DÜŞ ÖKSESİ
Ayak tabanlarımın kumsala teması, hemen önümde
suya doğru kaçışan şu minik yengeç kadar asılsız. Bulutsuz gökyüzü, yeşilin
mavinin karışımı kıpırtısız deniz yüzeyi, asabi bebek viyaklamalı martılar, tam
tepeden ufka varan yayın yarısında duran güneş de dahil hepsi zihnimin ürünü. Az
ilerimde duran şu garip kayalık nedeniyle.
Kumsal boyunca mevcut olan yegane kayalık bir
eşik. Çocukluğumdan beri sayısız defalar yolunu çiğnedim. Denizin içinden tatlı
bir eğimle çıkan ve sonra tam kumsala vardığında dikleşerek üç metre boya varan
ve sonra beyaz kumlara doğru benzer bir eğimle alçalarak adeta solucan gibi
altına dalan dana karaciğeri rengindeki bir yükselti.
Bu parlak yüzeyli kayalığı ilginç yapan en
baskın özelliği içindeki bir buçuk metre enindeki yürüme alanıydı. Ayaklarım
ıslak kumlara basarak yürürken iki yanımda dimdik yükselen kahverengi taş kütleyi
hissetmek sarsıcı bir deneyimdi. Daha da ilginci bu sekiz metrelik koridorda benim
gibi yürüyüşe çıkmış diğer kıyı sakinleriyle karşılaşmamdı. Beş altı kişiden az
olmazdı. Herkes yüzünde ciddi bir ifadeyle, birbirine değmemeye çalışarak,
selamlaşmadan, hatta göz kontağı da kurmadan geçer giderdi. Çocukluğumda buna
tanık olduğumda kendimi yetişkin olarak görürdüm. Kayalık geçitten geçenlerin
tamamı kadın ya da erkek yaşlarını fazla belli etmeyen yetişkin kimseler
olurdu.
Geçide gelene kadar kumsalda göz alabildiğine
kimseyi görmezdim. Kumluk alan daima boş olurdu. Deniz de teknesiz, yelkensiz
ve dalgasız. Diğer yanına hiçbir zaman geçmemiştim.Görünmeyen bir sürü kumsalın
kesişme noktası gibiydi bu kayalık geçit. İnterdüşsel merkez ya da rüya viadükü
diyeceğim geliyor. Kayalığın içinde attığım son adım beni çoğunlukla bir başka
rüyanın mekânına bağlardı. Bu geçitten en son ne zaman geçtiğimi unutmuştum. En
az on yıl demekteydi içimden bir ses.
Taş geçide girdiğimde her zamankinin aksine bir
kalabalıkla karşılaşmadım. Bu ilk kez oluyordu. Merakson motorum iyice tur
arttırmış durumda yürüdüm ve geçidi tamamlayıp diğer tarafa çıktım. Birkaç
metre ötemde beyaz pantolonlu, hasır şapkalı bir adam durmaktaydı. Otuz
yaşlarındaydı. Belden yukarısı ve ayakları çıplaktı. Pantolonunun paçalarını kıvırmıştı.
“Tam vaktinde geldiniz.”
“Siz de öyle.”
Çocukluktan beri bu tür kimselerle karşılaştığım
için fazladan heyecanlı değildim. Bunlar ister bilinç altımızın ürünü, isterse
başka gerçekliklere ait girişimler olsun asla kötücül değillerdi. Çocukken
anlattığımda rahmetli anneannem iyi
saatte olsunlar şeklinde yorumlardı. Paralel evrenler, kuantum fiziği gibi
kavramların ışığında saatler zamanımızda iyice başkalaşmıştı haliyle.
“Beni taş geçidin diğer ucuna çektiniz.”
Diyerek hızla konuya girdim. Her an bu gerçeklikten teyellerim sökülebilirdi. Muhatabımın
ağzından laf kopartmak istiyordum. Artık on iki yaşında bir çocuk değildim.
Ağzım bir karış açık aval aval bakınma lüksüm yoktu.
“Çok iyi gördünüz. Şöyle yürüyelim mi biraz?”
Benim boyumda, buğday tenli sırım yapılı bir
adamdı. Adımlarımız birbirine eş yürümeye başladık.
“Sizi dinliyorum.” Dedim.
“Ömrünüz boyunca içinde birden fazla
seyrettiğiniz rüyalarınızı tasnif edip durdunuz. Bunlardan öykü kalıpladınız.
Romanlarınızın sayfalarına kelebek tozu olarak yapıştırdınız. Dahası, bazı
duyarlı okurlarınız bunları aynen görebildiler. Görsel miras da bıraktınız sayfalarda
yani.”
Ben süslü anlatıma kurban edilmeyen bazı
betimlemelerin yazarın zihnindeki görüntüleri aynen, bir film gibi
nakledebildiğini biliyorum. Benle ilişki kurmuş onlarca okurum sayesinde artık
bundan yüzde yüz emindim.
“Rüyalar sadece bilinçaltının, beynin günlük
deneyimleri işleyip yorumlamasından ibaret değildir.”
“Sadede gelin lütfen.” Dedim.
“Haklısınız. Dünyanızdan değilim.
Galaksimizin bu taraflarını epeyce gezmiş tozmuş biri gibi düşünün beni. Şu
andaki suretim uyarlanmış halimdir. İntibak sorunu yaratmamak için takdir
edersiniz.”
Korkup altınıza doldurmamanız yerine intibak
sorunu demesi komiğime gitmişti.
“Sonra?”
“Alpha Centauri’denim. Biz sizden farklı bir şekilde evrildik ve şu anda
teknolojik olarak yıldızlar arası yolculuk yapabilecek durumdayız. Ben… Nasıl
söylesem, sizin serbest girişimci dediğiniz türden bir mesleğe sahibim. Buraya
kadar ne diyorsunuz?”
Alpha Centauri 4,3 ışık yılı mesafede bizimki
büyüklüğünde iki güneşli bir gezegenler sistemiydi. Üzerine çok spekülasyon yapılmış
bir yerdi. Bütün bunlar pekâlâ zihnimin düş makamındaki bir ürünü olabilirdi.
“Gelecek vaadediyor öykünüz.”
“Siz konuştukça burada boşuna bulunmadığımı
anlayarak seviniyorum. Devam edeyim. Benim girişimciliğim nedeniyle bu
taraflara yolum sıkça düşer. Bazı kalıntıları araştırıyorum. Bunların içinde
çok ilginç malzemeler bulunuyor. Dünya yılı cinsinden söylersek 1200 yıl kadar
önce bir sistem keşfettik. Bizim bulunduğumuz yeri de kapsayan çok geniş bir
alan. Galaksi boyutlarını aştığını düşünmekteyiz. Sonradan bu sistemin bir
çeşit posta ağı olduğunu bulguladık. Çok sofistike bir ağ.”
“Siz kurmadınız yani?”
“Bizi çok aşan bir yapı. Kuranlar galaksi
ölçeğinde bir hat sistemi oluşturmuş. Şifrelenmiş bir kayıt sistemi var. Şu ana
kadar çözmeyi başaramadık. Bunu kimler yaptıysa ya çekip başka yerlere
gitmişler, ya da bir şekilde tükenip bitmişler. Bizim bilimcilerimiz birinci
tezi benimsiyorlar. Arkalarında muhteşem bir ağ bırakıp gitmişler. Bu ağ
sayesinde uzay gemileri filan yapmaya gerek kalmadan yolculuk yapmayı başardık.
Siz bu düzeyden birkaç yüzyıl geridesiniz sadece. 24. yüzyılda bu ağı
keşfedeceğinizi tahmin etmekteyiz.”
Sıradan bir bilimkurgu-masal karışımı bir
şeyler dinliyor gibiydim, ama bir yanım hepsi doğru bunların demekte
direnmekteydi. Kumsalın diğer yanını ilk kez görmem üzerimde etkili olmuştu.
“Bu ağ zihin faaliyetleri gelişkin
varlıkların alanlarını taradığında onların düşüncelerini etkiliyor. En başta
rüyalarını. Bir köpeğin döllenme zamanı doğada ağaçlara işeyerek ardında
kimyasal izler bırakması gibi. Rüyalarda da izler bırakıyor. Ve biz… Ben bu
izlerle ilgilenmekteyim.”
“Yani?”
“Pul, böcek, kelebek koleksiyoncuları gibi bu
düş izlerini de biriktirenler var. Bulması zor. Yerinden çıkartılması başka bir
zorluk. Bayağı kıymetli bir meta bizim o taraflarda. Ben bu izleri toplayıp
satıyorum. Çok meşakkatli, ama getirisi muazzam.”
İçimde ilk kez bütün duyduklarımın harfi
harfine doğru olmasa bile, gerçeği dile getirdiği duygusu oluşmuştu. “Benden
bir şey isteyeceksiniz galiba?” dedim.
“Evet. Çok yerinde tahmin ettiniz.”
“Nedir?”
“Karşılığında size bu cinsten bir kıyak
yapacağım. Çok merak ettiğiniz bir şeyi vereceğim.”
Heyecanlanmıştım. “Önce söyleyin. Mesele
nedir?” dedim.
“Bu sistemi kuranların şifrelerini
çözemediğimiz gibi, başka şeyleri de öngöremedik. Posta hattında tuzaklar
varmış. Telgrafın tellerine konan kuşlar için. Ökse gibi. Çok berbat bir durum.
Eskiden kalma bir önlem. Ev sahipleri çekmiş gitmiş. Evin kapısı aralık
duruyor, ama geçerken alarm çalıyor. Bunun gibi bir şey. Sizden ricam beni
ökseden kurtarmanız. Neden ben diye düşünüyorsunuz. Sizin gibi düşleri
yardımıyla bu hatlarda kısa menzilli de olsa gezinen cinsten biri yapabilir
bunu. Formatı uygun 1028 kişi var şu anda dünyanızda yaşayan. Ben sizi seçtim.
Size güveniyorum. Karşılığında ben de istediğiniz servisi vereceğim.”
Neymiş o servis diyeceğim sırada kendimi
kırlık bir alanda buldum. Seyrek şekilde bodur ağaçlar bulunan bir yerdi. Yanımda
dört kişi vardı. On ile on iki arası çocuklardı benim gibi. İki kız, iki oğlan.
Onları sadece bu rüyadan tanımaktaydım. Mahalleden ya da okuldan arkadaşım
falan değillerdi. Minik bir tepecikten tahtası iyice koyu kahverengi odunlardan
yapılmış bir kulubeye bakmaktaydık. Kapısı sımsıkı örtülü penceresiz bir
yapıydı. Tanımıştım haliyle. Çocukluğumda
belki yüz kere kendimi orada bulmuş, ama tepecikten inip kulübeye
yaklaşamamıştım. Oysa çocukları oraya getiren ben olmalıydım. Çünkü elimde
kendi çizdiğim bir harita vardı. Bir şey rüyayı o aşamada kopartıyor. Asla yokuşu
inerek kulubeye yaklaşamıyorduk. Oraya varmak için tırmandığımız yarlar,
çamurlara saplanmamız, defalarca yolumuzu kaybetmemiz ve bulmamız boşa
gidiyordu. Alfavarlık gerçekti. Bu rüyamı en büyük sırdaşım karım dahil hiç
kimseye anlatmamıştım.
“Tamam kabul.” Dedim. “Ne yapacağımı
söyleyin.”
“İş basit, ama sorun o değil. Nasıl desem. Kısmen
de olsa beni görmek zorunda kalacaksınız. Yoksa neremin yapıştığını asla
bulamazsınız.”
Alfavarlık haliyle insan benzeri bir yapıya
sahip değildi. Aklıma ilk olarak Alien
filmindeki yaratık geldi.Tüylerim diken diken olmuştu. Bir örümcekten,
yılandan, böceklerden ölesiye korkan insanları düşündüm. Hepsi de dünyevi
varlıklardı oysa. Korku midemdeki bir arı kovanı gibiydi şimdi. Vazgeçmek
isteyen yanım yeterince güçlü değildi yine de. Ganimet yağmacısı dostum sinir
sistemime müdahale etmekteydi sanırım.
“Ne… Ne zaman başlayacağız?”
“Hemen şimdi. Eğer isterseniz tabii. Sakinleşin
lütfen. Aşırı korkarsanız başarılı olamazsınız. Sonuçta hepimiz tanıdığımız
bildiğimiz atomlardan yapılmayız. Siz karbon bazlısınız, biz kükürt. Bir
romanınızda elektrona protona büründüm,
atom diye göründüm yazmıştınız. Bunu hatırlayın. Yapacak mısınız?”
“Evet.”
Sesim çok uzaklardan yankılanır gibi
duyulmaktaydı. İşlem başlamıştı bile.
“Mor ışıltı olan noktalara müdahale
edeceksiniz. İki adet. Göreceksiniz şişeden tirbuşonla mantar çekip çıkarmak
gibi kolay olacak.”
Ayaklarımı bastığım kumsal parçası hızla bir
başka yapı tarafından kapsanıverdi. Güneş dışarıda kalmıştı. Bir yazar olarak
lacivert, kirli sarı ve nefti yeşilin tonlarında oluşan dış zarfı tanımlamak
için yeterli sıfata sahip değildim. Organik bir makine dairesindeydim sanki. Bu
izahat çok zayıf. Stadyum büyüklüğünde bir hamam böceğinin içinde gibi
hissetmekteydim kendimi. Ayaklarım rüyadaki gibi çıplaktı ve organik zemin
tarafından çeşitli muamelelere tabii tutulmaktaydı. Yapışma, gıdıklanma,
çeşitli noktalardan mini sülüklerin emmesi gibi duyumlar alıyordum. Duyduğum
kokuyu betimlemem mümkün değildi. Koku keskinden çok nüfuz ediciydi. Midem
bulantı sonatı çalmaktaydı. Öğürmeye başladım ve ne varsa çıkardım. Karnım
boştu neyse ki. Çok fazla uzun sürmedi. Öğürtüler bitince ilk adımımı attım.
Ayağım sandığım gibi yapışmamıştı. İkinci adımı da atabildim. Her taraftan bir
uzantı bedenime değiyordu. Bunlar canlıydı. Derimden etkileniyor gibiydiler.
Bazıları hemen geri çekiliyor. Bazıları da hiç tepki vermiyordu. İçeride
kaynağı belirsiz ışık da vardı. Üzerinde adım attığım hareketli, titreyen,
uzayan, kısalan, eklemlenip, sökülen, geri çekilen; hem biraz kaygan, hem de
ağdalı olan zeminde adım atmaya devam ettim. Tavandan sarkan, sağdan soldan
üzerime gelip çekilen sayısız çatallı dal gibi şeyler arasında yürüdüm.
Gördüğüm şeyleri dünyamdan tanıdığım nesnelere
pek az benzettiğimi kavradım birden. Daire şeklinde bir uzay gemisi görsem bunu
seyrettiğim filmlerdekilere benzetebilirdim. Gördüğüm şeyler beynimin kısmen
araladığı bir çözünürlük alanına sızanlardan ibaretti. Diğer duyularımla
hissettiklerim de öyleydi. Beynimin çağrışım fonksiyonu çok kifayetsiz
çalışmaktaydı.
Birden ilk hedefimi saptadım. Mor parıltı iki
metre ötemdeydi. Yanına vardım Eğilip baktım. İki farklı dalın kaynak noktası gibiydi.
Hangi tarafın ökse zemini, hangisinin ganimetçi olduğunu hiçbir şekilde
kestiremiyordum. Alt ya da üst konumda olmak çok göreceli bir durumdu. Mor
parıltıya dokunmamaya çalışarak iki dal parçasını kavradım. Benim kuvvetim bunu
sökmeğe nasıl yeter diye düşünürken mor parıltı azaldı ve sönüverdi. Bu arada
güçten de kesilmeye başladığımı hissetmekteydim. Kaslarım seğirmeye başlamıştı.
Kesik kesik nefes alarak etrafıma bakındım. İkinci mor ışıltıyı görünce çok
sevindim. İşi bitirmek üzereydim. Sonra oraya gidebilmek için nefti yeşilin
hakim olduğu kıvamlı bir sıvı birikintisini geçmem gerektiğini anladım. Derinliği
ne kadar acaba derken kendimi sıvının içinde buldum. Bütün vücudumun
karıncalanması korkunç bir duyguydu. Ağzımı açıp bu iğrenç sıvıyı yutmamak için
aşırı gayret göstermekteydim. Ayağım tekrar sert bir şeye değdiğinde gözlerimi
yumduğumu farkettim. Karşı kıyıya çıkmıştım bile çoktan.
İkinci morluğun işini halledip bir an önce bu
yabancı cehennemden çıkmak için eğildim ve morluğu söndürdüm. Bu arada
harcadığım eforiden başım dönmeye başlamıştı. Şimdi burada bayılırsam halim ne
olur diye düşünürken kendimi tekrar kumsalda buldum. Alfavarlık görünürlerde
yoktu. Dönüp geriye baktım. Kayalık alan öylesine durmaktaydı. Aramızdaki on metrelik
sahil şeritinde sadece benim ayak izlerim vardı.
Ani bir dürtüyle geriye doğru yürüdüm. O
korkunç şey arkamdan gelecekmiş duygusuyla kayalık alana girdim. Yine her
zamankinin aksine karşıdan kimse gelmedi. Diğer uç bu defa başka bir yere
açılmaktaydı. İşimi başarmıştım ve düş ganimetçisi sözünü tutmuştu.
İkisi kız, ikisi oğlan ekibim beni
bekliyordu. Sol elimle bir kağıt tutmaktaydım. Saman yapraklı bir defterden
kopartılmış kağıtta bir harita çiziliydi. X işaretiyle belirtilen yer tatlı bir
eğimle alçalan tepeciğin hemen bitimindeydi. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım.
Güneş tam tepeyi azıcık geçmişti. Etrafın bitki örtüsünden o tanıdık Akdeniz
kentinin dış semtlerine yakın olduğumuz belliydi. Çocukların ve benim
ayakkabılarımızdan, kıyafetimizden altmış başlarında olduğumuzu hemen
anlayabiliyordum. O eski rüyaya ait bütün belirtiler doğruydu.
Aceleci adımlarla yamacı inip kulübenin önüne
geldik. Üç metre yüksekliğinde, beş metre eninde, ham tahtadan yapılmış kaba
bir yapıydı. Çatısı bazıları ısı farkı nedeniyle kırılmış olan kiremitlerle
kaplıydı. Kiremitlerin rengi güneş ışınları nedeniyle solmuştu. Az önce zor
şartlar altında yaptığım şeylerin ayrıntılı bilgisi önplandan çekilmişti.
Uzaktaki tekinsiz bir soğukluk olarak algılamaktaydım. Kulubeyi bu kadar yakından
görmenin heyecanını yaşamaktaydım.
Kimse davranmayınca grup lideri olarak yapmam
gerekli olan şeyi yaptım ve kilitsiz ve
kulpsuz olan kapıyı iktirdim. Kapının tahtasına parmaklarım değdiğinde
Borges’in El libro de arena, Kum kitabı adlı kitabındaki Başka Şeyler Daha Var adlı öyküsünü hatırladım. Bu yazarın Howard
P. Lovecraft’a ithaf ettiği bir öyküydü. Arjantin taşrasında Casa Colorada adlı
bir evin yeni sahibinin bizon başlı, insan vücutlu bir yaratıkla karşılaşmasını
konu ediyordu. Bu kapının ardında olan neyse böyle müthiş bir şey değildi
belki, ama alâlâde de olamazdı asla. Kapıyı olanca gücümle ittirdim. İyice
abandım. Bana mısın bile demedi. Bunu beklemeliydim. Hemen arkamda duran
arkadaşlarıma döndüm.
“Ne yapıcaz?”
“Bekleyelim burda. Belki biri gelir açar.”
Bunun diyen saçlarını atkuyruğu yapmış ve iki
beyaz kurdela takmış kumral bir kızdı. Küçük kızım bu kızların yaşındaydı iki
yıl önce. Çocukları yetişkin gözüyle görmek, ama karşılarında çocuk şeklinde
durmak garip bir duyguydu. Deminden beri aklımda olan şeyi sonunda lafa döktüm.
“Beni nereden tanıyorsunuz?”
Çocuklar birbirlerine baktılar. Olumsuz
anlamda başlarını salladılar.
“Birbirinizi tanıyor musunuz peki?”
Dördü de birbirine yabancıydı. Anladığım kadarıyla
siyah saçlı oğlan hariç hiçbiri bu şehirde oturmuyordu. Bu hesapça karma bir
takımdık. Harita benim elimdeydi, ama tanımadığım bir grubu buraya nasıl
sürüklerdim? Demek birbirimizin rüyasında misafir sanatçıydık. Rüya füzyonu
diye bir şey vardı o halde. Rüyalar arası geçişkenliğin mümkün olabileceğinin açık
seçik bir kanıtıydı.
“Ben burada beklicem biraz. Siz isterseniz
gidebilirsiniz.”
Çocuklar aralarında bakıştılar ve hızla karar
verdiler. Kumral kız sözcüydü. “Biz de kalıcaz. Biraz.” Dedi.
Biraz sözcüğünün üzerine özellikle basması diğerlerini
tebessüm ettirmişti. İçimi çekerek papatya bezeli tepeciğe baktım. Arkasında
bir iki kilometre kadar ileride, evim, hayatım ve şu anda çoğu ölmüş olan
sevdiklerim vardı. 1963 ya da 1964 yılındaydık. Kendimi çocuk halimde görmek
için neler vermezdim.
Bunları düşünürken bir başka sahneye aktarıldım.
Geçiş bayağı yavaş olmuştu. Çıplak ayağım sahile bastığında hâlâ arkadaşlarımı
görebilmekteydim. Sonra iyice seyrelip gözden yitip gittiler. On metre ileride
duran kayalığa baktım. Deniz solumda olduğuna göre başlangıç noktasındaydım
yine.
Geriye dönersem içinde seyrettiğim düşten
kopacak ve yatağımda uyanacaktım. Devam edersem olaylar devam edecekti. Tereddütümü
hızla yendim ve kayalığın içinden geçtim. O hasır şapkalı Alfavarlık ilk
gördüğüm yerde beni bekliyordu.
“Geldiniz.” Dedi beni görünce. Yüzü
memnuniyetle aydınlanmıştı.
“Birden fazlasınız. Ökseye yakalanan.”
“Çok iyi tahmin ettiniz.”
“Hazırım.” Dedim.
Alfavarlık gülümsedi. “İlki kadar zor
olmayacak.”
“Küçük arkadaşlarıma söz verdim. O kulübe
kapısının arkasında ne varsa birlikte göreceğiz. Merakımızın kurbanıyız.”
“Sizi bekleyecekler orada.” Dedi.
“Onlar kaç sefer yaptılar buraya?”
Ansızın o lanet olası dev böcekimsi makinenin
içine girdiğim için Alfavarlığın verdiği cevabı duyamadım. Merak böyle bir
şeydi işte. Kediyi öldürürdü belki, ama çocukları ve yazarları ihya ederdi.
Amsterdam - Şubat - 2010