizin demlendiği ve yaratıcı coşku kazandığı hayali kap. Beynimizdeki sezgi üreten bölge. Gönül.

Vehimiçi: Çevrimiçi teriminden yararlanarak PARANOYA karşılığı için türettiğim bir terim. 2010. Vehim halinde online olmak kastediliyor.

Tebdilcinler:  Tebdil etmiş cinler. Daha çok dişi olanları tarafından insan vücutları kullanılarak yapılan işlem. (Bu başlıkla bir öykü ve kısa bir film mevcut)

Cinofreni: Cinlerin neden olduğu şizofreni vakaları için uydurduğum tıbbi terim. (2014) Bu başlıklı öyküm Gölge Dergisi’nin 86. Sayısında yayınlandı.

Canaksi: Varoluşumuzun duygu belli etmeyen bir kopyası. Bir çeşit sağlaması. İlk kez Akisfer (2011) adlı romanımda kullanılmıştır. 2009 yılı yapımıdır.

Takatrik: Takatı kesik anlamına.

Tevekkülon: Foton, Graviton’dan esinlenerek, tevekkül zerrecikleri anlamına.

Tesirlilik : Etkinlik sözcüğü faaliyet anlamına gelmez. Etkinlik’in eşanlamlısı Tesirliliktir. Kültürel tesirlilik, öğrenci tesirlilikleri şeklinde kullanılabilir.

Jüpiter Etkisi: Başlangıç aşamasındaki yazarları daha hızla kaliteli yazmaya yönelten yönteme verdiğim ad. (Pek yakında ayrı bir kategori şeklinde izah edeceğim)

K∞: Kitaplardan taşan ve sonsuzluk hissiyatımızı depreştiren rayiha. (2013)

Bedkorku: Hard Core Horror anlamına. Kanlı bıçaklı olanı (ucuz ve yavan malzemeyi kastetmiyorum) değil ama. Zihnen, moralman çökerten, umarsızlık uçurumlarının dibini seyrettiren korku metinleri anlamına. (2014)

Eskidem: Antika ya da eski eşyalar için uygun gördüğüm bir kelime.

Fotonella: Fotonlardan yapılmış insan gibi programlanmış bir genç kadın. Türünün ilki. (2013)

Kemgerçeklik: Kelek durum silsileli gerçeklik.

Düşünce yalpalaması: Kararsızlık.

Exogazelci olmak: Hariçten gazel okumak

Korkulobin(Hemoglobinden) Damarlarında korku zerreciklerinin cirit atması. (2008)

Kurulu düzen: Patronsaray-İşçibahçe maçı

Merakson motoru: Çocuksu ve bilimsel merakı fazla olan marka

Birliktelişim (Rezonans için)

 Metakeramet: Keramet ötesi.

Sekizbenlik: Paralel evrenler arasında bir gerçek evren ve yedi kopyası ile çalışan sistem. İlk kez Ölümsüz’de sözü geçmiştir. Hiçbir iddiası olmayan bana ve dalgaboydaşlarım olan okurlarıma has sözlük kurulmaya devam edecek. Daha onlarca kelime yerini beklemekte. Bu kelimeler serbest çağrışıma salınmışlardır. Kullanıma açıktır. (2003)

Vicdanölçer: Vicdanmetre de dense yeridir.

Algımetre: Algıölçerlilik

Niyet pencereleri: Gözler

4 kategori insan:
Dedi ve Koducular
Demedi Koducular
Dedi ve Komadıcılar
Demedi Komadıcılar

Kıllı tasarım:  Darwinizm.  (Akıllı tasarımın zıddı)

Cypher Hapı: 2. Ortaçağ’da, yani günümüzde insanı bireylikten sürülüğe indirgeyen hap. Mavi ya da kırmızı değil. Kahverengi Hap. Ne olup bittiğini pekala bildiği halde başını kuma gömenlerin gözde hapı. (2010)

Mor Hap:  Matrix filminde kırmızı hap gerçeği, mavi hap sanal gerçeği temsil ediyordu. Oysa asıl gerçeklik için bu iki hapı bir arada yutmalıdır. (2007)

Phantomat (S.Lem’den): Hayalmatik ya da Düşomat. Tasavvurhane bile olabilir pekala.

Miyavor: Kedilerin en çok istedikleri üç şeyin tek kelimeyle ifade edilişi. Sıcak, kucak ve kayıntı. (2010)

Kahır bandı: Kahır yüklü ortam.

Haya kırıklığı: Ahlaksızlaşma, duyarsızlaşma.

Turfandacon : Neocon

Paranın haysiyetini yitirmesi: Vahşi kapitalizm.

Can aynam: Sevdalım.

Mışıl mışıl tozları: Melatonin.

Bigbangdaşlık : Bigbangle başlayan dostluk.

An dondurması : Fotoğraf karesi

Beyinosfer: Zihinsel

Demirzâr – Demir gibi sert, ama diğer yandan zâr gibi ince, duyarlı, ağlayan, inleyen anlamına. Bir roman kahramanımın adı.

Moral karartması: Şiddetli moral bozukluğu


Bize Has Bir Medeniyet telakkisi bağlamında türettiğim sözcükler

AKİD : Dünya değişiyor ve yeniden yapılanıyor. Her ülke bundan çeşitli şekillerde etkileniyor. Eskisi gibi kalmak, eski statükoyu  sürdürmek mümkün değil gibi görünüyor. Partiler gelir geçer. Kalacak olan Büyük Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bağımsız bir bakışla, 21. yüzyılda  ‘Yeni Türkiye’nin medeniyet modeli sloganlarından biri olması umuduyla AKİD’i tasarladım.  (2013)

AKİD nedir?

A – Ankara : Ankara Duruşu. Ankara artık oyunlarla sürüklenen bir ülkenin başkenti değil. Kendisi de oyun kuran, ağırlığı olan Ankara, politik ağırlığının yanı sıra dünyaya verebileceği kültür mirasıyla iftihar etmektedir. Kendine güvenen ve kültürüyle iftihar eden bir duruşa sahiptir.

K – Konya : Konya Kriterleri. Bu terim 2005 yılında tarafımdan ortaya atılmıştır. Mevlana’nın eşsiz eseri Mesnevi’den hareketle üç temel maddeye sahiptir. Küresel Merhamet, Hoşgörü ve Hakkaniyet.
 
İ  - İstanbul : İstanbul Hoşgörüsü. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethinden sonra azınlıklara ve gayri müslimlere gösterdiği hoşgörü, verdiği hakları ve ünlü fermanını temsil eder. Başta Avrupa’da olmak üzere sinsice bedenlenen apartheid’e karşı çok ciddi bir panzehirdir.

D – Diyarbakır: Diyarbakır Bildirisi. 1950’lere kadar ciddi bir Türk nüfus barındıran  Diyarbakır, Türk-Kürt işbirliğini ve kardeşliğini temsil eder. Diyarbakır Bildirisi tek maddeden oluşur. ‘Türkler ve Kürtler büyük, etkin ve kalıcı bir refah bölgesi tesisi için sonsuza kadar el ele vermiştir.’

Beyaz Cumalar: Robinson’un Maddi Refah Adası’na (refah ülkeleri) göçen eski tanımla üçüncü dünya, yeni tanımla yeterince kalkınmamış ülke insanlarından bazıları (bizde örneğin beyaz Türkler) kendilerini Robinson’un eşdeğeri  addeder. Oysa Robinsonlar nezdinde Cuma’dır. Beyaz bir Cuma.

Samsa ve Faust Kapıları: Robinson’un Maddi Medeniyet Adası’na (Batı’ya) girişte iki kapıdan birinden geçilir. Samsa ve Faust kapıları. Samsa Kapısı’ndan geçenler için eninde sonunda böcekimsi bir yaratığa dönüşmek mukadderdir. Faust kapısı ise çok daha az sayıda ayrıcalıklı kimseye görkemli bir hayat sunar. Bunlar zamanla çatallı kuyrukları ve toynaklı ayakları olan yaratıklara dönüşür. Bir aralar  Üçüncü Bir Kapı daha vardı. İnsana insan kalmayı vaadediyordu, ama şu sıralar tamirde. (2013)

Modernitenin Sözümona Üçüncü Kapısı ve gerçek Üçüncü Kapı için Üçüncü Kapı başlıklı yazımı okumanızı tavsiye ederim. (2016)

SiMA: (2013) yapımdaJ

COP: Cumhuriyetçi Oligarşik Parti. Kültürel iktidar ve vesayetin yarı resmi partisi. (2009)

Noktacan: Yeni zamanlarda her an nerede olduğu bilinen, gizlisi saklısı olmayan özne. (2012)

Nazarzede Kliniği: Synopticonun yaygınlaşması. Her an gözlenir durumda kalan insanın bunaltısı.

Nârname: İkbal elde etmek amacıyla Şeytanla yapılan anlaşmanın metni. (2015)

FOS: Faşist Oryantalist Sol (2015)

YOK: Yerli Oryantalist Kepazeler (2015)

GEZİLEPSİ: (2017) Aradan geçen bunca zamanda Gezi Olaylarında Küresel Sermayenin, Batılı ülke ve gizli servislerinin, FETÖ’nün, Nusayriler’in, rahmetli Atilla İlhan’ın ünlü kadrosunda yer alan bazı aydın, siyasi, medya mensubu, akademisyen vb.’nin başat rolünü inkâr edenler için konmuş bir teşhistir.  

GEZİLEPTİK şeklinde de kullanımı var.
GEZİLEPSY şeklinde yabancı dilde de söylenebiliyor.

NATÖ: (2016) FETÖ ve o çizgiden olanların sahibi. PKK, PYD, BÇG, DEAŞ ve El Kaide’nin patronu.


Entelhempalar: Milli ve manevi değerlerden iyice kopmuş, Batı kültür potasında erimiş, oradaki muhtevayla hemhal olayım derken cüruflaşmış entellerdir. Pozitivist, sosyal Darwinist takılırlar. Nekrofil fikir mezarlığında gezinmeyi severler. Yaşarken mevtalaşmışları, zombilektüelleşmişleri mevcut malum. Tarih bilincinden yoksunluk çekmeyi mahalleye sadakat olarak nitelendirirler. Ülkesinden nefret eden, her fırsatta yabancı medyaya asılsız şikâyetlerde bulunan zatı muhteremdirler. Karikatür krizlerinde ifade özgürlüğü sevdalısı maskesiyle karakültürleştirme polenleri salarlar. Ülkelerinde zor hayatları varmış numarası çekerler. Gizli açık terör destekçileridir.
(Kısa tasvir – 2016)

Karakültürleştiriciler: Karikatür krizinde kasıtlı olarak kriz çıkartan islamofobi fabrikatürlerinin tarafını tutan entellere verilen sıfat. (2005)

Kafkaeskileşmişlik: Kafka’nın kendi sorunlarını direkt olarak dile getirmemesinden kaynaklandığı iddia edilen bir terim var. Kafkaesk, endişe ve karamsarlık anlamına kullanılıyor. Eski Türkiye’nin sol-liberal-jakoben formatlı aydınları şu anda iyice kafkaeskleşti. Esas dertlerini dile getirme yetilerini yitirmiş gibiler. Çağ dışı kaldılar. Sorunlar üzerine sorunlu metinler yazarak boşa kürek çekiyorlar.(2016)

Porselen Yazarlar: Projeleşen ve projeleşme potansiyeli ve isteği taşıyan yazarlara verilen isim. (2016)

TÜM: Türkiyeli ve Müslüman (2009)

Hoşkatlanı: Farklılıklara, sürekli yapılması halinde rahatsızlık veren bazı durumlara anlayış gösterme hali. Tolerans’ın karşılığı müsamahadır. Hoşkatlanı müsamahanın bir dalı. Metazori Katlanı da var. Katlanmamanın elimizde olmadığı haller. Hoşgörü Doğu’ya has aşkın bir anlama sahip. Yaratandan ötürü hoş görmek. Batılı anlamdaki toleransı karşılamıyor bu haliyle. (2004)

Tordemir : Temsili olarak ‘Demirağ’ şeklinde nitelendirilen, insanları modern köle yapan, özgürlüklerini sınırlayan, virtüel âlem ve algı yönetimi alanlarını yani çağın zihinsel ağlarını kontrol eden otoriteryan, kabalist, baskıcı ağ ve bunun yarattığı sistem. (2013)

Tepefaizgöz: Faizle ve tefecilikle büyük kapital edinenlerin önde gelenleri. (2015)

Hal Efendisi: Postmodernizmin pençesindeki insanın hayatını A’dan Z’ye tanzim eden merci. (2012)

Oyuneri: (2016) Bilgisayar oyunu bağımlılarına verilen ad.

Kod A:  - Ağrıyan adlı romanımda yerini belirttiğim muhteşem tözün esinlemesiyle - ‘Eğer dünyanın küresel vicdanı bir dağ gibi heybetle yükselmiyorsa, orada dirlik, insani düzen ve merhametten söz edilemez.’ (2011)

GlobeHyde: Küreselleşmenin insan sevmez yüzü. (1999)

GlobeJekyll: Küreselleşmenin insan sever yüzü. (1999)

İslamofobi: Batı’da ırkçılığın ve neo-kolonyalizmin yeni maskesi, İslam coğrafyasını ekonomik ve siyasi yönden baskı altında tutma projesinin kilit lafı. Irkçı-siyonist güdümlü avanta tezgâhı.

Homoturcus: ‘İnsan Türk’ anlamına. 1987 yılında tedavüle sürülmüştür. 

Konya Kriterleri: Bu terim 2005 yılında tarafımdan ortaya atılmıştır. Mevlana’nın eşsiz eseri Mesnevi’den hareketle üç temel maddeye sahiptir. Küresel Merhamet, Hoşgörü ve Hakkaniyet.

Homo Kul : Harari’nin Homo Deus- İnsan Tanrı adlı kitabına yazdığım eleştiri metninde ilk kez ele aldığım bir terim.(2017) Homo Deus’un anti tezi. Bütün dindarları kapsar.






Çekimdışı Sözcükler Kutusu

İnsanlar çevrimiçi ve çevrimdışı olarak iki gruba ayrılır. Çevrimdışı olmak, devrimdışı olmak, yani devredışı kalmaktır.

Merak aklın nefes almasıdır. Verdiği nefes de esindir. Nefesin toplandığı yer sezildemliktir, sezginin demlendiği yerdir, yani gönüldür.

Esaret ve serbestlik çoğu kez hafızanın oyunudur.

Akıl, çoğu kez gerçeğe ancak onu yamultarak ve kısmen reddederek tahammül edebilir.

Tanrının içimize üflediği nefes gözeneklerimizden dışarı sızıyor. İnsanlık yeniden çamura mı dönüşüyor?

Mizah zekâ gölünün yüzeyindeki yakamozlardır.

Firketeli okurlar debisi (kadın okurlar için)

Gevşek somya rehaveti

Mendebur istisnalar

Cerahatli ruhlar

Heyecan muhiti

Karakter sirkeleşmesi

Bütünü sezmişlere has hovardalık

Bakış kokutanlar birliği

Beyin hücreleri göçü

Hayatını yanlış yerlere parkedenler kulübü

Mazo-tiryakilik.

Yorgun izzeti nefisler

Müstesnalara açılan sır halvetleri

Kaliteli-aza kanaat edenler

Moleküler Muhabbet

Hasbelmeslek

Hain tekaüt olmaz.


Zamandan azadeliğe ramak kala müstehziyim


                                         -----------------------------------------------                                                                     




19 Ekim 2017 Perşembe

Nas Oteli (öykü)



Dışarısı kayıp bir rıhtım. İçinde bulunduğum bina son kullanma tarihine toslamak üzere olan bir şilep.
  

Demir almak üzere olduğumuzu hissediyorum da yazacaktım vazgeçtim. Ardından batışa çeyrek var cümlesi gelecekti belki. Nas oteli antetli kenarları kıvrık ve yer yer sararmış kağıdı buruşturup top haline getirerek yatağın üstüne fırlattım.
  Ellerim belimde yatağın ayak ucuyla aynalı konsol arasındaki kırk santim enindeki yerde durdum. Odanın yegane penceresinden görünen sokakta tek bir kıpırtı yok. Hiçbir ses de duyulmuyor. Buradaki bütün sesler dahili. Yan odada öksüren yaşlı adam, üst kattaki tuvalet sifonunun abartılı sesi. Koridorda kaçamak imal edilen üç beş laf. Nadiren bir kıkırdama. Pastel renk cümbüşünün içinden fışkıran bağırtık bir yaşam sevinci belirtisi.
  Konsolun üzerinde duran camdan dökülmüş kül tablasını elime alıp tarttım. Yarım kilo en azından. İçimi çekerek dışarıya baktım. Kül tablasının belli bir ivmeyle camın yüzeyine çarptığı anı düşündüm. Kaslarım çekilmek üzere olan bir tetik gibiydi ki, kapının altından içeri sürülen kağıdın hışırtısıyla gevşedi.
  Cam nesne elimde hızla kapıya doğru yürüdüm. Zarfın üstüne basarak  kapıyı açtım. Sağ yanımdaki oda kapısının önünde genç bir kadın kilidi açmaya çabalamaktaydı. Açık mavi kot pantolon ve tuğla rengi dar bir süveter vardı üzerinde. Ayaklarının hemen dibinde orta boylu beyaz bir deri valiz durmaktaydı. Beni görünce hayretle baktı. Elimdeki kül tablası çok dikkat çekmesin diye pantolonuma bastırdım.
  “Affedersiniz, burada birini... şey yaptınız mı?”
  Kumral saçlı mavi gözlerinin altı biraz mor olan kadın bezgince başını salladı. “Hayır.”
  Zarf şimdi atıldı. Sizden başkası olamaz demek bir işe yaramazdı. Ayrıca çok büyük ihtimalle bu işi yapan o değildi. Yüzünde ne muzip, ne de içten pazarlıklı bir ifade hak getireydi. Aldığım ilk zarf değildi. Getireni görebilmeyi başaramamıştım şu ana kadar.
  “Yeni misiniz?”
  “Evet. Siz?”
  Kadın bunu başını çevirmeden söylemişti.
  “Altı gündür buradayım.”
  “Anlıyorum. Bu kapı... Acaba açmayı...”
  408 numarada bu sabaha kadar hep lacivert takım elbise giyen yaşlı bir adam kalmaktaydı. Bu sabah selamlaşmadan bakışmıştık. Demek ki bu arada oteli terketmişti. Otelin müşterilerinin çoğu kısa kalanlardı. Bir çok kimseyi sadece tek bir defa görmüştüm ve artık yoklardı. Kül tablasını yere ayaklarımın dibine bıraktım ve gidip kapıya takılı pirinç anahtara dokundum.  
  “Azcık kendinize çekmeniz lazım.” Çektim. Anahtar kilitte dönmek istemiyordu. Her nasılsa aklımda kül tablasını elimde tarttığım an geldi. Bu hayal kilidi yağlamış gibiydi. Anahtar sola doğru döndü ve kapı aralandı.
  “Oldu.”
  Kadının mavi gözleri ilk kez yüzümü süzdü. “Çok teşekkür ederim.”  
  Leylak parfümü belli belirsiz hissediliyordu. Saçları biraz yağlanmıştı. Elbiselerinden hafifçe ter, çok kullanılmışlık denebilecek bir koku yayılmaktaydı. Çok uzak bir yerlerden gelmekteydi herhalde. Bir yerden tanıdık duygusu veren bir tipe sahipti. Nereden olduğunu çıkaramıyordum. Otelde şu ana kadar üzerimde bu etkiyi bırakan tek kimseydi.
  “Bir şey değil.”
  Kadın bavulunu alıp içeri girdi. Kapıyı örtecekken durakladı. Kafasını dışarı uzattı.
  “Akşam yemeği kaçta?”
  “Burada... Şey... Bir saat içinde hava kararacak. Siz hazır olunca aşağıya resepsiyonun yanındaki bara gelin. Burada... İçki servise dahildir. Kuru mezeler de fena değildir.”
  “Ben vejeteryanım da.”
  Elimde olmadan sırıttım. “Aşağıda görüşürüz.”
  “Tamam.”
  “Kül tablanızı unutmayın.”
  Eğilip cam nesneyi aldım. Bakışlarımız karşılaştı. Bu defa sırıtma sırası ondaydı.
  Eşikteki zarfı alıp açtım.
  Senin için değmez. Hiç değmez bilesin.
  Bildiğim şeyi bir kez daha ispatlamak için yatağın üstüne fırlattığım kağıt topçuğunu alıp düzledim. Yazılar neredeyse tıpa tıp aynıydı. Z’leri ve H’leri daha farklıydı. Bununla istersem senin yazını aynen taklit edebilirim deniyordu. Esas mesaj buydu. Senle ilgili her hususiyet malum telgrafı gibi birşeydi bu mektup. Benim için niçin değmezdi? Niye durmadan aynı şeyleri yazıp duruyordu? Mesele neydi? Bunun hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu. Şu ana kadar aynı şeyler yazılı aldığım dördüncü mektuptu bu.
  Yatağa uzanıp tavanı seyrederek havanın usulca kararmasını bekledim. Eski günleri düşündüm. Bir dersanede öğretmendim. Özel ders de vermekteydim. Evliydim. En son hatırladığım şey evimdeydim. Yalnız değildim. Biri daha vardı. Bir kadın. Sinir tahriş edici bir sesi vardı. Allah biliyor boğazını sıkıp sesini kesmek istiyordum. Kapı çalmamıştı, ama içeri biri girmişti. Tanıdık yüzlü bir adam. Elinde bir tabanca vardı. Adamın anahtarı olmalıydı. Yoksa nasıl girebilirdi içeriye. Buradan sonrası kopuktu. Oteldeki ilk anlarım bir çeşit milattı.
  Banyoda hızla sakal traşı oldum. Kapımı çektiğimde holde hiç kimsecikler yoktu. Merdivenleri inerken de birine raslamadım. Dört köşe şeklindeki barda on on beş kişi oturmuş laflamaktaydı. İçlerinde beni görünce selam veren çıkmadı. Sadece yeni kapı komşum merakla baktı ve sol eli hafifçe saçlarını düzeltti. Kadının iki yanındaki yanındaki tabureler boştu.
  “Buraya oturabilir miyim?”
  “Tabii. Buyrun.”
  İnce beyaz kazak ve kahverengi etek giymiş kadının önünde uzun ve ince bardakta şalgam suyu ve şekerli yer fıstığı dolu bir tabak vardı. Şekerli fıstık çocukken çok sevdiğim bir şeydi. Bir gün gelip şalgam suyuyla içeceğimi tahmin etmezdim.
  “Adım Fiona.”
 Kadın duş yapmış saçlarını yıkamıştı. O eskimişlik kokusu ve yüzündeki bezgin ifade çekilmişti üzerinden. Gençleşmiş ve dirilmişti. Orta boylu, ince yapılı hoş bir kadındı. Taş çatlasa yirmisinde olmalıydı. Az önceki bir yerden tanıdıklık duygum sürmekteydi, ama bellek arşivimde tık yoktu.
  “Benim de Nazmi. Bu otele ilk kez mi geliyorsunuz?”
  “Evet. Siz?”
  “Sanırım buraya bir kez geliniyor. Sizden önce odanızda yaşlı bir adam kalmaktaydı. Özenli giyinen, bakan eskisi gibi vakur duran biriydi. Bu sabah daha kahvaltıda gördüm kendisini. Öğleden sonra çıkış yapmış olmalı.”
  Fiona öyle olmalı anlamına başını salladı. Sol eli bardağa uzanırken durakladı. “İçeride tuhaf bir şey vardı. Konsolun üstünde. Kül tablasının içinde bir avuç toz duruyordu. Temizlikçi unutmuş olmalı diye düşünüp çöpe attım.”
  Kafamda bir şimşek çakmıştı. Bu tozlardan başkaları da bahsetmişti. Kendim de 406 numaralı odaya geldiğimde konsolun üstündeki kül tablasında bir tutam toz bulmuştum. 
  “O tozları ben de gördüm.”
  Kadın gözlerinde merak ve endişe noktacıkları aynı anda belirmişti. İçkisinden bir yudum alıp yutkundu. Resepsiyon tarafına kaçamak bir bakış fırlatmıştı bu arada. Camlı ön cepheden eğimli sokak görünmekteydi. Kıpırtısız, trafiksiz, sessiz ve tozsuz belki de. Yedi sekiz metre ötede inanılmaz bir test nesnesi durmaktaydı. Şimdi yerimden kalksam bir koşuda kapıya varsam. Açsam ve çıksam. Şimdiye kadar bunu yapan tek kişiyi görmemiştim. Kapı bir sübap gibiydi. Sadece içeri doğru akım vardı. Ara sıra birileri oradan içeri girip aralarına katılmaktaydı. Kendim üç gün önce bunu yapmıştım. Ne geldiğim taksiyi, ne de son günlerde ne yaptığımı hatırlamaktaydım. Bavulumdaki eşyalar iç çamaşırlar, giysiler cinsinden sıradan şeylerdi. Bir ipucu vermemekteydi. Olmayan şeyler ise bayağı malumatkârdı. Kimliğim, ehliyetim, banka kartlarım ve paramın içinde olduğu bir cüzdanım yoktu mesela. Buradaki hayat bedava ya da bir şekilde veresiyeydi. Bu nedenle parasızlık bir sorun değildi. Cep telefonum ve yanımdan hiç ayırmadığım dizüstü bilgisayarım da eksikler listesinin en üstündeydi.
  “Titiz biri değilimdir, ama  o tozlardan etkilendim. Nasıl söylesem...”
  Alt kattaki servise bakan ince uzun boylu bir delikanlıydı. Bakışlarımız karşılaşınca aynısından işareti yaptım.
  “Tiksinti verici bir hali vardı.”
  Fiona’nın gözleri merakla irileşti. “Siz de mi hissettiniz?”
  “Dahası var.” Kadına sokuldum. “Bana kalırsa bu tozlar otelden çıkıştan arta kalanlar.” Dedim alçak sesle.
  Fiona’nın hoş denebilecek yüzünde tek bir inanmazlık ifadesi belirmemişti. “Nasıl yani?”
  “Senin kaldığın odadaki adam ve bavulu.” Dedim.
  “O tozlar canlı demek istemiyorsunuz değil mi?”
  Garson mesafeli bir saygıyla ısmarladığım şeyleri getirdi. Teşekkür ettim. Gözlerini benden kaçırdı. Başıyla bir şey değil işareti yaptı ve yeni gelen iri yarı bir adama doğru yöneldi.
  “Bunun üzerine çok düşündüm. Her gelen bu tozlardan buluyor. Buradan sadece içeriye giriliyor. Çıkış o tozlarla o zaman. Ama canlı değil. Bir başka... Bir başka yere geçerken arkada bırakılan iz gibi. Çok düşündüm. Sezgilerim bunu reddetmiyor.“
   Kadın düşüncelerini toplamak istercesine ağzına birkaç tane fıstık atıp çiğnedi. Ben de onu taklit ettim. Sonra da içkimden ilk yudumumu aldım. Tadı hiç de fena değildi.
Solumuzdaki orta yaşlı çift bir şeye yüksek sesle güldü. Onlara bir göz attım. İkisi de iyi giyimliydi. Adam dışarıdaki gri kış gününe inat krem takım elbise, cam göbeği gömlek giymişti. Kadın da çiçekli bir elbise ve aynı renkte kocaman küpeler. Üç sabahtır kahvaltıda ve akşamları burada karşılaşmamıza rağmen bana karşı kayıtsız davranmaktaydılar.
  “Burası... Burası sizce neresi? Tek yıldızlı bir otele benziyor, ama... “
  “Televizyon 48 ekrandır. Siyah beyaz ve de. Yayın mayın yok. Kar var sadece. Parazit eşliğinde. Günde iki rulo tuvalet kağıdı kullanabilirsiniz ancak. Biterse ertesi günü beklemek zorundasınız. Resepsiyona telefon ederseniz hat çok yoğun biraz bekleyin sesiyle karşılaşıyorsunuz. Her arayışta. İnternet ya da dışa açılan bir telefon hattı da nanay. Kimse kimseyle samimi olmaz. Bizim durumuz gerçekten bir istisna. Sabah kahvaltısı fena değildir. Öğleyin kimse yemek yemez. Acıkmaz da. Akşam burada içki ve aperatif şeyler vardır. Yemek yerine yani. Alkollü bir şeyi ne kadar içerseniz için asla başınız yeterince dönmez. Çakırkeyiflik bile nadirdir. En garibi burada sadece çiftler kendi aralarında konuşur. Öyle toplu sohbet falan olmaz.”
  “Kafam karıştı şimdi.”
  “Buraya gelmeden önce neredeydiniz?”
  Kadın ciddi ciddi düşündü ve içini çekti. “Hatırlamıyorum.”
  “Ben de ilk geldiğim günlerde yakın geçmişi hatırlamıyordum. Üçüncü günden sonra ancak.”
   Bunu derken zihnimde bir sahne patladı. İçeri giren silahlı adamı gördüm. Karşı karşıya durmaktaydık. Ona bir şey söyledim. Yüzündeki tüm tereddütler silindi ve tetiği arka arkaya çekmeye başladı.
    “Bir şey mi oldu?”
    “Sizle konuşurken zihnim uyandı. Evimdeydim. Biri bana... Bir kâbus.”
    “Anlatın isterseniz.”
    Kadına hatırlayabildiğim her şeyi özetledim. Konuşabilecek biri bulmak ne büyük bir nimetti. Dikkatle dinledi.
  “Bu otel, şimdi alıcı gözle bakınca ve sizin anlattıklarınız... Benim de zihnimde bir dirilme oldu. Bir işlev için burada bulunduğumun ayırdına vardım. İnançlı bir insan mısınız Nazmi bey?”
  Kadının bakışları, duruşu bazı şeyler değişmişti. Bakışlarındaki dalgınlık, hayret işaretleri de kaybolmuştu.
  “Bir zamanlar tanrının bahçesinde misafir olduğumuza candan inanırdım. Annem babam dindar insanlardır. Çocukluğum ve ilk gençliğim böyle bir ortamda geçmiştir. Şimdilerde ise  tanrısız, şeytansız ve acımasız bir luna parkta kapalı olduğumuzu düşünüyorum.”
  “Anlıyorum. Bugün son gününüz.”
  Kadının kesin tavırları içimi soğutmuştu.
  “Nasıl yani?”
  “Yarın yok. Ardınızda bir avuç toz kalacak. Siz, bavulunuz ve düşünceleriniz. Bunu nasıl bildiğimi sormayın. Burada sırf sizin için bulunduğumu anladım. Konuşurken zihnimin uyuşukluğu geçti. Bir şeyler yapmalısınız.”
  “Ne gibi?”
  “Zaman dar. Birazdan odanıza çıkın. Eğer bir değişiklik farkederseniz... O neyse, ben bilemem, o minvalden devam edin. Eğer bunu yapmazsanız...”
  “Bir tutam toz olacağım.”
  Fiona gülümsedi. “Değil. Bundan daha berbat bir otele geçeceksiniz. Televizyon 36 ekran olacak belki. Odanız daha küçük ve havasız olacak. Günde bir tuvalet kağıdı. Sabahları kahvaltı sadece. Sizi gören herkes başını diğer yana çevirecek. Bunalacaksınız. Ve sonra daha da dar ve kasvetli bir yere geçeceksiniz. Durdurun bu gidişatı.”
  Bir an kadının bildiği şeyleri herkes biliyor zannına kapılarak çevreme baktım. Kimsenin gizlice bize göz attığı ya da çok bilmiş bir ifadeyle baktığı falan yoktu.
  “Ya odamda bir değişiklik yoksa?”
  Fiona sevecen bir şekilde gülümsedi. Tabureden inerek ayakta yüzüme baktı. “Öyle olsaydı bana ne gerek vardı?” Bardağında kalan son sıvıyı içti. Ve kapıya doğru yürüdü. Büyülenmiş gibi ardından baktım. Benden başka hiç kimse kadının ne yaptığına dikkat etmemekteydi. Kadın döner dış kapıya dokundu. Bana bakarak hoşçakal işareti yaptı. Kapıyı ittirdi. Dönen kapıdan dışarı çıkarak gözden kayboldu. Ardından bir adım atacak oldum ve vazgeçtim. Kimselerin aldırmadığı eyleminden aşırı etkilenmiştim.
  Biraz titreyen bacaklarımla dördüncü kata çıktım. Odamın kapısını açıp içeri girdim. İlk bakışta tıpatıp bıraktığım gibiydi. Sonra o şeyi gördüm. Yatağın karşısındaki duvarda, aynanın hemen üstünde bir çocuk yumruğu büyüklüğünde bir oyuk oluşmuştu. O tarafa gidip parmağımla göğsüm hizasındaki oyuğa dokundum.
  Ayakkabılarının altı kuvvetli bir zamkla taşa yapışık bir çocuğun yaramazlık için bir zili çalması gibiydi.  Bir yere kımıldayamadım ve olay mahallinde bitiverdim. Beleğimin tüm karanlık yerlerinde gün ağarmıştı. Evimdeydim.Feriha’yla, karımla çok fena ağız dalaşı yapmıştık. Çok standart bir sorun nedeniyle. Kredi kartı harcamaları. İkimiz de çalışıyorduk. Çocuğumuz yoktu, kendi evimizde oturuyorduk, ama bu kartlar yüzünden ayın sonunu getiremiyorduk. Evimiz gereksiz eşya müzesi gibiydi. İkimiz de eşit şekilde suçlu olmamıza rağmen birbirimize üste çıkmaya çabalıyorduk. Derken sağ elim tokat olup karımın yüzüne iniverdi. Bir kere daha. Karım öfkeyle yüzümü gözümü tırmaklamaya başlayınca güreşiyormuşuz gibi sarıldım. Birlikte yere yuvarlandık. Bu beni heyecanlandırmıştı. Birkaç kez böyle bir durumdan sonra seviştiğimiz olmuştu. Yine onlardan birine doğru yuvarlanıyor gibiydik. Ama yanılmışım. Üzerinden elbiselerininin neredeyse tamamını çıkarmama razı geldikten sonra birden yumruğunu yüzüme indiriverdi. Feriha haftada iki kez tenis oynayan otuz yaşında güçlü kuvvetli bir kadındı. Ben de Terminatör tipli biri değildim. Ardından bir daha. İkinci yumruk burnuma inmişti. Parmağımın ucunda kanı görünce ben de ona vurmaya başladım. Önce direndi. Sonra gücü kesildi. Yaşlı gözleri öfkeyle yanıyordu. Ağzının içinde kan vardı. Neyse ki, susuyordu. İçimde hayvanımsı bir enerji büyümüştü. Her şeyi yapabilirdim. Kadını öyle bırakıp banyoya gittim. Yüzümü yıkadım. Kanayan burnuma pansuman yaptım. Çok pişmandım. Bu gece bir arkadaşımda kalmaya karar vermiştim. Bir süre görüşmesek iyi olacaktı.
   Geri döndüğümde Feriha bıraktığım yerde üzerinde sadece beyaz bir külot yatıyordu. Keşke iş bu raddeye varmasaydı da sevişerek barışsaydık diye düşünürken kapı açıldı. Gelen Feriha’nın babasıydı. Bir blok ötede oturuyorlardı. Dairemizin anahtarının bir kopyası onlarda dururdu. Böylece anahtar kaybı gibi durumlarda sokakta kalmazdık. Ben banyodayken Feriha adamı aramıştı demek ki.
  “Ne oldu kızım?”
  “Nazmi.”
  Adımın tek bir kez söylenmesi adama ne kadar çok şey anlatmıştı. Feriha’nın ağzından süzülen kanlar, dalaşırken çizilen derisi, şakağındaki morluk ve çıplaklığı zor bir sahne yaratmıştı.
  “Ulan orospu çocuğu ne yaptın kıza?”
  Kayın pederi daha ilk tanışmamızda sevmemeye karar vermiştim. Belediye’de zabıta müdürlüğünden emekliydi ve bayağı sinirli bir mizaça sahipti. Otoriter bir yapısı vardı. Asabiydi. Kızıyla evlenmemi istememişti. Kızını bana layık bulmadığını ima eden minik laf sokuşturmalarının sayısı belirsizdi. Bazı küçük şeyler zamanla birikir ve çirkef topağı olur. Kötü biri değildi. Keyfi yerinde olduğunda hoşsohbetti. Eli açıktı, ama her hareketi gıcığıma gider hale gelmişti zamanla. Bu lafını ortamın ağırlığı nedeniyle affedebilirdim yoksa.
  “Orospu senin anandır götveren.”
  “Ulan sen ne diyorsun?”
  ”Irzıma geçmek istedi baba.”
  Feriha’nın ateşin üstüne benzinle gitmesine şaşarak kadına baktım. Yüzünde hınç dolu ifadeyle doğrulmak isterken öksürdü. Ağzından fışkıran kanlar karnına ve göğsüne saçıldı.
  Adamın elinde daha önce defalarca gördüğüm smith&wesson tabanca belirdiğinde öfkem bu tehlikeden sakınabilecek taktiği uygulamamı engelledi.  Kayınpederin tabancası ruhsatlıydı. Çok eskiden kalma bir mesele nedeniyle sık sık silahlı gezerdi.. Bu yaptığım büyük bir hataydı yani. Dedim ya küçük şeyler zamanla birikir.
  “Bak seni uyarıyorum.”
  Birden Fiona’nın yüzü belirdi gözümün önünde. Otelin kapısından çıkmak üzereydi. İki avucunu göstererek burada kes işareti yaptı. Kayınpederimin terli yüzüne, tabancayı tutan elinin hafifçe titremesine baktım. Hatırlamıştım. Adama “Kızından sonra karını da test edeceğim.” Demiş ve kurşunlarla sarmaş dolmaş olmuştum. Tuhaf bir süreçti. Ben burada ölünce adam hapse girmiş. Daha birinci yılı dolmadan bileklerini keserek intihar etmişti. O intihar edince çeşitli hastalıklarla boğuşan kayınvalde de ölmüş, Feriha’yı ortada bırakmıştı.
Sadece Feriha değil bana çok ihtiyacı olan alzaymırlı annem de ele güne muhtaç duruma düşmüştü. Faciaydı.
  Ben ölmüş gitmişsem bunları nasıl bilebilirdim? Nas oteli neciydi o halde? Bunları düşünürken kurşunların namluyu terketmek üzere olduğun hatırlayıp silkindim.
   “Özür dilerim peder bey.”  Dedim. “Bir an kendimi kaybettim. Özür dilerim senden de Feriha. Hatalıyım.”
  Bembeyaz kısa saçlı adam sözlerimden etkilenmişti, ama damarlarında çığlıklar atarak gezen  hınç nedeniyle yine de tetiği çekti. Kurşun sol omuzumun üstünden geçerek duvara saplandı. Adamın silah tutan eli aşağı inince rahat bir nefes aldım. Feriha da çok korkmuştu. Yüzü pişmanlık bezeleriyle kaplıydı. Dönüp duvara baktım. Büfenin aynasının hemen üstünde bir çocuk yumruğu kadar bir çukur oluşmuştu.
  Neyse ki, üst kattaki komşu biraz sağırdı. Alt kattaki de evde değildi herhalde. Silah sesi sorun olmadı. Feriha bir hafta baba evinde kaldı. Sonra barıştık yeniden. İkimiz de o gün hangi belanın üzerimizden atladığını unutmayalım diye duvardaki oyuğu kapatmadım. Üstüne küçük bir yağlı boya tablo astım. Da Vinci’nin Son Yemek tablosunun minik bir reprodüksüyonuydu. Lütfen bu seçimim nedeniyle beni kategorize etmeyin.
  Daha sonra küçük bir araştırmayla bazı şeyler keşfettim. Fiona, Feriha’nın kolejdeyken baş rolü oynadığı bir oyunun ismiydi. Saçlarını boyamıştı bu rol için. Benim konuştuğum Fiona’nın aynısıydı. Açık mavi kot pantolon ve tuğla rengi dar bir süveterle sahnede fotoğrafları vardı. Rol icabı kullandığı beyaz deri çantaya bayıldım. Feriha’nın Okul numarası da 408’di. 406 mı? İlk onu bulguladım. En çok borcumun olduğu bankadaki hesap numaramın  son üç rakamı.
  Nas oteli son anda bir beladan geri dönebilme yeriydi sanırım. Annesini, babasını ve kocasını kaybeden karım Fiona adıyla ziyaretime gelerek beni ve ailesini kurtarmak istedi ve başardı. Bunların hiçbirini kendi bilmiyor. Bilse ima ederdi en azından. Bilinç altında oturan daha derin Feriha’nın işi bu.
  Bana Nas otelinde zarfları yollayansa kendi karanlık bölgemdi. Bela paratönörüm. Kronik suçlu kalmak isteyen yapıbozumcu yanımdı. Z’leri ve H’leri de arızasız yazabilseydi şimdi 36 ekran televizyonlu bir odada daralıyor olurdum belki.
  Bu akşam evliliğimizin üçüncü yıldönümü. Karıcığıma bir sürü hediye aldım. Kredi kartıyla tabii. Duvardaki oyuğun arka plan hikayesini duymak için daha 22 yılcık beklemesi gerekiyor.
                                                                                                                                       Amsterdam   Mayıs 2010
                                                 --------------------------




 









31 Ağustos 2017 Perşembe

AKAŞANLAR



 “Gene geldiler. Ben uyumak istiyorum. Ama rüyalarımı şey yapıyorlar.”
  Anmurse daldığı hayallerden hızla sıyrılmaya çalışarak toparlandı. İyice kaykıldığı divanda dik oturur duruma geçti.
Okuduğu kitap kapağı çiğnendiği için köşesinden azıcık dışa doğru kıvrılmış sağ yanında durmaktaydı.
   “Kaçırıyorlar.”
   Kumral bukleli, dizlerinin altına kadar uzanan eflatun gecelikli küçük kız oturma odasının kapısında durmuş ona bakmaktaydı. İri ela gözlü, çıplak ayaklı bir bebek etlenmiş kanlanmıştı sanki. Dört yaşındaki Sedef dünya bebek imalatçılarına model olmuş çocuklar sınıfındandı. Balık etli, parlak ve gergin tenli, anne beni sev, bütün dünya beni sevsin mesajında kalıplanmış bir çocuktu. 
  “Neyi..? Kimler geldi?”
  “Adları yok onların.”
   Anmurse ayağa kalkıp kızın yanına gitti. Bu arada işkil lambası iyice sönükleşmişti. Kızın yüzü korkulu değildi. Şikayet yüklü sesi uykuluydu. Bir rüya görmüş ve uyanmıştı herhalde.
Kendisi dün gece hemen hemen hiç uyumadığı için hafifçe uykuya dalmıştı. Kız geldiğinde o da bir rüya görmekteydi. Sahanlığı ve kapısı tanıdık gelmeyen bir dairenin kapısının önünde durmaktaydı. Parmağı zilin düğmesine dokunmak üzereydi. Kendine arkadan bakıyordu. Yüzünü merak etmekteydi. Eski sevgilisi lütfen başka bir yüzle gir içeri demişti. Kalp atışları hızlanmıştı. Ağzı kurumuştu. Korku? Heyecan? Ama niçin? Bir başka yüz takınmak... Bu artık mümkün olmayan şeyi denemek böylesine etkiler miydi? Kapalı duran televizyonun üstündeki saat onu dört geçmekteydi. Yirmi dakika, yarım saat kadar kadar kestirmiş olmalıydı.
  “Nasıl birileri peki?”
  “Başka başkalar. Çocuk değiller, anne değiller, baba değiller. anneanne değiller, kapıcı değiller, senin gibi büyük kız da değiller.”
   Anmurse o kapının önünde kararsız duran büyük kızın ısrarlı baskısını silmek istercesine gülümsedi. İkisi de aynı anda bir rüya görmüşler ve kısa süreliğine düzayak yaşamdan sıyrılmışlardı. Kız yatağına kendi de kitapta deniz kıyısındaki bir kentte 1968’de geçen korkulu hikayeye geri dönmeliydi.
  “Peki. Şimdi yatağa gidiyoruz.”
  Sedef başını salladı ve uysalca uzattığı eli tuttu. Birlikte holü yürüyüp kızın odasına girdiler. Anmurse’nin avucundaki tombul
el kalbini burkmaktaydı. İlk sevgilisine ömür boyu sahip olmak isteyen yanı gerçek yaşamlarının hemen dibinde seyreden paralel bir mecrada o adam için iki çocuğu doğuruvermişti bile. Esas yerde daha hazır değildi çocuk yapmak için. Yedi yıllık birliktelikten sonra çok bilinen bir sebepten ayrılmışlardı. Şartlar daha elverişli olsa sonsuza kadar sürerdi aşkımız diyen yanı eskisi kadar güçlü abanmıyordu kalbine. Bitmiş ilişkiden türeyen hayali bir gerçeklikte hâlâ beraberdiler ve çocuklarını büyütüyorlardı.
   ”Ordalar.”
   Kızın odası epey sade döşeliydi. Bir yatak, iki çekmeceli pembe komodin ve boş duran duvar boyunca iki sıra şeklinde dizilmiş bebekler, içi doldurulmuş ünlü çocuk karakterleri dizilmişti. Kapıdan girerken yatağın altının bomboş olduğu görülmekteydi. Öcülerin saklanabileceği hiçbir karanlık köşe, koca bir dolap ya da kuytu bir yatak altı mevcut değildi. Belki bu nedenle kız yatağının yaslandığı resimsiz, süssüz sade duvarı işaret etmekteydi.
  “Duvarda mı?”
  “Evleri orda.”
  Anmurse yüzünde ciddi bir ifadeyle sanki bir şeyler görebilecekmiş gibi hoş bir uçuk maviye boyalı duvara baktı. Rüyasında kapıda durduğu an zihninde birden canlandı ve söndü. Az kalsın küçük bir feryat koyuverecekti. Kadıköy’deki bir dairenin duvarının başka yerdeki bir dairenin kapısına açılıyormuş esini kendini sarsmıştı. Okuduğu korku dozlu roman yüzündendi. Boş duran evin sırrı  ve bodrumdaki  sarı gül desenli taşlardan sandığından fazla etkilenmişti anlaşılan. 
  “Sen onları görüyor musun?”
  Kız annelerinden süt emen kedi yavrularına bakıyormuş gibi bir hoşnutlukla duvara bakıp başını iki yana salladı.
  “Yoklar.”
  Anmurse elinde olmadan gidip duvara dokundu. Isısı, sertliği, yeni badanasıyla alelade bir duvardı.
  “Gitmişler.”
  “Yatalım artık.”
  “Olur.”
  Uykusu gözlerinden akan kızı yatağına yatırdı. Pikeyi örttü.
Bugün ücretli çocuk bakıcılığının ilk günüydü. Çocuk ağlayıp bağırsa ne yapacağını kestiremezdi belki. Çok eskiden, kendi de çocukken neredeyse bazen yeğenlerine baktığı olmuştu. Evde annesi, anneannesi, dedesi, yakınlarda yenge menge olduğundan şu andaki durumundan farklıydı.
  “Şimdi uyu. Hadi iyi geceler.”
  “Sana da.”
  Sedef’in gülümsemesi uyku tüneline vakümle geri çekilen bir nesne gibi biraz içbükeydi sanki. Hemen rüyalar alemine dalacağı açıktı. Işığı söndürdü ve kapıyı on santım kadar aralık bırakarak oturma odasına gitti. Kapıdan çıkmadan önce dönüp duvara dikkatle bakmasını not eden işkil merkezi hayatta en çok nelerden korkmaktayız adlı o ünlü siteyi açmıştı. Eli bıçaklı kapkaçtıcılar, karanlık köşelere sinmiş siluetler, ölümcül kazalar vb. Hayali yaşamları bile soğuran boz toplam.
  Kitabı divanın üstünde bıraktığı yerde karnında kıvır kıvır kelimelerden yapılmış minik korku vantilatörleri gelmesini bekliyordu. Televizyonda biraz geyik programı izlemek fikrine rağbet etmedi. Öyküye kaldığı yerden kolaylıkla giriverdi.
  Telefonun sesi kapının yüzeyini kırıştırmıştı. Saçma diyen iç mantığın uyarısı korkusu tarafından parazite uğratılmıştı. Gene o dairenin kapısının önünde dikilmekteydi. Kapı yüzeyi daha şiddetli titreşince irkilerek bir adım geri attı ve gözlerini hayatında ilk kez bulunduğu yabancı bir evin oturma odasına açtı. Rahat deri divanda uzanmaktaydı. Yanıbaşındaki telefon çalıyordu.
  Dün gece rüyalara bata çıka uyumayı deneyip sonunda pes etmiş, sabah ezanına bir koltukta düşüncelerle sarmaş dolmaş varmıştı. Uykusuzluğu rahat divanla iyi anlaşmıştı. Birbirlerini tamamlıyorlardı.
  Anmurse’nin yarı uyuşuk farkındalığı bodrumdaki sır, Sedef tehlikede, o kapının önünde gaybi bir iş var kızım çıkarsamalarını tek parçaya indirgemişti. Ayağa kalkıp kablosuz telefonu  kaptı ve terlikleri giymeye falan boş vererek alo alo diye bağırarak hole gitti, Sedef’in odasının aralık duran kapısından içeri bakarken hattaki şahsın konuşmaları bir çizgi romanda içi yazılmamış konuşma balonları kadar etkisiz kalmaktaydı. Duyuyor, ama beyni anlama dönüştürmüyordu. Kızın mışıl mışıl uyuduğunu farkedene kadar bu hali sürdü. Rahatlama aklının kapağını yerine oturtmuştu yeniden. Yalnız bu arada karşıdaki ses kesilmişti. Hat kapalı düdüğü çalmaktaydı.
   Geri döndü odanın ortasında durarak olan biteni kestirmeye çabaladı. O daire bir rüya yeriydi. Asla daha önce bulunmadığı bir mekândı. Ve eski sevgili iyice eprimiş bir sandıkta saklanan mezuniyet balosu tuvaleti, zaman geçtikçe kıvamını yitiren bir mutluluk kalıbı gibiydi. Yalıtılmışlık, uzaklaşılmışlık sinyalleri veren bir kalp ağrısıydı.
  Telefon tekrar çaldığında tuvalette küçük hacetini bitirmişti. Aynada yüzünü izliyordu.  Başka başkalar. Senin gibi büyük kız da değiller. Ufaklığın annesi Serpil hanım olabilirdi. Burada kitap okuyup kâbus yüklü düşler görmesi için saatine on YTL ödeyen kadını merak ettirmemek için hızla oturma odasına doğru seğirtti. Almacı kaptı. Az önceki erkek sesiydi.
  “Alo kimle görüşüyorum.”
  “Siz kimsiniz?”
  “Ben Ahmet Belner. Sedef’in babasıyım. Kızım… Kızımla biraz konuşmak… Siz kimsiniz? Serpil evde yok mu?”
  Anmurse telefonu kapattığında kendini azıcık suçlu hissetti. Sesinden birkaç kadeh rakı içtiği belli olan adamı Serpil hanımın bu konuda kesin bir komutu olmamasına rağmen otomatik olarak reddetmişti. Vakit çok geçti. Çocuk uykudaydı. Serpil hanım yoktu. Nerede miydi? Dışarı çıkmıştı. Gece geç geleceğini söylemişti.  Kendisi bakıcıydı. Adı? Bir adı vardı tabii ki, şu anda gereksizdi beyan etmesi. Konuyla alakalı değildi o yüzden.
   Hat kapanınca beynindeki endişeli alan yeniden genleşiverdi. Gidip kapının ağzından mışıl mışıl uyuyan Sedef’e baktı. Gözünü bir türlü duvardan ayıramıyordu. Gitmişler.   
  Sezgileri cayır cayır oturma odasına döndü. Hayatında yaptığı ilk ücretli çocuk bakıcılığı bayağı garip geçmekteydi. Saat gece yarısına geliyordu. Serpil hanım iki de falan demişti. 50 sayfa kitap ve belki yine o daire kapısının önünde durma vardiyası yani. Bir de buraya saat akşam yedide geldiği düşünülürse en az yetmiş liralık bir ücret alacaktı. Mastırı bitirdikten sonra bulduğu bazı işleri beğenmeyip reddettiği için annesi bu işle üniversite mezunları için zamlı tarife veriyorlar anlaşılan şeklinde dalgasını geçmişti. Dalga malga bir yana ücret ehvendi.
  İçini çekerek divanın üstündeki kitaba baktı. Çok heyecanlı bir yerinde kalmıştı. Kısa bir tereddütten sonra zamanı hızla koşuşturacak olan kelimelere terk etti hayal patenlerini.
  Serpil hanım üçü dört geçe geldiğinde tek bir kez bile o kapının önünde dikilmemişti. Altı yüz on sayfalık kitabın bitmesine yirmi sayfa kalmıştı. Eve gidince ilk iş olarak ne yapacağı şimdiden belliydi.
  Anmurse gidip kapının ardındaki zinciri çözdü ve sürgüyü boşa aldı.
  “Nasıl geçti?”
  “İyi. Sekiz buçukta yatırdım. Onda uyandı. Korkmuştu sanırım biraz. Çok değil ama. Yatırınca hemen uyudu.”
  “Gel seni evine bırakayım.”
  Anmurse içini çekerek başını salladı ve cep telefonunu aldı. Kitabıyla birlikte erguvan deriden yapılma çantasına  koydu. 
Kadın kot pantolonun üzerine kendine yakışan menekşe renkli bir dik yaka kazak ve siyah kadifeden kısa ceket giymişti. Uzunca boylu ince yapılı bir kadındı. Çocuğu andıran erken kırışmış bir yüze sahipti. Serpil içkici bir koca, sayısız sinir bozucu toplantı ve çok fazla kahve sigara hariç demişti Anmurse kızın ona çok benzediğini söylediğinde. Açık sözlü, ne istediğini bilen kadını hemen sevmişti. Aralarında Karşılıklı özenme mevcuttu. Kadın onun gençliğine, o da kadının mesleğindeki başarısına, kendine güvenine özenmekteydi.
  Kadın çocuğun odasına girerken Anmurse ceketini giydi. Evi beş yüz metre mesafedeydi, ama gecenin bu saatinde tek başına yürümesi mümkün değildi. Kadıköy çocukluğundaki semt değildi artık. Çok değişmişti.
  “Sedef. Sedef nerde?”
  Anmurse kadının yüzündeki kedi sırtı gibi kabarmağa teşne korkulu şaşkınlığı ve boş yatağı gördüğünde deli gibi koşup yumruklarını duvara vurma isteğinin şiddetini asla unutamayacaktı.
  Birkaç dakika sonra geldikleri aşama daha da feciydi. Çocuk evin hiçbir köşesinde mevcut değildi.
*
  Anmurse Bağdat caddesinde taksiden indi. Paranın üstünü dalgınca alıp çantasına tıktı.  Taksi hareket edip yoğun trafiğe karışırken içinde oturduğunu, buraya asla gelmediğini, o Allahın belası dairenin İbni Sina sokağında olduğunu keşfedemediğini hayal etti. Hemen ilerisindeki trafik lambası  yeşil yanınca elinde olmadan içini çekti. Lamba yeşil yerine evine dön kızım yansa ne iyi olurdu diye düşündü. Kadıköy tarafına bakarken gözleri dolmuşlu yeniden. Ev yönünde üç kırmızı lamba yanmaktaydı artık. Sedef bir buçuk gündür kayıplardaydı. Küçük kız bulunmazsa bu yeryüzünde evi mevi olmazdı artık.
  Deterjan süper marketinin ön cephesine kocaman bir ucuzluk pankartı asılmıştı. Orada Anmurse evine dönsün, Sedef elma deyince çıkacak yazılarını arayan yanını kapatıp sokağa daldı.
Bakkalı, pideciyi, baharatçıyı, telefoncuyu, taksi durağını yarı hayal durumunda geçti. Dışarıyı algılaması normaldi, ama zihnini yönlendiren diğer düşüncelerinin baskısı müthişti. Ona bu sabah ikinci uykusuz geceden sonra divanda uyuklaması sırasında dairenin bulunduğu apartmanın ön cephesini ve daha önce birkaç kez geçtiği bu sokağı tanıması için tüneli gösteren düşünce yumağı tiftik tiftikti. Önce tüneli sonra da  apartmanın ön cephesi ve zildeki etiket gösterilmişti. Ona ait olmayan bir yapıştırma. Başka zihinden kesilerek eklenmiş gibi duran bir filmcik. Böylece artık buraya gelmemesi imkânsız olmuştu.
  Üstünden tren geçen tünelin içinden geçerken ileride bir dilenci kadının oturduğunu gördü.
  “Allah rızası için kızım.”
  Kadın durumunu bilse ne yapardı acaba. Allah rızası için Sedef sadakası vermeye gidiyordu. Lamı cimi yoktu. Böyleydi. Birinci taksidi polis sorgulamasında, karakoldaki resmi ifade vermede, genç kadınlara düşkün Ahmet Belner’in çocuk kaçırma eyleminde suç ortağı olup olmadığı araştırılırkenki saatlerde, Serpil hanımın biricik kızını geri vermesi için hiddetli yalvarışlarında ve ailesinin yüzlerindeki sana inanıyoruz, ama çocuk da buharlaşıp uçmadı ya şüphesi sinmiş bakışlarıyla ödemişti. Bu birdi. Binde bir. 999 az ileride duran bir apartmanın yedinci katının on beş numaralı dairesinde ödenecekti.
  İyi ki son anda kafası çalışmıştı da sabık sevgilisini aramamıştı. Onun yüzündeki kuşkulu bakışlara dayanamazdı. Çocuklar öyle kendi kendine sırra kadem basmazlardı. Eninde sonunda ondan kuşkulanmamaları imkânsızdı. Allahtan Ahmet Belner içkinin tesiriyle çelişkili ifadelerde bulunmuş ve hiddetli çıkışlar yaparak, biricik çocuklarını kaybettirdiği için karısına söverek şüphelerin ciddi bir kısmını üzerine çekmişti. Yoksa şimdi nezarethanede olurdu. Bu anlamlı raslantı ve yolu gösteren rüya ona bir seçim şansı tanımıştı. Ömrünün sonuna kadar manevi faizi nedeniyle hiç azalmayacak 999’u taksit taksit ödemek ya da şimdi buraya gelip... Buraya gelip kaderinin bu virajıyla yüzleşmekti.
  Tünelden çıkınca farkında olmadan adımlarını hızlandırdı. Vazgeçip aşağı doğru koşacağından korkmaya başlamıştı. İşin içinde çocuğu ona belli etmeden kaçıran, kapının arkasındaki sürgüyü süren ve zinciri de takan bir tekniğe sahip mafyatik kimseler  olsaydı bu kadar korkmazdı. Polise bu adresi verir olacakları beklerdi. Durum öyle değildi. Zihnini idare edebilen birileri vardı. Beyin yıkama, şizofreni falan da değildi. Nasıl emin olabilirsin diyen yanının sesi ölgün çıkmaktaydı. İçin için her adımının kendisini Kadıköy’deki bir evde kaybolmuş küçük Sedef’e yaklaştırdığını bilmekteydi. Kızın iyi durumda olduğunu da. Bu sevinç verici bilgi içini yeterince ferahlatamıyordu. Çünkü
O ana kadar alt bilinçle, uzaklardaki bir dev yıldızın sönük parıltısı gibi sezdiği muazzam bir düzeneğin göbeğine yaklaşmaktaydı. Ve artık geri dönüş yoktu.
  Ahenk apartmanının önünde durup dış kapıya baktı. Camın arkasında tanıdık bir yüz görmeyi bekleyen yanı içini ürpertti. Tanıdıklık aidiyet demekti. O bu şeylere ait olmak istemiyordu. Hafifçe titreyen eliyle bahçe kapısını araladı, güller ve papatyalar ekilmiş küçük bahçeyi geçerek siyaha boyalı dış kapının önüne geldi. Zillerin olduğu yere baktı. On beşinci dairenin zil etiketinin koruyucu plastik muhafazası sökülmüş ya da düşmüştü. Birisi ince uçlu mor renkli bir tükenmezle  ..murse yazmıştı. İlk harfler nemden yayıldığından okunmaz durumdaydı. Kartondaki kabarıklıklar ve hafif sararma bile aynı rüyasında gördüğü gibiydi. Parmağı zilin düğmesine uzanırken kapının hafifçe aralık durduğunu farketti. Birilerinin gelerek bu apartmana çocuk hırsızlarının girmesi yasaktır demesini bekleyen yanına acıyarak şaşmaktaydı. Bu randevuyu engelleyebilecek bir güç en azından bu yakınlarda mevcut değildi.
  Asansör yükselirken aynaya sırtını döndü. Yansıtıcı parlak yüzeylerin gözlerinde hâlâ asılı duran kaç git niyetini azdırarak cesaretini kırabileceğinden korkuyordu.
  İşte o ünlü dairenin kapısının önündeydi şimdi. Sedef’e çok yakındı. Hissediyordu. Tereddütü kısa sürdü. Artık titremeyen sağ eliyle kapıyı iterken içinden hızla üç kez besmele çekti.
  Daire boştu. Eşyasızlığın ferahlık verici bir yanı vardı. Çünkü döşenmişlik oturanın kişiliğini, zevkini ve gücünü falan belli ederdi. Bunu bir anda görmeye talip değildi. Ekim başı, güneşli bir öğle üzerinin umut verici titremli ışınımı hakimdi içeride. Yükseltili bir bölümü olan büyük oturma odasına doğru yürüdü. Holde bir zamanlar büyük bir ayna olduğu, bu aynada kendine ait mahrem görüntüler bulunduğu gibi tuhaf düşünceler oyunbaz serçelercesine zihnine üşüşüp gittiler.
   “Şimdi ne olacak?”
   “İlinti noktası burası.”
   Anmurse sandığından daha az irkildiğini ve birini görmek için çevresine bakınmadığını farkedecek durumda değildi. Yavaş çekimle girdiği dalınç hali katmerlenmekteydi.
   “Otur.”
   İlinti noktası sözcüğü anlayışına cuk gibi oturmuştu. Yoksa burada ne işi vardı.
   “Mutfakta.”
   Tekrar hole çıktı. Soldaki ilk bölme mutfaktı. Eski ve üzerinde uçuk yeşil boya lekeleri olan bir sandalye hariç bomboştu. Evyenin kuruluğuna bakılırsa daire uzunca bir zamandır kapalıydı.
   “Sandalyeyi al ve yatak odasına git.”
   Zihninin uyarlanmasıyla itiraz çapakları iyice törpülenmişti.  Az öncesine kadarki, endişeleri, korkusu, kaçma isteği üç beş yıl önce makinede yıkanırken bütün çamaşırları boyamış kırmızı bir kazağın anısı kadar etkindi artık. Elinde sandalye on metre boyundaki holün sonuna yürüdü. Sağında banyo, solda küçük iki oda, bitiminde kapısı ardına kadar açık bir oda vardı. Oraya gelince aradığı yerin sağındaki içinde ikinci bir tuvalet ve banyo olan oda olduğunu anladı. Uçuk sarı badanalı odaya girince yeniden anıları canlandı. Reja vu diye düşündü. Gelecekte bu odada bulunacağım. Bir yatak odasında. Aynanın bildiği sırları yaşayacağım. Bir erkekle. İlk sevgilim. İlk evimiz. İlk çocuğumuza hamile olacağım. O değil. O olsun. O değil. O olsun. Kes papatya falını, o değil. Diğeriyle.
  Sandalyeyi yere koyunca gelecekten ekolanan anıları şak diye sonlanıverdi. Yüzünü kapının karşısındaki duvara dönmüştü. Sol tarafındaki büyükçe pencereden görünen dış dünya ilgisini çekmez olmuştu. Binalar, ağaçlar, mavi gökyüzü hepsi bir çocuk kitabına ait şekillerdi sanki. Gerçek yaşam barındırmıyor gibilerdi.  İki gün öncesine kadar sık sık düşündüğü ve endişelendiği rayından çıkmakta olan Orta Doğu, ülke içi politik çalkantılar, siyasi cinayetler, uzun süreli işsizlik beklentisi, iklim değişiklikleri, kutuplarda eriyen buzullar cinsinden hayati konular falan uçuşup gitmişlerdi. Duvarlarla ilgili bir şey hatırlamıştı. Çocukken yattığı her yerde yüzü duvara dönük uyumayı severdi. Büyüdüğünde de tutkuyla sürdürdüğü bir alışkanlığıydı. Anmurse duvarsız yapamazdı.
  Duvarda mı?
  Evleri orda.
  “Dinliyorum.”
   “Ben senim. Akaşanınım.”
  “Sedef’i siz mi kaçırdınız?”
  “Biz asla çocuk kaçırmayız. Bazen… Bazen Sevegenler zaman ayarını tutturamazlar… Ve… çok nadir olur bu?”
  “Çocuğa bir şey mi oldu yoksa?”
  “Anmurse sesini öyle yükseltme lütfen. Kapıcı ya da karşı daireden biri sesini duyup gelebilir. İç hatlarla konuşmayı dene benle. Çocukken annenle yaptığın gibi.”
  Anmurse’nin yüzeydeki hâlâ diri hayvan yanı korkusunu güçlükle bastırabilir haldeydi.  Çocuğa mocuğa boşverip ardına bakmadan kaçmak istiyordu. Bir diğer yanı da daha fazla şey duymadan çocuğu bulup gitmek istiyordu. Daha derinde olan küçük, ama kara bir gülle gibi ağır bir merkezi bölge bilmek istiyordu. Bilmek ve yanmak aşkıyla fıkır fıkırdı. O tarafın baskısıyla içinden bir cümle kurdu ve zihniyle iktirmeye çalıştı.
On on iki yaşına kadar annesiyle zaman zaman böyle anlaşırlardı hakikaten. Sonra büyüdükçe yavaşça uzaklaşan bir meleke olmuştu. Hormonların işi demişti sevgilisi bir kez anlattığında.
  “Çocuk iyi mi?”
  “Evet. Yalnız aynı zamanda sesli tekrar etme dediğini.”
  Anmurse ikinci cümleyi iktirdi. Sol eliyle ağzını örtmüştü bu defa.
  “Nerede?”
  “Yakında. Önce bilmen gerekenler var. Soru sor.”
  “Kimsin sen?”
  “Senim dediğim gibi. Sen’inin bir parçasıyım. Birlikte doğduk büyüdük ve zamanı gelince gene birlikte değişeceğiz.”
  “Nedir bu Akaşanım? Akaşan yani.”
  “Akaşa nedir biliyorsun?”
  “Evet. Evrenin hard diski. Neydi Levh-i şey. Levh-i birşey.”
  “Levh-i Mahvuz. İyi dedin. Evrenimizin belleği tektir. Ben ana bellek kayıt birimiyim.”
  Anmurse sağ ve sol yanlarımızda günah ve sevap yazan  melekleri düşündü.
  “Melek değilim.“
  “Bilincin var ama. Bilgisayarımın kara cahil hard diski gibi değilsin.”
  “Tabii ki. Yoksa senin bilincinin geçirdiği deneyimleri ve mertebeleri nasıl kaydedebilirim.”
  “Bütün evren mi? Her şeyi mi kaydediyorsunuz?”
  “Evet. Ben bilinç kayıt biriyimiyim. O yüzden kendi varlığımın bilincindeyim. Bilincinin dökümünü tutarım.”
  “Herkesin ayrı ayrı akaşanları mı var yani?”
  “Evet. Bilinç taşıyan her canlının ayrı bir Akaşanı vardır. Beraber doğarlar ve beraber göçerler. Bir Akaşan bir insanın astral ikizi gibidir.
  Anmurse itirazsız, tereddütsüz inanmaktaydı içine doğan sözcüklere.  Kıvamlı bir sıvı gibi bilinç kabını doldurmaktaydı.
Bilgisayarlar icat edileli altmış yetmiş yıl geçmişti ve daha şimdiden Amerikalılar dünyadaki maillerin önemli bir kısmını gereğinde incelemek üzere depolayabilmekteydiler. Evrenin yaratıcısı niye yapamasındı. Evren tanrının bilgisayar oyunudur demekteydi çocuk bakarken okuduğu kitabın yazarı bir yerde.
  Başka başkalar. Çocuk değiller, anne değiller, baba değiller. anneanne değiller, kapıcı değiller, senin gibi büyük kız da değiller.
  “Sedef sizleri görebiliyor muydu?”
  Anmurse’nin çocukla ilgili soruyu geçmiş zamanda sormasını uğursuz bulan yanı tusunami dalgası gibi kabaran merakının iyice ardında kalmıştı.
  “Normalde çocuklar bizleri daha fazla hissederler, ama göremezler. Sevegenler yüzünden bazı algı kapıları açılır ve tabii işte bazı... Böyle durumlar meydana gelir.”
  “Sevegenler ne peki?”
  “Teknik arızalar nedeniyle bazen Akaşanlar ölen kimseyle birlikte boyut değiştiremezler. Burada kalırlar. Genellikle duvarların içinde barınırlar. Bunlar yeniden bir beden arayan arızalı yapılardır. Zararsızdırlar. İnsanlık tarihindeki bütün hortlak vakalarının, içe şeytan girmelerin, kaynaksız gibi algılanan seslerin  ve insanların gördüğü bazı kâbusların müsebbibidirler. Bunların bir huyları daha vardır. Kendilerini sezebilen küçük çocukları çok severler.”
  “Bu yüzden mi adları sevegen?”
  “Evet. Hiçbiri kötü niyetli ve saldırgan değildir. İstemeden sizin başınıza gelen gibi bir kazaya neden olabilirler.”
  “Nasıl oldu bu kaza?”
  “Küçük çocuklar uykuya dalıp astral bedenleri serbestleyince bunları duvarın içine çekerek birkaç saatliğine de olsa sanal bir beden elde ederler. Bu işlem çocuklara bir zarar vermez. Rüya hareketliliğini artırır sadece. Sonra her şey normale döner. Bazen... Çok nadiren astral beden geri dönemez. Zaman kasılmaları yüzünden. Bu durumda Sevegenler o şahsın hayatını tehlikeye atmamak için katı bedenin molekül yapısını gevşetip duvarın içine çekerler. Bunlar ortalama beş on dakika sürer. Sonra beden eski haliyle yerine iade edilir. Çocuk dahil kimsenin bir şeyden haberi olmaz. Çocuk zaten küçüktür. Bazı gariplikleri ne olup bittiğini anlamadığı bir rüyaya yorar.”
  “Sedef’e ne oldu peki?”
  “Daha da nadiren bu astral yolculuğu engelleyen lokal manyetik fırtınalar, zaman krampları uzun sürer. Bedeni geriye vermek için beklemek gerekir. Çocuk bilinci kısık durumda tutulur.”
  “Yani Sedef?”
  “Evet. O merakla elinizi sürdüğünüz duvarın içinde.”
  “Ne zaman dışarı çıkacak?”
  “Bu iş için bir aracı gerekir.”
  “Nasıl yani?”
  “Neden şu anda burada olduğunuzu düşünüyorsunuz?”
  “Aracı ben miyim?”
  Anmurse’nin uyuşmaya yüz tutmakta olan korkuları dirilmek için depreşmekteydiler. Tuzağa mı düşmüştü yoksa. Kitabı okurken daldığı rüyada bu dairenin dış kapısını görmüştü.
  “İzah edin lütfen.”
  “Worm hole, kurt deliği yani, ne olduğunu biliyorsunuz değil mi?”
  “Ne alakası var?”
  “Büyük ölçekte olan küçük ölçeğin de aynasıdır. Zerre ve kül aynı şeydir. Uzayda yüzlerce ışık yılı uzaklıktaki iki nokta arasında arayı çabucak geçebileceğimiz köprüler vardır. Bunlara kurt deliği deniyor. Delik yerine tünel dense daha iyi. İşte böyle bir tünel az sonra Kadıköy’deki evle burası arasında kurulacak. O zaman eldeki kayıtlara dayanarak yakın geçmişe müdahale edebiliriz.”    
  “Zamanda geri mi kayacağız?”
  “Kayma değil, emilme daha çok.”
  “Evvelsi akşama mı yani?”
  “Serpil hanım gelmeden iki üç saat önceye. O ikinci kez uyukladığınız anlara. Ve de...”
  “Ve de ne?”
  “Artık konuşmaya zaman kalmadı. Hemen başlamamız lazım. Gözleriniz yumun ve Sedef’in yatak odasını düşünün.”
  Anmurse Akaşanının ağzında gevelediği şeyi tam olarak anlayamadığı için telaşlanmaya başlamıştı.
  “Bir dakika tam anlamadım.”
  “Lütfen Anmurse, zaman yok, Sedef aşkına kendini topla ve o odayı düşün.”
  Anmurse kızı kurtarma imkânı bulduğu için şükrettiğine
şaşarak kendini konsantre etti ve o Allahın belası duvara dokunduğu lanet anı düşünmeye başladı. Nasıldı ısısı, sertliği
Ve kokusu? Olmayacak diyen bir yan parazit yapmaya başlamıştı. Buradan kös kös çıkıp eve kendisine giderek artan şüpheyle bakanların yanına dönecekti. Hangisi daha berbattı? Hangisi? Bilen var mı?

*
  Kendini o evde bulunca hayreti sessiz bir çığlık koyuverdi. Sağ elinin işaret parmağı duvara değmekteydi. Akşamdı. Odanın ışığı, ısısı, evin sessizliği falan hepsi aynıydı. Tek fark Sedef yoktu.
  “Bedenim nerde?”
  “Burada.”
  “Beni klonladınız mı yoksa?”
  “Yok canım. Farkıdalığınız tıpatıp aynı değil mi? Feneryolu’ndan buraya geçtiniz. Divanda uyuyan kız yok. Tek ve biriciksiniz.”
  Anmurse çok heyecanlanmıştı. Kalbi yerinden sökülüp başı kesilmiş tavuk gibi odanın içinde tur atacak hissine kapılmıştı.
  “Şimdi ne olacak?”
  “Sevegen sizi yanına alacak, kızı yatağına yatıracak.”
  Anmurse artık Sedef’in sağ sağlim geri döneceğine sevinemez durumdaydı.
  “Buna... bunu kabul edemem. Aaa, hayır... Özür dilerim, ama yapamam.”
  “Ben de çok özür dilerim, ama artık fikir değiştirmeniz için çok geç. Değiş tokuş işi başladı bile.”
  Anmurse korkuyla duvardan bir adım geri çekildi ve ellerine baktı. Bildiği tanıdığı etle, deriyle kaplıydılar çok şükür.
  “Molekül yapınız çözülmeye başladı.”
  “Durdurun lütfen. Ben buna dayanamam. Başka… başka bir yöntem…”
  “Çok geç Anmurse, çok geç.”
  Anmurse odadan kaçmak isteyen niyetine itaat etmeyen sinir ve kas sistemini farkederek sessiz çığlıklarından birini salıverdi.
Elleri hâla ele benziyordu, ama değişikliği de farkındaydı. Bir şey karnından başlayarak kendisini dev bir balona dönüştürmek peşindeydi sanki. Acı duymuyordu. Duvara baktı. Bir fark yoktu. Duvar gibiydi. Hep öyle duvar gibi kal. Bozma kendini ne olur.
  “Korkmayın. Korku sizi olumsuz etkiler. Sevegenler zararsızdırlar.”
  “Söylemesi kolay.”
  “Yapması da öyle. Kendinizi sakinleştirin lütfen.”
  “Nerede şimdi.”
  “Çok yakınsınız.”
  Anmurse neden bayılıp bu dehşet pistinden çıkamadığına hayıflanmaktaydı. Bayılsa ve küçük kız yataktayken ayılsa. Bu mümkün değildi artık. Ayılsa ayılsa kendine şüpheyle bakan yakınlarının yanında ayılacaktı. Odada ışık, perspektif yapı ve eşyanın formu bozulmaya başlamıştı. Odanın bir şeyi yoktu. Çarpılan kendi bünyesiydi.
  “Nerdeler?”
  “Çok yakınsınız. Unutmayın Sevegenler tamamiyle zararsızdırlar. Sadece biraz, sizin onu algılamanız... Kaçınılmaz olarak insancı bakışla olacağı için biraz farklı görünecekler.”
  “Sizden ne farkı var?”
  “Biz insanlar için çok hızlı ve asla seçilemeziz. Formsuz ve şekilsizizdir. Sevegenler öyle değildir. Azıcık yapı bozumuna uğramışlardır. Bu nedenle...”
  “Ne kadar sürecek?”
  “Dünya saatiyle iki saat yirmi dört dakika sürecek. Anne gelmeden dört dakika önce serbest kalacaksınız. Çocuk uyuyor olacak ve bir şey hissetmeyecek.”
  “Göreceli zaman mı yoksa?”
  “Biraz, çok değil. Merak etmeyin. Acıkma, susama falan sadece düşüncenizde var olacak. Korku, tiksinme de. Sadece düşüncede... Onun için bu olayın izi belli belirsiz olacak. Eğer korkunuzu yenerseniz rüya gibi gelip geçecek. Belleğiniz algıladığınız şeylerin pek az kısmını hatırlayabilecek. Eğer direnir dehşet yoğunlaştırırsanız sonradan küçük de olsa travma kalabilir. Tekrarlayan kâbuslara dönüşebilir.”
  “Çok mu korkunçlar?”
  “İnsani bakış yanılsaması olarak sadece.”
  “Sen benim Akaşanımsın. Doğru söyleyin lütfen.”
  “Kelimeler yetersiz. Dediklerimi unutma Anmurse. 999 taksiti ver ve bir kerede kurtul.”
  “Soruma karşılık vermedin. Cevap ver bana, cevap.”
  Anmurse çözülen gözleriyle duvarın içindeki şeyi gördüğünde titreyecek, yere yığılabilecek vücudu yoktu, ama farkındalığı çok ciddi etkilenmişti. Sedef’in tekrar yatağında yattığını görmesi bile içini bir nebze soğutamamaktaydı. Kendisi duvara yapışmış durumdaydı neredeyse. Otuz kırk santim kalınlığındaki duvar bir futbol stadyumu gibi genişlemişti. Bu nedenle gördüğü şeyin gerçek ölçülerini kestirmesi mümkün değildi. Mekânı doldurma şekli izah edilemez oynaklıktaydı. Uzun, upuzun bir çekirdek beden vardı. Geri kalan bütün hacim bu bedenden türeyen kollar, ışık huzmeleri, balgamlı, ağdalı, titrek dallanmalar, uzayan, sünen, yanan sönen, yapı bozuma uğrayıp ortadan silinen ve ansızın beliren sayısız öğeleri, mağaracıkları, titrek çatallı kollarıyla inanılmaz bir hareketlilik içersindeydi.
  Ağzından ses çıkıp çıkmadığını bilmiyordu, ama içinden deli gibi Allaha yalvarmaktaydı. Düşünceleri yaradılanı yaratandan ötürü sevmeli sözcüğünü tespihlemekteydi.
  Büyük kız sezgilerinin zembereğini kıran, duygularını taşıma sınırına toslatan ve paniği düşünce formunda bile olsa harıl harıl harlatan bir yapıyı solumaktan perişandı.  Aklının bir yanı bu gördüklerinin algılamasının sadece birinci bölümü olduğunu bilmekteydi. En korkuncu da gördüğü her şeyin kendisini algılayan, keyifle seyreden, sarmalayan birimler olduğunu düşünmekti. Sevegenler, Akaşanlar gibi tamamı algı olan yaratıklardı.  Daha iyice görmeye başlamamıştı bu nedenle. Bu reklam programıydı. Yavaş yavaş bütün katları daha derinliğine görecek ve her hücresine yıvışacak olan dehşeti gıdım gıdım deneyimleyecekti. 32 kısım tekmili birden olaraktan.
*
  Anmurse kapının sürgüsünü çekti ve zinciri boşa aldı. Serpil hanım uzun ince yapısıyla biraz sarımsı apartman ışığında bir an irkilmesine neden olmuştu.
  “Benim.”
  Anmurse kadın kapıyı çaldığında kitap göbeğinde divanda uyuklamaktaydı. Garip bir düşe tutunmuştu. Ancak böyle izah edebilmekteydi şimdi bulunduğu ruh halini. Gördüğü şeyi hatırlamıyordu. Keyife bulanmış ya da kösnültüyle talklanmış bir rüya değildi. Korkunçtu belki, ama üzerinde yarattığı etki iyice hafiflemişti. Sanki izlenimi aylarca geride kalmış bir kâbustan arta kalanlardı.
  “Biraz dalmışım. Kitap okurken. Zil çalınca yerimden fırladım.”
   Siyah bir kot pantolonun üzerine menekşe renkli bir dik yaka kazak ve siyah kadifeden kısa ceket giymiş kadın anlayışla tebessüm etti.
   “Nasıl geçti?”
  “Sedef’i sekiz buçukta yatırdım. Onda uyandı. Korkmuştu sanırım biraz. Çok değil ama. Yatırınca hemen uyudu.”
  “İyi.”
  Kadın defalarca tazelenmiş parfüm ve sigara kokuları saçarak içeri girince kapıyı kapatıp alışkanlıkla sürgüyü sürdü.
   “Birazdan seni evine bırakırım.”
  Kadın çocuğun odasına giderken Anmurse önce arkasından gitti, ama sonra durakladı. Belleğinde garip bir hareketlenme vardı. Taze olmuş bir şeyleri unuttun, o odaya ayak basma  diyen cılız kıpırtılar hissediyordu. Okuduğu kitaptan etkilendiği açıktı. Ayakları harekete geçti ve oturma odasına giderek eşyalarını topladı. Cep telefonunu ve Yatır adlı kitabı çantasına yerleştirdi. Kısa sarı montunu giydi.
  Kadın çocuğun odasından çıktığında yüzünde işlerin ters gittiğini belirten bir şeyler görmeyi uman yanı miadı dolmuş bir lamba gibi yandı ve mor bir ışık saçarak ebediyen söndü gitti.
  Kadın odada hazırladığı ikiye kıvrılmış bir ellilik ve üç onluğu uzatınca biraz utanarak alıp saymadan fermuarı açık duran çantasına atıverdi.
  “Teşekkür ederim.”
  “Ben de. Bir tuvalete gideyim.”
  “Tamam.”
  Anmurse Serpil hanımı sevmişti. Kişiliği güçlü, dürüst, sevecen ve eli açıktı.
  Birden bozuk sandığı lamba ışıyınca Anmurse boş hole hafif bir çığlık yolladı. Nasıl da unutmuştu. Sedef’in babası aramıştı. Gözünün önünde bir adam belirmişti. Fotoğrafını ya da kendisini görmediği birini nasıl hatırlardı. Tuhaf bir şeydi. Bayağı canlı ve gerçek bir bilgi gibiydi beyninde.
  “Ahmet bey aradı bir ara.”
  Tuvaletin kapısını örten kadının yorgun yüzü merakla dirilivermişti.
  “Sedef’le konuşmak istedi. Çocuk uyuyor dedim. Israr edince, Sedef’i uyandırdım. Beş on dakika konuştular. Kızın çok hoşuna gitti. Sonra yatınca hemen uykuya daldı.”
  Kadın kararsız bir ifadeyle başını salladı. Anmurse kadının çok hoşuna gitti sözlerine rağmen bir daha öyle yapma ya da bunu kınayan bir şey demesini boşuna bekledi.  Onun yerine içini çekti ve “Haydi seni eve bırakayım.” Dedi.
  Kadınla basamakları inerlerken Anmurse’nin beyni yine hızlanmak istediyse de bir güç açıkça engelledi. Kız bir şeyi daha derinden hissetmişti. Déjà vu. Bu basamakları inşallah son defa inmekteydi. Ne ücretin cazipliği, ne ufaklığın şirinliği, ne de kadına duyduğu sempati onu bir daha buraya geri getiremezdi. Yukarıda belleğinden sökülen bir şey onu beklemekteydi. O şey neyse hatırlamak istemiyordu. Ahmet beyin bir fotoğrafı var mı diye sormak istemiyordu. Rüyasında kapısının önünde durduğu, boş ve eşyasız olarak gördüğü dairenin yerini de merak etmiyordu. Bunları yaparsa bu gece bu basamakları kaç kez indiğini de sorgulamaya başlayabilirdi.
   Düşlere dala çıka çocuk bakıcılığı görevini tamamlamıştı. Bu kadarını bilmesi yeterliydi.
  Bilmek her şey değildi.
                                                       Amsterdam  2007


                          --------------------