E.G.Y’e
“Bir adın var mı senin?”
Durakladım. MSNQ listemde olmayan birinin iznim olmadan mahremime girmesi
alışık olmadığım bir durumdu. Emrimde ülkenin en iyi hackerlarını
çalıştırmaktaydım ve bilgisayarım özel koruma altındaydı. Öfkeli, şaşkın, ama
meraklıydım. Yetkin ateş duvarımı aşabilen biriyle yıllardır karşılaşmamıştım.
Merakım öfkemi yendi ve ‘K2RİK’ yazdım.
“Kumpası keşfettin. Başın dertte.” dedi hoparlörlerimden yükselen sesi. Cinsiyet
belli etmeyen metalik ve boğuk bir tonla konuşmaktaydı. Ses patronu belli
olmasın diye kriptolamıştı.
“Sana konuşma iznini…”
Kim verdi diyecektim. Devam etmedim. Parmağım hoparlörü kapatan düğmeye dokundu
ve basmadan geri çekildi.
“Kumpası keşfettin. Tarkus Alanı yani.“
Hayretim ilk kelimelerin ekranda belirmesinden hemen önce uyanmakta olan
kuşkumu da körüklemişti. Kuşku taretlerinin çiğnediği yerde korku kabartıları
belirmekteydi.
“Sen nereden biliyorsun bunu diyeceksin?”
Tarkus alanı dediği şey yeni bir gözetleme ağıydı. Baş yapımcısı bendim. Umuma
açık alanlardaki kimseleri sadece suret olarak değil, niyet, ruh hali olarak da
profilleyebilmekti. İki ay önce kullanıma sokulmuş ve başarıyla uygulanır
duruma gelmişti. Tek rahatsızlık verici şey geçen hafta kurduğumuz güvenlik
sisteminin doğum klinikleri, kreşler, dersaneler gibi çocukları bebeklikten
itibaren ölçen biçen bir biçimde de kullanıldığını keşfetmem olmuştu. Bunu
büronun başı olan bay Geldiss’e bildirmemiştim. Çünkü… Çünkü kuşkularım vardı.
“Bay Geldiss mi yönlendirdi seni?”
“Burnundaki o kocaman ben hariç yakışıklı adam. 38 yaşında bu kadar prestijli
bir yerin müdürü olmak. Bekar da üstelik.”
“Yani?”
“Hayır. Beni bilse burnundaki beni beeeen olur bütün yüzünü kaplardı. Hayır.”
Ekranın tepesindeki kameranın çalışma ışığı sönüktü, ama bir elim farkında
olmadan saçlarımı düzeltti. Taba rengi eteğimden sıyrılmış dizlerime baktım.
Bacaklarımın tüyden arındırılma zamanı gelmişti. Her an izleniyorum duygum
giderek artmaktaydı. Belirtiler gırlaydı.
“Kimsin sen?”
“Adını mahsus mu sorduğumu ima ediyorsun?”
Açık kartı hoşuma gitmişti. Zekası da harlıydı bayağı.
“Evet.”
“Peki seni tanıyorum K2RİK. Kuşkuların essah. Başın çok ciddi belada. Kumpası
keşfettin ve raydan çıktın. Bunu biliyorlar.”
Kimler diye sormak çok abes olacaktı. Çalıştığım Tarkus firmasının beni bir
sadakat testinden geçirmekte olduğu savı da çok zayıf kalıyordu. Belirtiler
vardı gerçekten. Heyecanla okuduğum o roman mesela… En son nerede kaldığımı
hatırlayamamıştım az önce düşününce. Sadece bu değil. Son birkaç gündür
olanları neredeyse her defasında ufak farklılıklarla yeniden kurmaktaydım.
Tabii diğer nüshaları da farkında olarak. Buna benzer bir yerinden oynama,
genel bir anı seferberliği diyeceğim geliyor, yaşamaktaydım. Ailemin, arkadaşlarımın
yüzlerini hayalimde kıpırtılı olarak canlandırabilmekteydim. En son ne zaman
helaya gittiğimi, kaç saattir bu odada oturduğumu hâlâ söyleyebilecek durumda
değilim. Sıradan bir bellek arızası olabilir miydi bütün bu saydıklarım?
“Sana nasıl güvenebilirim?”
Birkaç saniyelik sessizliği muhatabımın gülümsemesiyle doldurduğunu düşündüm.
Çok nahiv bir soruydu.
“Adım Gece bu arada. Güvenlik bir duygudur K2RİK. Sanal ortamda bir yonganın
barındırdığı bir titreşim. Elektronik ürperme. Dinle… Dobra dobra konuşacağım.
K2RİK MSNQ adın. Kendinin Asfer Çaygülü olduğunu sanıyorsun. Tarkus firmasında
çalışıyorsun. Üst düzey teknik elemansın. Falanca sokaktaki kendi mülkün olan
bu iki katlı evin çatı katındaki çalışma odandasın. Tekir kedin Fos aşağıda
divanda uyuyor. Çok hoşuna giden yazarın Ölümsüz adlı kitabı yemek masasının
üzerinde duruyor. Yarısındasın daha. Şu sıralar erkek arkadaşın yok. Bir aday
belki. Geçenlerde hani barda tanıştığın lacivert gömlekli adam. Pilot. Kutuptan
kutuba dört saatte projelerinin süper erkekleri. Pilotu beğendin. Kadınlarından
biri olmayı istedin. Baştan 1-0 mağlupsun. Kabullendin adamın tek kadınla
yetinmeyeceğini.”
Benle ilgili bu kadar ayrıntı bilmesi öfkemi ve ona bağlı duran kuşku ve
korkularımı yeterince azdırmamıştı. Tarkus Alanı projesi bunun için kurulmuştu.
Mahremiyetin tümden ılgası olarak. mahremiyetsizlikten açık, yani dürüst toplum
türetme işiydi yaptıkları genel olarak. Çocukların bebeklikten itibaren
formatlanmasıysa amacı aşan bir kötücüllüktü. Karşı çıkmamam mümkün değildi.
“Sonra?”
“Zaman dar mı?”
“Nasıl yani?”
Gece’nin sessiz kalması kelimelerden daha ürkü vericiydi. Çünkü çevrem bu
sabahtan beri her köşesinden bedbelirti gülleri açmaktaydı.
“Seni dinliyorum.” Dedim.
“Asfer Çaygülü hanım 44 yaşında araba kazasında öldü. Uyduruk bir derginin
tanınmış bir editörüydü. Kültürlü kadındı aslında. Dindar bir yanı vardı.”
“44’mü?”
“Sen kaç yaşındasın? 26, 27?”
Cevap yerine içimi çekerek parmaklarımla yüzümü yokladım gayri ihtiyari.
Pürüzsüz tenim otuz öncesi diye basbar bağırmaktaydı.
“Kalk, git aynaya bak.”
Tereddütüm kullanılmış bir kürdan gibi kırılgandı. Ayağa kalkıp çift kanatlı
dolabın aynasına gittim. Sağ kapağa takılı boy aynasında endamıma baktım.
Soldaki ayna bu sabahtan beri görüntü yansıtmıyordu. Sırı fire vermişti
herhalde.
Çekik gözler, çıkık elmacık kemikleri, duru bir ten, azıcık eğri bir burun.
Buruşmuş eteğin altında kalan ince, ama hoş bacaklar. Tahta döşemeye basan
manikürsüz tırnaklı çıplak ayaklar.
“Kaç yaşındasın?”
“Bilmem?”
“18 bile olabilir değil mi? Bunca deneyim. Üst düzey makam. Maaş gani. Ne zaman
okulu bitirdin, ne zaman bunca deneyimi yüklendin?”
“Altı yaşında bir kere merdivenlerden düşmüştüm. Annem korkuyla arkamdan gelip
beni kucağına almıştı. Babam da benim gibi kâğıt helva severdi. İlk aybaşımı
okul tatilinde yaşadım. 14 yaşındaydım. Kirazı bol bir yazdı. İlkokul
öğretmenimin adı Zehra’ydı. İlk sevgilim bazen hafifçe kekelemesinden ölesiye
utanırdı. Ve…”
Gözüm soldaki aynanın puslu yüzeyine takılınca sustum. Yüzey güç farkedilmekle
birlikte odayı yansıtmaktaydı. Önüne geçip durdum. Eğilip dikkatlice baktım.
Yüreğim soğumuştu birden. Ben yoktum sadece. Parmağımla yüzeyde solgun da olsa
suretimin bulunması gerekli yere dokundum. Parmağım sertlik ve ısı bilgileri
yaymaktaydı. Derin bir nefes alıp etrafıma bakındım. Bilgisayarın yanındaki ve
kapıya yakın duran bir noktadan tavana verilen ışıkta belli belirsiz bir
kısılma belirmişti. İki sandalye, kütüphane ve bir yığın ıvır zıvırda
kelimelere sığmaz belirgin bir değişim vardı. Madde evsaf yeniliyordu sanki.
Hacimsel nitelik yeniden karılacak bir çorba gibiydi.
“Bir kadından kopyalandın. Kumpası, yani insanı doğumdan ölüme kuracak ve
gözetleyecek sistemi kontrol için görevlendirildin. Bir sürü yere girdin
çıktın. İnsanlarla konuştun. Bir evin ve bir sevgilin oldu. Şimdi yüzünü beş
ayrı şekilde hatırlıyorsun. Diğer anılarının tamamı o ölü editörden elektronik
miras. Varlığının normal denen şeye benzemesi gerekmekteydi. Böylece izin
verilen kadar farkındalığın test etti sistemi. Sonra arızalandın. Yani kimlik
kopyalama sırasında geçişen, istenmeyen dozdaki bilincin harekete geçti ve
varkalmak için burayı kurdu. Vicdanın yapılanlara karşı çıkmaktaydı. Sanal
dünyanın içine muhkem bir kalecik inşa ettin. Kendine has bir yerdi. Düzene
karşı çıktın. Şimdi atomize oluyor.
“Beni görebiliyor musun?
“Evet. Ölçüm grafiği şeklinde daha çok.”
“Ne görüyorsun?”
“Soldaki aynanın sırı, ışığın parlaklığının bir kısmı, malzemenin kendine has
parlaklığı falan kaleni terketmekte. Alçalan bir balondan yükselen hafiflikler.
Antisafra.”
Haklıydı. Olan biten buydu. Çözülüyordum.
“Şüphe ediyorum, o halde varım.” Dedim.
“Dinle. Kalene hapsettiğin zaman hızla seyreliyor. Hemen dediklerimi yapman
lazım.”
“Amacın ne?”
“Seni kurtarmak.”
“Neredesin şu anda?”
“Şatomda. Muhkemliğim bayağı ehvendir.”
“Daha önce… Hiç… benim gibi birilerini kurtardın mı?”
“Evet. Üç hatun daha var yapımda.”
“Harem mi kuruyorsun yoksa sen?”
“Ben erkek değilim ki. FAKATZA10 desek şakayla karışık.”
Odanın ortasına giderek ellerimi belime koyup etrafa bakındım. Tavanın hoş koyu
kahverengi boyası kırmızı tonlar içermeye başlamıştı. Dört köşe olan bütün
eşyaların köşeleri yuvarlanmıştı birazcık. Hiç zamanım kalmamıştı. Korkuyordum.
Bu odada varkalmak isteyen yanım dinleme onu, seni kandırıyor. Kendini iptal
için ikna ediyor seni. diyordu. Beynimin uzak köşelerinden birinden gelen bir
ses daha vardı. Işığa gebe diye fısıldıyordu.
“Ne yapmam lazım?”
Kapıyı aç.”
Ayak bileklerimde onar kiloluk beton halhallar taşıyormuşum gibi zorlanarak
kapının önüne gittim. Elimi kapının koluna değdirdim ve çektim.
“En son ne zaman çıktın dışarıya?”
Bunu bilmek çok kolaydı. Bir barda şirketten iki arkadaş bir şeyler içmiştik.
Beni arabayla eve bırakmışlardı.
“Dün akşam.”
“Senin niye araban yok düşündün mü?”
“Ne alakası…”
“Aferin hemen çaktın. Kazada öldüğün için travma. Sanal hayatta da araba
edinemiyorsun. K2RİK, zaman dar. İki adet üst üste kayıt gibi sanal yaşamın
var. Biri şirket tarafından kuruldu. Diğerini senin içindeki sağlam yan yani
inancın inşa etti. Şimdi bunları terk anı. Aç kapıyı.”
Parmaklarımın değdiği metal yüzeydeki olmaması gerekli pürüzler içimdeki son
tereddütü de havaya salıverdi. Ama kapıyı aralamak hortlaklı bir köşkte saatin
on ikiyi çalması gibiydi. Gördüğüm şey kabaca ikiye bölünmüş karanlık ve
gündüzdü. Algıladığım demeliyim aslında, her ne kadar sanal kimlikli birisi
isem de kopya sırasında geçişlenen sezgiye sahiptim. Kapının kasası eşit
şekilde ortadan ikiye ayrılmıştı. Sağım ışık, solum karanlıktı. Karanlık zifir
gibiydi. Işık göz alıcı parlaktı. Cezbesi tanımdışı bir güçteydi. Her
zerresiyle bana gel ışıyordu. Aralarında bir duvar yoktu sanki. Birbirleriyle
yan yana, ama sanırım dokunmadan öylesine durmaktaydılar. Başka bir şey
görünmüyordu. İki tercihli bir uçurumun kenarında duruyorum hissim müthiş
güçlüydü.
“Atla. Çabuk.”
“Nereye?”
“Sen karar vereceksin. Bana ancak yürekle varabilirsin. Haydi.”
Arkamda bir gümbürtü duyulduğunda artık odanın yerinde olmadığını, başımı
çevirecek zaman kalmadığını idrak ederek lüksün inanılmaz cazibesinden
sıyrıldım ve kendimi yepyeni bir kozmoza gebe duran karanlığın koynuna
salıverdim.
Amsterdam, 2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder