27 Ekim 2020 Salı

C2H5 OH Salıncağı - Akşamcılık ve Sanat

 

C2H5 OH Salıncağı

Akşamcılık ve Sanat 

Alkol: (Arapça لكحول = al-kuhl; rastık taşı tozu)

 


Akşamcılığı sanatın bir gerekliliği gibi görenlerin çokluğu beni önce şaşırtmış, sonra da bir gerçekliğe ayıktırmıştır.

Alkolün beyindeki sayısız ilişkiler arası yoğun trafiği yavaşlatan bir etki yapmasının sürekli sanatın artı hanesine yazılagelmesi bir paradokstur.


Bir düdük sesi bu tarafa, bir kırmızı ışık şu tarafa. Dur işareti diğer yana. Yavaşlayan sayısız veri akımı. Aynı sorunları çıkmaz sokağa sürekleyen akıntıya kibrit çöpünden ket. Dilin suskunluğunu kıran zembereğin yeniden kurulması. Hayalleri puslu kıyılara itekleyen rüzgar.

Sanat tıpkı bilim gibi ayık kafayla, zımba gibi çalışan bir beyinle yapılır.

Alkol bir salıncaktır. Kullanılma dozu ve sürekliliği artttıkça ipleri kısalan bir salıncak.

Sanatların alkol sayesinde ivme kazandığı aşırı abartmalı bir savdır. Kısalan ipler insanı sadece gerçeklik düzeyinden uzaklaştırmakla kalmaz. Sanatçıyla ilham perisi arasına önce şeffaf bir çarşaf, sonra kalın bir nevresim asar. Devamında şişeden bir duvar örer. Metrelerce kalınlığında şıngır mıngır bir duvar. Ardında renklerin gökkuşağına uçuştuğu ilahi set.

Ünlü yazar S. King ‘Yazma Sanatı’ adlı kitabında alkol ve onun mahmurluğunu açıcı maddeler olmadan yazamayacağını, üretemeyeceğini sandığı devri anlatır. Bu maddelerle tümden ilişkisini kestikten sonra Kara Ev, Rüya Avcısı vb. gibi gibi eserler vererek alkolün gereksizliğini kanıtlamıştır.

 Alkol izm yaratabilmiş tek iksirdir.

 Nedir onu komunizm, kapitalizm, daltonizm gibi izmci yapabilen sır?

Esin perilerini peltekçe dilinde çağırması mı?
Suni yorgunluk, asılsız uyku derinliği yaratan etkisi mi?
Saatler boyu da olsa kaçış yolunda otostop yaptırması mı?

Alkollü içki bağımlılığının gerçekliğin ağzı bozuk bir yorumu olması belki.
Başları döndürürken dünyayı durdurduğunu iddia eden sahte tılsımcılığı mı?
Ayılınca kafatasına yorgunluk taşı gibi çöken, içmeyince eli ayağı titreten ahlı vahlı bir iksir olması mı?

Bilinçaltı’nın altındaki ilkel timsaha giden yoldaki baştançıkarıcı rehberliği mi?.
Karaciğeri makarna süzgecine çeviren tercüman ve reklamların gözde çapkını olması mı?

Neden yasaklanmasında bir cazibe vardır? Serbestliği serkeşçe olduğundan mı? Yoksa çamura üflenen nefesi boşladığı için mi?

 Akşamcılığı sanatın bir gerekliliği gibi görenlerin çokluğu dedim. Bu kimselerin içinde bir tane bile iyi yazar, denemeci, besteci, özgün bir şey yaratmış bir kimse yoktur. Birkaç iyi eser verdikten sonra bu kervana katılanların eserlerinin kalitesinin giderek yozlaşması da bir başka vahvahvahtır.

Alkol, tebası ve ardından seyirtenleri milyarı bulan bir yavaşlatıcıdır.
Sekiz bin yıllık tarihinde ne çok zihin ayartmıştır.
Son buzul devrinden önce insanlık tarafından bilinmemesi kandırıcı gelmemeli. Şu ana kadar insanlığın fizik ve zihin enerjisini en gaddar biçimde heba ettirmiş bir izmdir.

 Kısacası; akşamcılık kaliteli sanat yapamamak için bulunmuş mazeretlerin en kötüsü değildir.

                                                                                Amsterdam -2007

21 Ekim 2020 Çarşamba

DÜŞ ÖKSESİ

 


 

DÜŞ ÖKSESİ

 

  Ayak tabanlarımın kumsala teması, hemen önümde suya doğru kaçışan şu minik yengeç kadar asılsız. Bulutsuz gökyüzü, yeşilin mavinin karışımı kıpırtısız deniz yüzeyi, asabi bebek viyaklamalı martılar, tam tepeden ufka varan yayın yarısında duran güneş de dahil hepsi zihnimin ürünü. Az ilerimde duran şu garip kayalık nedeniyle.

  Kumsal boyunca mevcut olan yegane kayalık bir eşik. Çocukluğumdan beri sayısız defalar yolunu çiğnedim. Denizin içinden tatlı bir eğimle çıkan ve sonra tam kumsala vardığında dikleşerek üç metre boya varan ve sonra beyaz kumlara doğru benzer bir eğimle alçalarak adeta solucan gibi altına dalan dana karaciğeri rengindeki bir yükselti.

  Bu parlak yüzeyli kayalığı ilginç yapan en baskın özelliği içindeki bir buçuk metre enindeki yürüme alanıydı. Ayaklarım ıslak kumlara basarak yürürken iki yanımda dimdik yükselen kahverengi taş kütleyi hissetmek sarsıcı bir deneyimdi. Daha da ilginci bu sekiz metrelik koridorda benim gibi yürüyüşe çıkmış diğer kıyı sakinleriyle karşılaşmamdı. Beş altı kişiden az olmazdı. Herkes yüzünde ciddi bir ifadeyle, birbirine değmemeye çalışarak, selamlaşmadan, hatta göz kontağı da kurmadan geçer giderdi. Çocukluğumda buna tanık olduğumda kendimi yetişkin olarak görürdüm. Kayalık geçitten geçenlerin tamamı kadın ya da erkek yaşlarını fazla belli etmeyen yetişkin kimseler olurdu.

  Geçide gelene kadar kumsalda göz alabildiğine kimseyi görmezdim. Kumluk alan daima boş olurdu. Deniz de teknesiz, yelkensiz ve dalgasız. Diğer yanına hiçbir zaman geçmemiştim.Görünmeyen bir sürü kumsalın kesişme noktası gibiydi bu kayalık geçit. İnterdüşsel merkez ya da rüya viadükü diyeceğim geliyor. Kayalığın içinde attığım son adım beni çoğunlukla bir başka rüyanın mekânına bağlardı. Bu geçitten en son ne zaman geçtiğimi unutmuştum. En az on yıl demekteydi içimden bir ses.

  Taş geçide girdiğimde her zamankinin aksine bir kalabalıkla karşılaşmadım. Bu ilk kez oluyordu. Merakson motorum iyice tur arttırmış durumda yürüdüm ve geçidi tamamlayıp diğer tarafa çıktım. Birkaç metre ötemde beyaz pantolonlu, hasır şapkalı bir adam durmaktaydı. Otuz yaşlarındaydı. Belden yukarısı ve ayakları çıplaktı. Pantolonunun paçalarını kıvırmıştı.

  “Tam vaktinde geldiniz.”

  “Siz de öyle.”

  Çocukluktan beri bu tür kimselerle karşılaştığım için fazladan heyecanlı değildim. Bunlar ister bilinç altımızın ürünü, isterse başka gerçekliklere ait girişimler olsun asla kötücül değillerdi. Çocukken anlattığımda rahmetli anneannem iyi saatte olsunlar şeklinde yorumlardı. Paralel evrenler, kuantum fiziği gibi kavramların ışığında saatler zamanımızda iyice başkalaşmıştı haliyle.

  “Beni taş geçidin diğer ucuna çektiniz.” Diyerek hızla konuya girdim. Her an bu gerçeklikten teyellerim sökülebilirdi. Muhatabımın ağzından laf kopartmak istiyordum. Artık on iki yaşında bir çocuk değildim. Ağzım bir karış açık aval aval bakınma lüksüm yoktu.

  “Çok iyi gördünüz. Şöyle yürüyelim mi biraz?”

  Benim boyumda, buğday tenli sırım yapılı bir adamdı. Adımlarımız birbirine eş yürümeye başladık.

  “Sizi dinliyorum.” Dedim.

  “Ömrünüz boyunca içinde birden fazla seyrettiğiniz rüyalarınızı tasnif edip durdunuz. Bunlardan öykü kalıpladınız. Romanlarınızın sayfalarına kelebek tozu olarak yapıştırdınız. Dahası, bazı duyarlı okurlarınız bunları aynen görebildiler. Görsel miras da bıraktınız sayfalarda yani.”

  Ben süslü anlatıma kurban edilmeyen bazı betimlemelerin yazarın zihnindeki görüntüleri aynen, bir film gibi nakledebildiğini biliyorum. Benle ilişki kurmuş onlarca okurum sayesinde artık bundan yüzde yüz emindim.

  “Rüyalar sadece bilinçaltının, beynin günlük deneyimleri işleyip yorumlamasından ibaret değildir.”

  “Sadede gelin lütfen.” Dedim.

  “Haklısınız. Dünyanızdan değilim. Galaksimizin bu taraflarını epeyce gezmiş tozmuş biri gibi düşünün beni. Şu andaki suretim uyarlanmış halimdir. İntibak sorunu yaratmamak için takdir edersiniz.”

  Korkup altınıza doldurmamanız yerine intibak sorunu demesi komiğime gitmişti.

  “Sonra?”

  Alpha Centauri’denim. Biz sizden farklı bir şekilde evrildik ve şu anda teknolojik olarak yıldızlar arası yolculuk yapabilecek durumdayız. Ben… Nasıl söylesem, sizin serbest girişimci dediğiniz türden bir mesleğe sahibim. Buraya kadar ne diyorsunuz?”

  Alpha Centauri 4,3 ışık yılı mesafede bizimki büyüklüğünde iki güneşli bir gezegenler sistemiydi. Üzerine çok spekülasyon yapılmış bir yerdi. Bütün bunlar pekâlâ zihnimin düş makamındaki bir ürünü olabilirdi.

  “Gelecek vaadediyor öykünüz.”

  “Siz konuştukça burada boşuna bulunmadığımı anlayarak seviniyorum. Devam edeyim. Benim girişimciliğim nedeniyle bu taraflara yolum sıkça düşer. Bazı kalıntıları araştırıyorum. Bunların içinde çok ilginç malzemeler bulunuyor. Dünya yılı cinsinden söylersek 1200 yıl kadar önce bir sistem keşfettik. Bizim bulunduğumuz yeri de kapsayan çok geniş bir alan. Galaksi boyutlarını aştığını düşünmekteyiz. Sonradan bu sistemin bir çeşit posta ağı olduğunu bulguladık. Çok sofistike bir ağ.”

  “Siz kurmadınız yani?”

  “Bizi çok aşan bir yapı. Kuranlar galaksi ölçeğinde bir hat sistemi oluşturmuş. Şifrelenmiş bir kayıt sistemi var. Şu ana kadar çözmeyi başaramadık. Bunu kimler yaptıysa ya çekip başka yerlere gitmişler, ya da bir şekilde tükenip bitmişler. Bizim bilimcilerimiz birinci tezi benimsiyorlar. Arkalarında muhteşem bir ağ bırakıp gitmişler. Bu ağ sayesinde uzay gemileri filan yapmaya gerek kalmadan yolculuk yapmayı başardık. Siz bu düzeyden birkaç yüzyıl geridesiniz sadece. 24. yüzyılda bu ağı keşfedeceğinizi tahmin etmekteyiz.”

  Sıradan bir bilimkurgu-masal karışımı bir şeyler dinliyor gibiydim, ama bir yanım hepsi doğru bunların demekte direnmekteydi. Kumsalın diğer yanını ilk kez görmem üzerimde etkili olmuştu.

  “Bu ağ zihin faaliyetleri gelişkin varlıkların alanlarını taradığında onların düşüncelerini etkiliyor. En başta rüyalarını. Bir köpeğin döllenme zamanı doğada ağaçlara işeyerek ardında kimyasal izler bırakması gibi. Rüyalarda da izler bırakıyor. Ve biz… Ben bu izlerle ilgilenmekteyim.”

  “Yani?”

  “Pul, böcek, kelebek koleksiyoncuları gibi bu düş izlerini de biriktirenler var. Bulması zor. Yerinden çıkartılması başka bir zorluk. Bayağı kıymetli bir meta bizim o taraflarda. Ben bu izleri toplayıp satıyorum. Çok meşakkatli, ama getirisi muazzam.”

  İçimde ilk kez bütün duyduklarımın harfi harfine doğru olmasa bile, gerçeği dile getirdiği duygusu oluşmuştu. “Benden bir şey isteyeceksiniz galiba?” dedim.

  “Evet. Çok yerinde tahmin ettiniz.”

  “Nedir?”

  “Karşılığında size bu cinsten bir kıyak yapacağım. Çok merak ettiğiniz bir şeyi vereceğim.”

  Heyecanlanmıştım. “Önce söyleyin. Mesele nedir?” dedim.

  “Bu sistemi kuranların şifrelerini çözemediğimiz gibi, başka şeyleri de öngöremedik. Posta hattında tuzaklar varmış. Telgrafın tellerine konan kuşlar için. Ökse gibi. Çok berbat bir durum. Eskiden kalma bir önlem. Ev sahipleri çekmiş gitmiş. Evin kapısı aralık duruyor, ama geçerken alarm çalıyor. Bunun gibi bir şey. Sizden ricam beni ökseden kurtarmanız. Neden ben diye düşünüyorsunuz. Sizin gibi düşleri yardımıyla bu hatlarda kısa menzilli de olsa gezinen cinsten biri yapabilir bunu. Formatı uygun 1028 kişi var şu anda dünyanızda yaşayan. Ben sizi seçtim. Size güveniyorum. Karşılığında ben de istediğiniz servisi vereceğim.”

  Neymiş o servis diyeceğim sırada kendimi kırlık bir alanda buldum. Seyrek şekilde bodur ağaçlar bulunan bir yerdi. Yanımda dört kişi vardı. On ile on iki arası çocuklardı benim gibi. İki kız, iki oğlan. Onları sadece bu rüyadan tanımaktaydım. Mahalleden ya da okuldan arkadaşım falan değillerdi. Minik bir tepecikten tahtası iyice koyu kahverengi odunlardan yapılmış bir kulubeye bakmaktaydık. Kapısı sımsıkı örtülü penceresiz bir yapıydı. Tanımıştım haliyle.  Çocukluğumda belki yüz kere kendimi orada bulmuş, ama tepecikten inip kulübeye yaklaşamamıştım. Oysa çocukları oraya getiren ben olmalıydım. Çünkü elimde kendi çizdiğim bir harita vardı. Bir şey rüyayı o aşamada kopartıyor. Asla yokuşu inerek kulubeye yaklaşamıyorduk. Oraya varmak için tırmandığımız yarlar, çamurlara saplanmamız, defalarca yolumuzu kaybetmemiz ve bulmamız boşa gidiyordu. Alfavarlık gerçekti. Bu rüyamı en büyük sırdaşım karım dahil hiç kimseye anlatmamıştım.  

  “Tamam kabul.” Dedim. “Ne yapacağımı söyleyin.”

  “İş basit, ama sorun o değil. Nasıl desem. Kısmen de olsa beni görmek zorunda kalacaksınız. Yoksa neremin yapıştığını asla bulamazsınız.”

  Alfavarlık haliyle insan benzeri bir yapıya sahip  değildi. Aklıma ilk olarak Alien filmindeki yaratık geldi.Tüylerim diken diken olmuştu. Bir örümcekten, yılandan, böceklerden ölesiye korkan insanları düşündüm. Hepsi de dünyevi varlıklardı oysa. Korku midemdeki bir arı kovanı gibiydi şimdi. Vazgeçmek isteyen yanım yeterince güçlü değildi yine de. Ganimet yağmacısı dostum sinir sistemime müdahale etmekteydi sanırım.

  “Ne… Ne zaman başlayacağız?”

  “Hemen şimdi. Eğer isterseniz tabii. Sakinleşin lütfen. Aşırı korkarsanız başarılı olamazsınız. Sonuçta hepimiz tanıdığımız bildiğimiz atomlardan yapılmayız. Siz karbon bazlısınız, biz kükürt. Bir romanınızda elektrona protona büründüm, atom diye göründüm yazmıştınız. Bunu hatırlayın. Yapacak mısınız?”

  “Evet.”

  Sesim çok uzaklardan yankılanır gibi duyulmaktaydı. İşlem başlamıştı bile.

  “Mor ışıltı olan noktalara müdahale edeceksiniz. İki adet. Göreceksiniz şişeden tirbuşonla mantar çekip çıkarmak gibi kolay olacak.”

  Ayaklarımı bastığım kumsal parçası hızla bir başka yapı tarafından kapsanıverdi. Güneş dışarıda kalmıştı. Bir yazar olarak lacivert, kirli sarı ve nefti yeşilin tonlarında oluşan dış zarfı tanımlamak için yeterli sıfata sahip değildim. Organik bir makine dairesindeydim sanki. Bu izahat çok zayıf. Stadyum büyüklüğünde bir hamam böceğinin içinde gibi hissetmekteydim kendimi. Ayaklarım rüyadaki gibi çıplaktı ve organik zemin tarafından çeşitli muamelelere tabii tutulmaktaydı. Yapışma, gıdıklanma, çeşitli noktalardan mini sülüklerin emmesi gibi duyumlar alıyordum. Duyduğum kokuyu betimlemem mümkün değildi. Koku keskinden çok nüfuz ediciydi. Midem bulantı sonatı çalmaktaydı. Öğürmeye başladım ve ne varsa çıkardım. Karnım boştu neyse ki. Çok fazla uzun sürmedi. Öğürtüler bitince ilk adımımı attım. Ayağım sandığım gibi yapışmamıştı. İkinci adımı da atabildim. Her taraftan bir uzantı bedenime değiyordu. Bunlar canlıydı. Derimden etkileniyor gibiydiler. Bazıları hemen geri çekiliyor. Bazıları da hiç tepki vermiyordu. İçeride kaynağı belirsiz ışık da vardı. Üzerinde adım attığım hareketli, titreyen, uzayan, kısalan, eklemlenip, sökülen, geri çekilen; hem biraz kaygan, hem de ağdalı olan zeminde adım atmaya devam ettim. Tavandan sarkan, sağdan soldan üzerime gelip çekilen sayısız çatallı dal gibi şeyler arasında yürüdüm.

  Gördüğüm şeyleri dünyamdan tanıdığım nesnelere pek az benzettiğimi kavradım birden. Daire şeklinde bir uzay gemisi görsem bunu seyrettiğim filmlerdekilere benzetebilirdim. Gördüğüm şeyler beynimin kısmen araladığı bir çözünürlük alanına sızanlardan ibaretti. Diğer duyularımla hissettiklerim de öyleydi. Beynimin çağrışım fonksiyonu çok kifayetsiz çalışmaktaydı.

  Birden ilk hedefimi saptadım. Mor parıltı iki metre ötemdeydi. Yanına vardım Eğilip baktım. İki farklı dalın kaynak noktası gibiydi. Hangi tarafın ökse zemini, hangisinin ganimetçi olduğunu hiçbir şekilde kestiremiyordum. Alt ya da üst konumda olmak çok göreceli bir durumdu. Mor parıltıya dokunmamaya çalışarak iki dal parçasını kavradım. Benim kuvvetim bunu sökmeğe nasıl yeter diye düşünürken mor parıltı azaldı ve sönüverdi. Bu arada güçten de kesilmeye başladığımı hissetmekteydim. Kaslarım seğirmeye başlamıştı. Kesik kesik nefes alarak etrafıma bakındım. İkinci mor ışıltıyı görünce çok sevindim. İşi bitirmek üzereydim. Sonra oraya gidebilmek için nefti yeşilin hakim olduğu kıvamlı bir sıvı birikintisini geçmem gerektiğini anladım. Derinliği ne kadar acaba derken kendimi sıvının içinde buldum. Bütün vücudumun karıncalanması korkunç bir duyguydu. Ağzımı açıp bu iğrenç sıvıyı yutmamak için aşırı gayret göstermekteydim. Ayağım tekrar sert bir şeye değdiğinde gözlerimi yumduğumu farkettim. Karşı kıyıya çıkmıştım bile çoktan.

  İkinci morluğun işini halledip bir an önce bu yabancı cehennemden çıkmak için eğildim ve morluğu söndürdüm. Bu arada harcadığım eforiden başım dönmeye başlamıştı. Şimdi burada bayılırsam halim ne olur diye düşünürken kendimi tekrar kumsalda buldum. Alfavarlık görünürlerde yoktu. Dönüp geriye baktım. Kayalık alan öylesine durmaktaydı. Aramızdaki on metrelik sahil şeritinde sadece benim ayak izlerim vardı.

  Ani bir dürtüyle geriye doğru yürüdüm. O korkunç şey arkamdan gelecekmiş duygusuyla kayalık alana girdim. Yine her zamankinin aksine karşıdan kimse gelmedi. Diğer uç bu defa başka bir yere açılmaktaydı. İşimi başarmıştım ve düş ganimetçisi sözünü tutmuştu.

  İkisi kız, ikisi oğlan ekibim beni bekliyordu. Sol elimle bir kağıt tutmaktaydım. Saman yapraklı bir defterden kopartılmış kağıtta bir harita çiziliydi. X işaretiyle belirtilen yer tatlı bir eğimle alçalan tepeciğin hemen bitimindeydi. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Güneş tam tepeyi azıcık geçmişti. Etrafın bitki örtüsünden o tanıdık Akdeniz kentinin dış semtlerine yakın olduğumuz belliydi. Çocukların ve benim ayakkabılarımızdan, kıyafetimizden altmış başlarında olduğumuzu hemen anlayabiliyordum. O eski rüyaya ait bütün belirtiler doğruydu.

  Aceleci adımlarla yamacı inip kulübenin önüne geldik. Üç metre yüksekliğinde, beş metre eninde, ham tahtadan yapılmış kaba bir yapıydı. Çatısı bazıları ısı farkı nedeniyle kırılmış olan kiremitlerle kaplıydı. Kiremitlerin rengi güneş ışınları nedeniyle solmuştu. Az önce zor şartlar altında yaptığım şeylerin ayrıntılı bilgisi önplandan çekilmişti. Uzaktaki tekinsiz bir soğukluk olarak algılamaktaydım. Kulubeyi bu kadar yakından görmenin heyecanını yaşamaktaydım.

  Kimse davranmayınca grup lideri olarak yapmam gerekli olan şeyi yaptım ve  kilitsiz ve kulpsuz olan kapıyı iktirdim. Kapının tahtasına parmaklarım değdiğinde Borges’in El libro de arena, Kum kitabı adlı kitabındaki Başka Şeyler Daha Var adlı öyküsünü hatırladım. Bu yazarın Howard P. Lovecraft’a ithaf ettiği bir öyküydü. Arjantin taşrasında Casa Colorada adlı bir evin yeni sahibinin bizon başlı, insan vücutlu bir yaratıkla karşılaşmasını konu ediyordu. Bu kapının ardında olan neyse böyle müthiş bir şey değildi belki, ama alâlâde de olamazdı asla. Kapıyı olanca gücümle ittirdim. İyice abandım. Bana mısın bile demedi. Bunu beklemeliydim. Hemen arkamda duran arkadaşlarıma döndüm.

  “Ne yapıcaz?”

  “Bekleyelim burda. Belki biri gelir açar.”

  Bunun diyen saçlarını atkuyruğu yapmış ve iki beyaz kurdela takmış kumral bir kızdı. Küçük kızım bu kızların yaşındaydı iki yıl önce. Çocukları yetişkin gözüyle görmek, ama karşılarında çocuk şeklinde durmak garip bir duyguydu. Deminden beri aklımda olan şeyi sonunda lafa döktüm.

  “Beni nereden tanıyorsunuz?”

  Çocuklar birbirlerine baktılar. Olumsuz anlamda başlarını salladılar.

  “Birbirinizi tanıyor musunuz peki?”

  Dördü de birbirine yabancıydı. Anladığım kadarıyla siyah saçlı oğlan hariç hiçbiri bu şehirde oturmuyordu. Bu hesapça karma bir takımdık. Harita benim elimdeydi, ama tanımadığım bir grubu buraya nasıl sürüklerdim? Demek birbirimizin rüyasında misafir sanatçıydık. Rüya füzyonu diye bir şey vardı o halde. Rüyalar arası geçişkenliğin mümkün olabileceğinin açık seçik bir kanıtıydı.

  “Ben burada beklicem biraz. Siz isterseniz gidebilirsiniz.”

  Çocuklar aralarında bakıştılar ve hızla karar verdiler. Kumral kız sözcüydü. “Biz de kalıcaz. Biraz.” Dedi.

  Biraz sözcüğünün üzerine özellikle basması diğerlerini tebessüm ettirmişti. İçimi çekerek papatya bezeli tepeciğe baktım. Arkasında bir iki kilometre kadar ileride, evim, hayatım ve şu anda çoğu ölmüş olan sevdiklerim vardı. 1963 ya da 1964 yılındaydık. Kendimi çocuk halimde görmek için neler vermezdim.

  Bunları düşünürken bir başka sahneye aktarıldım. Geçiş bayağı yavaş olmuştu. Çıplak ayağım sahile bastığında hâlâ arkadaşlarımı görebilmekteydim. Sonra iyice seyrelip gözden yitip gittiler. On metre ileride duran kayalığa baktım. Deniz solumda olduğuna göre başlangıç noktasındaydım yine.

  Geriye dönersem içinde seyrettiğim düşten kopacak ve yatağımda uyanacaktım. Devam edersem olaylar devam edecekti. Tereddütümü hızla yendim ve kayalığın içinden geçtim. O hasır şapkalı Alfavarlık ilk gördüğüm yerde beni bekliyordu.

  “Geldiniz.” Dedi beni görünce. Yüzü memnuniyetle aydınlanmıştı.

  “Birden fazlasınız. Ökseye yakalanan.”

  “Çok iyi tahmin ettiniz.”

  “Hazırım.” Dedim.

  Alfavarlık gülümsedi. “İlki kadar zor olmayacak.”

  “Küçük arkadaşlarıma söz verdim. O kulübe kapısının arkasında ne varsa birlikte göreceğiz. Merakımızın kurbanıyız.”

  “Sizi bekleyecekler orada.” Dedi.

  “Onlar kaç sefer yaptılar buraya?”

  Ansızın o lanet olası dev böcekimsi makinenin içine girdiğim için Alfavarlığın verdiği cevabı duyamadım. Merak böyle bir şeydi işte. Kediyi öldürürdü belki, ama çocukları ve yazarları ihya ederdi.

                                                                                  Amsterdam - Şubat - 2010