Ah! Öyküleri :4
Sadık Yemni
Her Gece Paris
Kapının zili çalınca içinde seyrettiğim
dalgınlıktan sıyrıldım. Rahat büro saldalyesinde ayaklarım masanın üstüne atmış
durumdayken sızıp kalmışım. Zil üçüncü kez çaldığında elimde sarı zarf yolu
yarılamıştım.
Kurye siyah deriden motorcu tulumu giymiş
boyama sarışın bir genç kadındı. Yirmi sonlarındaydı. Makyajsız yüzü hatları biraz
sert olmasına rağmen çekici görünüyordu. Onu birine benzettim, ama kime
olduğunu hatırlayamadım.
“Hazır mı?”
Zarfı uzattım. “Buyrun.”
“Yedi adet mi?”
“Evet. Sayın isterseniz.”
Kadının gülümsemesinde bilmiş ve alaycı bir
hava vardı. ‘Arkan
yer mi eksik mal vermeye’ der gibiydi. Aldırmadım çünkü bunun karşılığında
hesabıma tam 160 bin dolar yatacak birazdan.
“Hazır mısın?”
“Evet.” Dedim ve sanki görecekmiş gibi elimle
oturma odasını işaret ettim. “Bavullarım hazır. Hemen çıkıyorum.”
Kadın beni yukarıdan aşağıya süzerek başını
salladı. Ayakkabılarım da dâhil dışarıya çıkacak şekilde giyimli olduğumu o
anda fark ettim. “Haydi bakalım.”
“İyi akşamlar.”
Siyah deri elbiseli kadın bir şey demeden
merdivenlere yönelince içeri girip kapıyı örttüm. Oturma odasına gittim. Her
şey hazırdı. Sütlü kahve rengi emektar bavulum ve siyah el çantam yan yana
duruyordu.
Ben karikatüristim. Adım Andre. Andre Berlioz. Otuz iki yaşındayım
ve tehlikeli çizimler yapıyorum. İmzamı A.B şeklinde atarım.
O ünlü bestecinin akrabası falan değilim. Sıradan bir Berlioz’um. Suriyeli
göçmenler, müslümanlar ve peygamberleriyle ilgili en aşağılık yakıştırmaları
buldum. Bu son yaptıklarım Charlie Hebdocularınkine on basar. Eskiden beri
iyiydim bu işte. Sıfatların en sarsıcı olanlarını bulur çıkartırdım. ‘Andre’nin
ağzına düşeceğine çirkef kuyusuna düş’ daha iyi derdi dayım daha çocukken. Beni
eskiden tanıyan bazı kimseler ‘Vidanjör Andre’ der hâlâ. Yarın yedi karikatürüm
hem basılı, hem de dijital olarak dünya çapında yayınlanacak. Ünüm parlayacak.
Bu parıltı sırasında arazi durumda bulunmam gerekecek. Kafayı kırmış biri beni
tahtalı köye yollamaya çalışabilir pekâlâ.
Kapıyı örttüğümde içeride radyonun açık
kaldığını fark ettim. Arka planda radyo
sesi olmadan çizim yapamam. Lionel Richie’nin All Night Long adlı parçası
çalıyordu. Geçen yıl ölen babamın çok sevdiği bir parçaydı. Ben nefret ederim. Babamla
ilgili hiçbir şeyi hatırlamayı sevmem zaten. Aramız hiç iyi olmadı. Tek
çocuğum. Doğmasam adam daha mutlu olurdu. Hep bunu hissettirdi bana. Annem bir
trafik kazasında öldükten sonra yıllarca görüşmedik. Bir gün ikinci karısı beni
arayıp hastanede yoğun bakımda olduğunu söyledi. Gitmedim. Cenazesine de
katılmadım. Aksi, huysuz yapıda biriydi. Sevilmezdi çevresinde pek. All Night Long çalmasa hemen içeriye
girip kapatacaktım. O parça yüzünden yapmadım. Bu şekilde çekip
de gidemezdim. En iyisi şu lanet sesi kesmekti.
Kapıyı açıp içeri girecekken lacivert
montumun sağ cebindeki telefonum çaldığı için erteledim. Alıp baktım. Biri
aramıyordu. Alarmdı. Ben kurmuş olmalıydım, ama niçin yaptığımı
hatırlamıyordum. Sese boş verdim ve basamakları inip sokağa çıktım. Sokağın
durumu beynimde bir şeyleri harekete geçirdi. Yanlış mekân alarmıydı
sanki. Bunları düşünürken o genç kadını
gördüm.
Kapının hemen yanında duruyordu. Üzerinde kot
pantolon ve kahverengi deri ceket vardı. Lacivert fular takmıştı. Motorcu kıyafetini ne
zaman çıkarmıştı.
“Saat 20.36. Hazır mısın?”
Başımı olumlu anlamda sallayarak onunla
birlikte beyaz bir Renault Megane’a doğru yürüdük. 2015 model aracın şoför
mahallinde genç bir adam oturuyordu. Az ileride duran ikinci bir araba vardı. O
da aynı modeldi ve rengi siyahtı. İçinde iki kişi seçebildim. Plan değişmişti
anlaşılan. Normal şartlarda havaalanına giderek İstanbul’a uçacaktım.
Bavullarımı arabanın bagajına koydum. Sarışın kadın öne bindi. Ben arka koltuğa
oturdum.
“Nereye gidiyoruz.”
“Bataclan
Tiyatrosu’na.”
Belleğim yavaşça dirildi. Daha önce yaşadığım
şeyleri hatırladım. Bunu istemiyordum. Ben İstanbul’a gidecektim. Uçakta buzlu viskimi yudumlayarak ilk günlerimde
yapacağım şeyleri planlayacaktım.
Adını bilmediğim kadın bunu yüzümden
okumuştu. “Her Gece Paris.” Dedi.
Normalde yüzüne bakakalmam gerekirdi, ama bu
sözler beynimde özel bir yere çarpmış ve karşı koyma irademi
kötürümleştirmişti. Endişelerim kıpır kıpırdı ama. Bataclan’a gitmek
istemiyordum. Orada dehşet kol gezmişti.
“Karikatürleri teslim ettim.” dedim bir
umutla.
Genç kadın az önce zarfı teslim alan kendisi
değilmiş gibi gülümsedi. “Haydi gidiyoruz.”
O ön kapıyı açınca ben de arka koltuğa
kuruldum. Midem iyi değil. Bir şey olacak. Kötü bir şey. Ne
olduğunu biliyorum, ama belleğim tutuk. Yeniden görmeme dakikalar kaldı. Uçak
biletim ne olacak? İstanbul’daki planlarım?
Yolları hızla bitirdik ve araba durdu. Sarışın
kadın, “Hemen in ve içeri gir.” Dedi. Midemde buzdan böcekler vardı sanki.
Kendimi iyi hissetmiyordum. Araban
indim. Araba gözden yittikten sonra bagajındaki
bavulumu ve çantamı hatırladım. Ne önemi vardı artık.
Derin
bir nefes alarak tiyatro binasının ön yüzüne baktım.
Nous Productions
Presente
EAGLES
of Death Metal
Grubun I
Only Want You adlı parçalarını severdim bir ara. Save a Prayer’ı falan da.
Bin yıl önce gibi hepsi. Birazdan olacaklar nedeniyle bacaklarım tutuk
bir şekilde ana girişe doğru yöneldim. Attığım her adım karikatürler, bavulum
ve uçak biletimle ilişkimi kopartıyordu. İçeri girip kalabalığa karıştığımda
başka biriydim. İyice otomatize olmuştum.
Önümde iki genç adam yürüyordu. Ellerinde
otomatik silahlar vardı. Onları görenlerin yüzlerindeki korku, silahlar
patlayınca kan, dehşet, haykırış ve ölüme evrildi. Silahlar patlıyor ve
gövdeler yerlere yuvarlanıyordu. İhtilaç içinde çırpınan bedenler, etrafa
saçılmış beyin parçalarını şokla izliyordum. Sıcak kanlara basarak o iki
kişinin ardından yürüdüm. Adımlarım önceden kurulmuş gibiydi nereye
gidileceğini biliyordum. Soyunma odalarına sığınanlar taranırken kulaklarım
sese alışmıştı. Gözlerim bir aksiyon filmi izler gibiydi. Tek sorun burnumdu.
Barut ve kan kokusu içimi kaldırıyordu. Sonunda silahların sustuğu, daha
doğrusu susturulduğu bir an geldi. İki teröristten biri üzerindeki bombayı
patlattı. Diğeri içeri giren polisler
tarafından öldürüldü.
Bana dokunmadılar. Kimse dokunmadı. Görünmez
ve hissedilmezim anlaşılan, ama kan kokusu, yaralıların haykırışları ve
çırpınan vücutların üzerimde yaptığı etkiyi anlatabilmem mümkün değil. Berbat
durumdayım. Polislerin, cesetlerin, sıhhi personel ve medya mensuplarının
arasından geçerek dışarı çıktım.
Elim ayağım titriyordu. Bayılmaktan
korkuyordum. Midem berbattı, ama boş olduğu için kusmadım. Derin nefesler
alarak kendimi sakinleştirmeye çalışırken karşıda beyaz Renault Megane’ı gördüm.
İki zıt etkinin altına girmiştim. Bir yanım bavulumu, biletimi, parayı ve kaçış
mekânımı istiyordu. Diğer yandan soğukkanlı bir şekilde bunca kıyımı planlamış
insanlardan, onların acımasız planlarından uzak durmak istiyordum.
“Nasıl gitti?”
Camdan bana bakan sarışın kadının yüz
ifadesini tasvir için bir kelimem yoktu. Hissiyatımı tarif edebilmekten
acizdim. Acıyla gülümsedim sadece. Tercihimi onlardan yana yapmış olmam
yeterliydi. Arka kapıyı açıp tabanlarımdaki kanı içeriye bulaştırdım. Kapı
kapanınca araç hareket etti.
“Bugün Cuma mı? Tarih 13 Kasım 2015 mi? ”
“Evet.”
“Biraz önce… Sen gelmeden önce öyle değildi.
2016 Mart’ındaydım. Sanki öyleydi.”
“Ne önemi var?”
“Uçağıma yetişebilecek miyim?”
“Son anda da olsa. Evet.”
Yeterince sevindirik olamadım. Bu Bataclan’a ilk gelişim değildi.
Teröristlerin baskın anında orada bulunmam yani. Çünkü evvelki gelişlerimi
hatırlıyordum. Mükerrer bir döngüydü.
“Bu sonuncu muydu?”
Kadının sert hatlarında ilk kez bir yumuşama
oldu. Başını çevirip yüzümü inceledi.
Yüzü bir anlığına güzelleşti. Mavi gözleri irileşti. “Kimse bilmez bunu.”
‘Benim rolüm nedir’ diye soracaktım. Cevabını
zaten bildiğimi hissettim. Kadına tevekkülle başımı sallamakla yetindim. Arabayı
kullanan şoför ve sarışın kadın da bir yüce plana aitti. Onlar beni ve daha
başkalarını da belki dehşet noktalarına taşıyıp duruyorlardı. 13 Kasım Cuma
gecesi Paris’te aynı anda yedi noktada saldırı başlamıştı. Okyanus ötesinden ya
da belki kendi içlerinden bir güç DEAŞ’ı Paris ahalisinin üzerine saldırtmıştı.
En büyük kıyım Bataclan’da yapılmıştı. Niye beni Bataclan için seçmişlerdi
acaba? Bunları düşünürken görüşüm bozuldu. Mekân algım parazitlenirken arabadan
sıyrıldım.
Ayaklarım bir masaya konmuş, büro sandalyemde
kaykılmış durumda gözlerimi araladım. Asıl kimliğim beni hasretle kucaklayıverdi.
Ben Fransız değilim. Adım Nedim Taş. Otuz iki yaşındayım. Az tirajlı
gazetelerden birine kimselerin okumadığı yazılar yazıyorum. Patron beni iktidarı
eleştiren yazılarım için değil, infial yaratıcı twitlerim için kurumda tutuyor.
Namımı da twitlere borçluyum. Takma adım ‘Taş Ağrısı’. Korunmalıyım. Şu ana
kadar gerçek kimliğim ortaya çıkmadı. Daha önce belirttim sıfat kullanmayı iyi bilirim.
Az kelimeyle tefrika yaratma ustasıyım. Ben patronun patronları hesabına siyasilere,
kanaat önderlerine, gazetecilere sataşan, çamur atan biriyim. Bir küfüreriyim.
Bana kim işaret edilirse onu hedef alırım. Harbi bir profesyonelim. Şahsi kin
gütmem. Parayı veren kaosu yönetir yöntemiyle çalışıyorum.
13 Kasım
Cuma gecesi hayatım değişti. Ben de Paris’teki terör saldırısını herkes
gibi şokla televizyondan izledim. Sabah uyanıp işe gittim. Plazalarda kahve
içip kurt gazeteci ayaklarına yatma ritüelini uyguladım. Geceden en dinamitli
twitimi sallamıştım. ‘MİT tırlarından çıkan şiddet Paris’i de vurdu.’ Tepkiler
müthişti. Kahvem daha bir lezzetli oldu.
13 Mart 2016’da, Pazar akşamı Ankara
Kızılay’da Bombalı saldırı yapıldı malum. O gece evde yalnızdım.Aslı’yla bozuşukluğumuz
müzminleşme yolundaydı. Hem içtim, hem de devleti suçlayan en gaddar twitlerimi
attım. Sonra yatağa girdim ve orada, Paris’te karikatürleri yapmış bitirmiş
şekilde uyandım. Andre olmuştum.
Şu anda kafam bayağı iyi, ama bilincimin diri
kalmış kısmı cayır cayır. Birazdan yine Andre olacağımı, küfür karikatürlerini
o kadına teslim edeceğimi ve ardından Bataclan’a gidip taze ve sıcak kanlara
basarak yürüyeceğimi biliyorum. Ben
karikatürden anlamam. Çöpten adam resmi yapmayı bile beceremem. O halde Andre
diye biri gerçekten var. Belki o da 13 Mart’ta Ankara’ya gelip ölenleri
yakından görerek dehşet soluyor. Bilemem.
Nedir bütün bunlar? Yoksa öldüm de kabir
azabı mı çekiyorum? Ben ateistim. Kendimi öyle satıyorum. Bizim mahallede şart.
İnançlı da değilim, ama bir şey çok açık. Vicdanımda bir yük var. ‘Vicdan
tanrının kurduğu fıtri bir edeb zembereğidir.’ Annem öyle derdi. İnancıyla baş
başa mutluydu içe kapalı dünyasında. Bu bir vicdan yükü olmalı evet. Daha önce
binlerce saat üzerine düşünmüş olmalıyım. Vardığım sonuç bu. Bu yük olmasa
kimse beni o korkunç kıyımın yapıldığı yere sürükleyemezdi. O halde bir ümit
var. Ümit varsa pişmanlığım gerçek demektir.
O halde birazdan kimbilir kaçıncı kez o
korkunç mekâna gitmemek için ne yapmalıyım? Uyanmanın bir yolu var mı? Şimdi
kendimi toplamalı ve uyumamanın, yani sızmamanın bir yolunu bulmalıyım. Uyumaz
ve sabaha kavuşursam bu döngü bitecek. Bunu kalbimde hissediyorum. Ezan. Evet,
ezan sesine kadar dayanmalıyım. Yapabilirsem bu fasit daireden çıkacak ve
normal hayatıma kavuşacağım.
Ayaklarım birer ton ağırlığında gibiydi.
Yerimden kalktığımda az kalsın yere yığılacaktım.
Güç
bela mutfağa doğru yürürken aklıma mahsus sıcak kanları ve beyin parçalarını getirdim.
Çok sürmedi. Midem çalkalandı ve içinde ne varsa İran halımın üstüne çıkardım.
Öğürtü salvoları bitince dizlerim titriyerek mutfağa gittim. Temizliği sonra
yapacaktım. Önce bir bardak su içtim. Ardından kendime kocaman bardak bir Türk
kahvesi hazırladım. Bu arada saate bakmayı da akıl ettim. Sabaha daha üç saat
falan vardı. O masadan kalkmış ve midemdeki alkollu hamuleyi boşaltmış olduğum
için umudum artmıştı. Kahveyi ayakta
oturma odasının penceresinden yapımı bitmek üzere olan lüks siteye bakarak yavaş
yavaş içtim. İçtimai şatolar. Duvarların ve korumalı kapıların ardında mutluluk
ve huzur arayanlara tahsis edilmiş tecrit mekânı.
Tekrar büro koltuğuma ve divana falan
oturmayacaktım. Biraz hareket iyi olurdu. İtinayla kusmuğu temizledim. Pencereleri
açtım. Hava serindi. İyi geldi. Belki en iyisi sokağa çıkıp yürümekti.
Ayakkabılarımı giymeyi düşünürken telefon çaldı. Bilinmeyen numaraydı.
Bu
saatlerde beni Aslı arardı sadece. Çevirmendi ve gece kuşuydu. Sık sık numara
değiştirirdi. Sabaha karşı kendi deyimiyle iyice yorulmuş ve romantikleşmiş
olurdu. Telefonumu alırken hemen altında duran kâğıtta kırmızı keçe kalemle
yazılmış notu okudum.
Sakın telefonu açma!
Bu yazıları okurken beynim parmağıma komutu
yollamıştı. Hattı açan düğmeye basmıştım. Sarışın kadının sesini tanıdım hemen.
“Her Gece
Paris.”
Çok geçti. Virüs girmişti programa. Geç
kalmıştım lanet olsun. Odanın geometrisi ve ışıkları bozulurken Paris’teki eve
geçişlenmeye başladım. İrademi kullanarak kalemle o notun soluna Arayan Aslı Değil yazmayı başardım.
Kuvvetli akıntıya karşı yüzmek gibi bir çaba harcamam gerekmişti bunun
başarabilmem için. Bilincim hâlâ birçok şeyi hatırlıyordu. Bu sonuncusuydu. Son
kez düşmüştüm tongaya. Bir sonrasında telefonu açmayacak, sabahı bulacak, ezanı
dinleyecek ve inşallah tövbe yoluma koyulacaktım.
Balçova – Nisan 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder