31 Ekim 2023 Salı

 

                                                                                                                                               Ah! Öyküleri :4

Sadık Yemni

Her Gece Paris

 


  Kapının zili çalınca içinde seyrettiğim dalgınlıktan sıyrıldım. Rahat büro saldalyesinde ayaklarım masanın üstüne atmış durumdayken sızıp kalmışım. Zil üçüncü kez çaldığında elimde sarı zarf yolu yarılamıştım.

  Kurye siyah deriden motorcu tulumu giymiş boyama sarışın bir genç kadındı. Yirmi sonlarındaydı. Makyajsız yüzü hatları biraz sert olmasına rağmen çekici görünüyordu. Onu birine benzettim, ama kime olduğunu hatırlayamadım.

  “Hazır mı?”

  Zarfı uzattım. “Buyrun.”

  “Yedi adet mi?”

  “Evet. Sayın isterseniz.”

  Kadının gülümsemesinde bilmiş ve alaycı bir hava vardı. ‘Arkan yer mi eksik mal vermeye’ der gibiydi. Aldırmadım çünkü bunun karşılığında hesabıma tam 160 bin dolar yatacak birazdan.

  “Hazır mısın?”

  “Evet.” Dedim ve sanki görecekmiş gibi elimle oturma odasını işaret ettim. “Bavullarım hazır. Hemen çıkıyorum.”

  Kadın beni yukarıdan aşağıya süzerek başını salladı. Ayakkabılarım da dâhil dışarıya çıkacak şekilde giyimli olduğumu o anda fark ettim. “Haydi bakalım.”

  “İyi akşamlar.”

  Siyah deri elbiseli kadın bir şey demeden merdivenlere yönelince içeri girip kapıyı örttüm. Oturma odasına gittim. Her şey hazırdı. Sütlü kahve rengi emektar bavulum ve siyah el çantam yan yana duruyordu. 

  Ben karikatüristim.  Adım Andre. Andre Berlioz. Otuz iki yaşındayım ve tehlikeli çizimler yapıyorum. İmzamı A.B şeklinde atarım. O ünlü bestecinin akrabası falan değilim. Sıradan bir Berlioz’um. Suriyeli göçmenler, müslümanlar ve peygamberleriyle ilgili en aşağılık yakıştırmaları buldum. Bu son yaptıklarım Charlie Hebdocularınkine on basar. Eskiden beri iyiydim bu işte. Sıfatların en sarsıcı olanlarını bulur çıkartırdım. ‘Andre’nin ağzına düşeceğine çirkef kuyusuna düş’ daha iyi derdi dayım daha çocukken. Beni eskiden tanıyan bazı kimseler ‘Vidanjör Andre’ der hâlâ. Yarın yedi karikatürüm hem basılı, hem de dijital olarak dünya çapında yayınlanacak. Ünüm parlayacak. Bu parıltı sırasında arazi durumda bulunmam gerekecek. Kafayı kırmış biri beni tahtalı köye yollamaya çalışabilir pekâlâ.   

  Kapıyı örttüğümde içeride radyonun açık kaldığını fark ettim. Arka planda radyo sesi olmadan çizim yapamam. Lionel Richie’nin All Night Long  adlı parçası çalıyordu. Geçen yıl ölen babamın çok sevdiği bir parçaydı. Ben nefret ederim. Babamla ilgili hiçbir şeyi hatırlamayı sevmem zaten. Aramız hiç iyi olmadı. Tek çocuğum. Doğmasam adam daha mutlu olurdu. Hep bunu hissettirdi bana. Annem bir trafik kazasında öldükten sonra yıllarca görüşmedik. Bir gün ikinci karısı beni arayıp hastanede yoğun bakımda olduğunu söyledi. Gitmedim. Cenazesine de katılmadım. Aksi, huysuz yapıda biriydi. Sevilmezdi çevresinde pek. All Night Long çalmasa hemen içeriye girip kapatacaktım. O parça yüzünden yapmadım. Bu şekilde çekip de gidemezdim. En iyisi şu lanet sesi kesmekti.

  Kapıyı açıp içeri girecekken lacivert montumun sağ cebindeki telefonum çaldığı için erteledim. Alıp baktım. Biri aramıyordu. Alarmdı. Ben kurmuş olmalıydım, ama niçin yaptığımı hatırlamıyordum. Sese boş verdim ve basamakları inip sokağa çıktım. Sokağın durumu beynimde bir şeyleri harekete geçirdi. Yanlış mekân alarmıydı sanki.  Bunları düşünürken o genç kadını gördüm.

  Kapının hemen yanında duruyordu. Üzerinde kot pantolon ve kahverengi deri ceket vardı.  Lacivert fular takmıştı. Motorcu kıyafetini ne zaman çıkarmıştı.

  “Saat 20.36. Hazır mısın?”

  Başımı olumlu anlamda sallayarak onunla birlikte beyaz bir Renault Megane’a doğru yürüdük. 2015 model aracın şoför mahallinde genç bir adam oturuyordu. Az ileride duran ikinci bir araba vardı. O da aynı modeldi ve rengi siyahtı. İçinde iki kişi seçebildim. Plan değişmişti anlaşılan. Normal şartlarda havaalanına giderek İstanbul’a uçacaktım. Bavullarımı arabanın bagajına koydum. Sarışın kadın öne bindi. Ben arka koltuğa oturdum.     

  “Nereye gidiyoruz.”

  “Bataclan Tiyatrosu’na.”

  Belleğim yavaşça dirildi. Daha önce yaşadığım şeyleri hatırladım. Bunu istemiyordum. Ben İstanbul’a gidecektim.  Uçakta buzlu viskimi yudumlayarak ilk günlerimde yapacağım şeyleri planlayacaktım.

  Adını bilmediğim kadın bunu yüzümden okumuştu. “Her Gece Paris.” Dedi.

  Normalde yüzüne bakakalmam gerekirdi, ama bu sözler beynimde özel bir yere çarpmış ve karşı koyma irademi kötürümleştirmişti. Endişelerim kıpır kıpırdı ama. Bataclan’a gitmek istemiyordum. Orada dehşet kol gezmişti. 

  “Karikatürleri teslim ettim.” dedim bir umutla.

  Genç kadın az önce zarfı teslim alan kendisi değilmiş gibi gülümsedi. “Haydi gidiyoruz.”

  O ön kapıyı açınca ben de arka koltuğa kuruldum. Midem iyi değil. Bir şey olacak. Kötü bir şey. Ne olduğunu biliyorum, ama belleğim tutuk. Yeniden görmeme dakikalar kaldı. Uçak biletim ne olacak? İstanbul’daki planlarım?

   Yolları hızla bitirdik ve araba durdu. Sarışın kadın, “Hemen in ve içeri gir.” Dedi. Midemde buzdan böcekler vardı sanki. Kendimi iyi hissetmiyordum.  Araban indim.  Araba gözden yittikten sonra bagajındaki bavulumu ve çantamı hatırladım. Ne önemi vardı artık.

Derin bir nefes alarak tiyatro binasının ön yüzüne baktım.

Nous Productions Presente

EAGLES

of Death Metal

  Grubun I Only Want You adlı parçalarını severdim bir ara. Save a Prayer’ı falan da.  Bin yıl önce gibi hepsi. Birazdan olacaklar nedeniyle bacaklarım tutuk bir şekilde ana girişe doğru yöneldim. Attığım her adım karikatürler, bavulum ve uçak biletimle ilişkimi kopartıyordu. İçeri girip kalabalığa karıştığımda başka biriydim. İyice otomatize olmuştum.

  Önümde iki genç adam yürüyordu. Ellerinde otomatik silahlar vardı. Onları görenlerin yüzlerindeki korku, silahlar patlayınca kan, dehşet, haykırış ve ölüme evrildi. Silahlar patlıyor ve gövdeler yerlere yuvarlanıyordu. İhtilaç içinde çırpınan bedenler, etrafa saçılmış beyin parçalarını şokla izliyordum. Sıcak kanlara basarak o iki kişinin ardından yürüdüm. Adımlarım önceden kurulmuş gibiydi nereye gidileceğini biliyordum. Soyunma odalarına sığınanlar taranırken kulaklarım sese alışmıştı. Gözlerim bir aksiyon filmi izler gibiydi. Tek sorun burnumdu. Barut ve kan kokusu içimi kaldırıyordu. Sonunda silahların sustuğu, daha doğrusu susturulduğu bir an geldi. İki teröristten biri üzerindeki bombayı patlattı. Diğeri  içeri giren polisler tarafından öldürüldü.

  Bana dokunmadılar. Kimse dokunmadı. Görünmez ve hissedilmezim anlaşılan, ama kan kokusu, yaralıların haykırışları ve çırpınan vücutların üzerimde yaptığı etkiyi anlatabilmem mümkün değil. Berbat durumdayım. Polislerin, cesetlerin, sıhhi personel ve medya mensuplarının arasından geçerek dışarı çıktım.

  Elim ayağım titriyordu. Bayılmaktan korkuyordum. Midem berbattı, ama boş olduğu için kusmadım. Derin nefesler alarak kendimi sakinleştirmeye çalışırken karşıda beyaz Renault Megane’ı gördüm. İki zıt etkinin altına girmiştim. Bir yanım bavulumu, biletimi, parayı ve kaçış mekânımı istiyordu. Diğer yandan soğukkanlı bir şekilde bunca kıyımı planlamış insanlardan, onların acımasız planlarından uzak durmak istiyordum.

  “Nasıl gitti?”

  Camdan bana bakan sarışın kadının yüz ifadesini  tasvir  için bir kelimem yoktu. Hissiyatımı tarif edebilmekten acizdim. Acıyla gülümsedim sadece. Tercihimi onlardan yana yapmış olmam yeterliydi. Arka kapıyı açıp tabanlarımdaki kanı içeriye bulaştırdım. Kapı kapanınca araç hareket etti.

  “Bugün Cuma mı? Tarih 13 Kasım 2015 mi? ”

  “Evet.”

  “Biraz önce… Sen gelmeden önce öyle değildi. 2016 Mart’ındaydım. Sanki öyleydi.”

  “Ne önemi var?”

  “Uçağıma yetişebilecek miyim?”

  “Son anda da olsa. Evet.”

   Yeterince sevindirik olamadım. Bu Bataclan’a ilk gelişim değildi. Teröristlerin baskın anında orada bulunmam yani. Çünkü evvelki gelişlerimi hatırlıyordum. Mükerrer bir döngüydü.

  “Bu sonuncu muydu?”

  Kadının sert hatlarında ilk kez bir yumuşama oldu. Başını çevirip yüzümü  inceledi. Yüzü bir anlığına güzelleşti. Mavi gözleri irileşti. “Kimse bilmez bunu.”

  ‘Benim rolüm nedir’ diye soracaktım. Cevabını zaten bildiğimi hissettim. Kadına tevekkülle başımı sallamakla yetindim. Arabayı kullanan şoför ve sarışın kadın da bir yüce plana aitti. Onlar beni ve daha başkalarını da belki dehşet noktalarına taşıyıp duruyorlardı. 13 Kasım Cuma gecesi Paris’te aynı anda yedi noktada saldırı başlamıştı. Okyanus ötesinden ya da belki kendi içlerinden bir güç DEAŞ’ı Paris ahalisinin üzerine saldırtmıştı. En büyük kıyım Bataclan’da yapılmıştı. Niye beni Bataclan için seçmişlerdi acaba? Bunları düşünürken görüşüm bozuldu. Mekân algım parazitlenirken arabadan sıyrıldım.

  Ayaklarım bir masaya konmuş, büro sandalyemde kaykılmış durumda gözlerimi araladım. Asıl kimliğim beni hasretle kucaklayıverdi. Ben Fransız değilim. Adım Nedim Taş. Otuz iki yaşındayım. Az tirajlı gazetelerden birine kimselerin okumadığı yazılar yazıyorum. Patron beni iktidarı eleştiren yazılarım için değil, infial yaratıcı twitlerim için kurumda tutuyor. Namımı da twitlere borçluyum. Takma adım ‘Taş Ağrısı’. Korunmalıyım. Şu ana kadar gerçek kimliğim ortaya çıkmadı. Daha önce belirttim sıfat kullanmayı iyi bilirim. Az kelimeyle tefrika yaratma ustasıyım. Ben patronun patronları hesabına siyasilere, kanaat önderlerine, gazetecilere sataşan, çamur atan biriyim. Bir küfüreriyim. Bana kim işaret edilirse onu hedef alırım. Harbi bir profesyonelim. Şahsi kin gütmem. Parayı veren kaosu yönetir yöntemiyle çalışıyorum.

  13 Kasım  Cuma gecesi hayatım değişti. Ben de Paris’teki terör saldırısını herkes gibi şokla televizyondan izledim. Sabah uyanıp işe gittim. Plazalarda kahve içip kurt gazeteci ayaklarına yatma ritüelini uyguladım. Geceden en dinamitli twitimi sallamıştım. ‘MİT tırlarından çıkan şiddet Paris’i de vurdu.’ Tepkiler müthişti. Kahvem daha bir lezzetli oldu.

  13 Mart 2016’da, Pazar akşamı Ankara Kızılay’da Bombalı saldırı yapıldı malum. O gece evde yalnızdım.Aslı’yla bozuşukluğumuz müzminleşme yolundaydı. Hem içtim, hem de devleti suçlayan en gaddar twitlerimi attım. Sonra yatağa girdim ve orada, Paris’te karikatürleri yapmış bitirmiş şekilde uyandım. Andre olmuştum.

  Şu anda kafam bayağı iyi, ama bilincimin diri kalmış kısmı cayır cayır. Birazdan yine Andre olacağımı, küfür karikatürlerini o kadına teslim edeceğimi ve ardından Bataclan’a gidip taze ve sıcak kanlara basarak yürüyeceğimi biliyorum.  Ben karikatürden anlamam. Çöpten adam resmi yapmayı bile beceremem. O halde Andre diye biri gerçekten var. Belki o da 13 Mart’ta Ankara’ya gelip ölenleri yakından görerek dehşet soluyor. Bilemem.

  Nedir bütün bunlar? Yoksa öldüm de kabir azabı mı çekiyorum? Ben ateistim. Kendimi öyle satıyorum. Bizim mahallede şart. İnançlı da değilim, ama bir şey çok açık. Vicdanımda bir yük var. ‘Vicdan tanrının kurduğu fıtri bir edeb zembereğidir.’ Annem öyle derdi. İnancıyla baş başa mutluydu içe kapalı dünyasında. Bu bir vicdan yükü olmalı evet. Daha önce binlerce saat üzerine düşünmüş olmalıyım. Vardığım sonuç bu. Bu yük olmasa kimse beni o korkunç kıyımın yapıldığı yere sürükleyemezdi. O halde bir ümit var. Ümit varsa pişmanlığım gerçek demektir.

  O halde birazdan kimbilir kaçıncı kez o korkunç mekâna gitmemek için ne yapmalıyım? Uyanmanın bir yolu var mı? Şimdi kendimi toplamalı ve uyumamanın, yani sızmamanın bir yolunu bulmalıyım. Uyumaz ve sabaha kavuşursam bu döngü bitecek. Bunu kalbimde hissediyorum. Ezan. Evet, ezan sesine kadar dayanmalıyım. Yapabilirsem bu fasit daireden çıkacak ve normal hayatıma kavuşacağım.

  Ayaklarım birer ton ağırlığında gibiydi. Yerimden kalktığımda az kalsın yere yığılacaktım.

Güç bela mutfağa doğru yürürken aklıma mahsus sıcak kanları ve beyin parçalarını getirdim. Çok sürmedi. Midem çalkalandı ve içinde ne varsa İran halımın üstüne çıkardım. Öğürtü salvoları bitince dizlerim titriyerek mutfağa gittim. Temizliği sonra yapacaktım. Önce bir bardak su içtim. Ardından kendime kocaman bardak bir Türk kahvesi hazırladım. Bu arada saate bakmayı da akıl ettim. Sabaha daha üç saat falan vardı. O masadan kalkmış ve midemdeki alkollu hamuleyi boşaltmış olduğum için umudum artmıştı.  Kahveyi ayakta oturma odasının penceresinden yapımı bitmek üzere olan lüks siteye bakarak yavaş yavaş içtim. İçtimai şatolar. Duvarların ve korumalı kapıların ardında mutluluk ve huzur arayanlara tahsis edilmiş tecrit mekânı.

  Tekrar büro koltuğuma ve divana falan oturmayacaktım. Biraz hareket iyi olurdu. İtinayla kusmuğu temizledim. Pencereleri açtım. Hava serindi. İyi geldi. Belki en iyisi sokağa çıkıp yürümekti. Ayakkabılarımı giymeyi düşünürken telefon çaldı. Bilinmeyen numaraydı.

Bu saatlerde beni Aslı arardı sadece. Çevirmendi ve gece kuşuydu. Sık sık numara değiştirirdi. Sabaha karşı kendi deyimiyle iyice yorulmuş ve romantikleşmiş olurdu. Telefonumu alırken hemen altında duran kâğıtta kırmızı keçe kalemle yazılmış notu okudum.

Sakın telefonu açma!

  Bu yazıları okurken beynim parmağıma komutu yollamıştı. Hattı açan düğmeye basmıştım. Sarışın kadının sesini tanıdım hemen.

  “Her Gece Paris.”

  Çok geçti. Virüs girmişti programa. Geç kalmıştım lanet olsun. Odanın geometrisi ve ışıkları bozulurken Paris’teki eve geçişlenmeye başladım. İrademi kullanarak kalemle o notun soluna Arayan Aslı Değil yazmayı başardım. Kuvvetli akıntıya karşı yüzmek gibi bir çaba harcamam gerekmişti bunun başarabilmem için. Bilincim hâlâ birçok şeyi hatırlıyordu. Bu sonuncusuydu. Son kez düşmüştüm tongaya. Bir sonrasında telefonu açmayacak, sabahı bulacak, ezanı dinleyecek ve inşallah tövbe yoluma koyulacaktım.  

                                                                                                                        Balçova – Nisan 2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder