28 Şubat 2018 Çarşamba

28 Şubat Darbesi ve Post Modern Hain Çöplüğü






Üniformalı ve sivil hainler, işbirlikçi medya, BÇG, FETÖ, yani kısaca NATÖ taifesi 28 Şubat Post Modern Darbesi’ni organize etti.

Buna ek olarak bu güruha dahil olan bazı profesörlerin Abdülhamid’in Kütüphanesi’ndeki nadir eserleri çöpe attığını okudum. Bir kısmı kurtarılmış neyse ki.

Bu rezil rüsva zatların tümünü şimdi tarihin Post Modern Hain Çöplüğü’nde ağırlıyoruz.






4 Şubat 2018 Pazar

Entelektüellerin James Bond'u



Harry Palmer - Entelektüellerin James Bond’u


Bir gün elime The Ipcress File  adlı bir kitap geçti. 1962’de basılmıştı. Yazarı Len Deighton adlı biriydi. Gülten Suveren’in çevirisiydi.  1965 yılında Sydney J. Furie yönetmenliğinde filme çekildi. Michael Caine Harry Palmer rolüyle bütün dünya tarafından tanındı. Türkiye’de kitap Ani Tehlike başlığıyla basılmıştı. Film de aynı adla vizyona girdi. Romanda kahramanın bir adı yoktu. Birinci tekil şahıs yazıldığı ve zaman zaman sahte pasaport kullandığı için kitaplarda başkahramanın adı geçmiyordu. Film uyarlamasında ona Harry Palmer adı verilmişti.

Harry Palmer silah taşımayan, yumruk kullanmayan, yemek pişirmeyi seven, mali sıkıntı içinde yüzen bir İngiliz gizli servis ajanıydı. Kitapta bilginleri kaçırıp beyinlerini yıkayan bir şebeke anlatılmaktaydı. Harry Palmer, soğuk nane, android prototipi Holmes, Victorian koket Miss Marple, kendi gri hücrelerine kara sevdalı Poirot, yumruğuna tükürmüş Mike Hammer, kaslı ve aşırı testosteron yüklü Shell Scott benzeri hafiyeler ve o sıralarda Üçüncü Dünya diye adlandırılan yerleri çok aşağı gören, ahalisinden adeta nefret eden, rijit, seksist, acımasız ve sımsıkı bir soğuk savaş sembolü (şimdilerde artığı) olan James Bond’dan çok farklıydı. Okurları biliyor, kitaplardaki Bond karakteri filmlerde bize gösterilenlerden çok farklıdır. Anglosakson cazibe Sean Connery(kendine biçtiği sıfattır),  esprilektüel yakışıklı Roger Moore ve diğerleri arasında kitaptaki tipolojiye şu ana kadar en çok benzeyeni en sonuncu Bond olan Daniel Craig’tir.

Daha altmışlı yılların başında, dünya Küba kriziyle sarsılırken Harry Palmer üstlerinin iradesi dışında Sovyet albayı Stok’la ortak menfaat alanlarında işbirliği yapabiliyordu. Harika bir mizah yeteneği, özeleştiri ve ince alay yüklü diyaloglar, ilerici politik görüşlerin yumaklandığı çözümlemeler, vuruşmasız ve dövüşsüz yaratılan gerilim sanatıyla bezeli metinleri okumak  bana yepyeni bir bakış açısı kazandırmıştı.

Harry Palmer dizisinde yer alan ikinci kitap 1966’da gene Başak yayınları tarafından Canavar Dişi başlığıyla basılan  Horse Under Water (Orijinal baskı1963)’dı.  Harry Palmer Portekiz’de batık bir denizaltıda bulunan ünlü Weiss listesini, Avrupa’da Nazilerle işbirliği yapmaya hazır kimselerin listesini bulmaya yollanır ve çok daha karmaşık bir oyunun içine gömülür. Onu Berlin’deki Cenaze- Funeral in Berlin (1964), Milyarlık Beyin - A Billion Dolar Brain (1966),  Casus Hikâyesi -  Spy Story (1974), Dünkü Casus - Yesterday Spy (1975) Güneş Yayınları tarafından 1990 yılında basıldı.  Pırıl Pırıl Küçük Casus - Twinkle Twinkle Little Spy (1976) gibi polisiye-casusluk türünün klasiği denebilecek kitaplar izledi. İkinci Dünya Savaşı ve sonrasının politik ve ideolojik satranç oyunlarını derin araştırmalarıyla geniş bir yelpazeden okurlarına sunan yazarın Pırıl Pırıl Küçük Casus’u bildiğim kadarıyla Türkiye’de basılmadı.

Harry Palmer dizisinden The Ipcress File, Funural in Berlin ve A Billion Dollar Brain filme çekildi ve genç aktör Michael Caine’in parlamasında çok ciddi bir rolü oldu. O yılların süper bir dedektif-casus  filmi olarak damgalandı. Harry Palmer bir ara James Bond kadar ünlüydü.

1995 yılında, The Ipcress File’dan tam otuz yıl sonra artık Sir ünvanlı olan Michael Caine, St. Petersburg Gecesi - Midnight in St. Petersburg  ve Bu Kurşun Pekin’e - Bullet to Beijing kitaplarından uyarlanan filmlerle iki kez daha Harry Palmer rolüne çıktı. Aradan zaman geçmiş, Berlin duvarı yıkılmıştı. İlgi Orta Doğu’ya ve Pasifik’e yönelmişti. Piyasaya yeni hasım olarak Müslümanların sürümü yapılıyordu. Avrupa dergileri ve  gazetelerinin bazıları bu filmler için Entelektüellerin James Bond’u başlığını kullandı, ama esas revaçta olan diğer Bond’tu.




Sherlock Holmes Notları


Edgar Allan Poe’nun büyük hayranı olan, onun ünlü dedektifi Auguste Dupin’den etkilenmiş
Olan Sir Arthur Ignatius Conan Doyle’un ünlü kahramanı Sherlock Holmes üzerine yazmaya başlarken aklıma üşüşen fikirlerin bir kısmını ard arda sıralıyorum.

Sherlok Holmes’i 8-10 yaşından beri tanıyorum. Türkçeye çevrilmiş ve o sıralarda tek tek öyküler halinde saman yapraklı kitapçıklar şeklinde basılmış bütün öykü ve romanlarını okudum. Bazılarını defalarca. Aradan elli yıl geçti. Bir daha elime almadım. Tıpkı kırk yıldır Agatha Christie okumamam gibi. Bu yazıyı yazmaya başlarken kafamda imajlar karışık. Çünkü daha sonraki yıllarda en az üç Sherlock Holmes filmi gördüm. Dizisi de vardı. İzlemedim. Ben çocuklukta , ilk gençliğimde gördüğüm ilginç rüyaların çoğunu hâlâ hatırlayabilen biriyim. Elli yıl önceki okumalarımdan kalan imajları de biraz seçebiliyorum. Uzun boylu Holmes’in dimdik durması, elinde hem baston hem de müdafa silahı gibi kullandığı sopası, pelerini, piposu, şapkasının tepesindeki düğme ve keman çalarkenki dalgın pozu. Ama kapağa konmuş olan o korkunç kırmızı gözlü köpek en baskın bellek görselim. Asla mümkün değil unutamam. Tüylerine gece parlasın diye fosfor sürülmüş olan Baskerville’nin köpeğinden söz ediyorum. Köpekleri çok seven biri olmama rağmen o sıralardaki kâbus senaryolarıma katkıda bulunmuş bir figürdür.

Daha on altı yaşındayken evde kimya laboratuvarım vardı. Lisede kimya şakalarım ve roketlerimle ünlüydüm. Bu nedenle A Study in Scarlet romanında üniversitede kimya öğrencisi olduğunu anladığım Holmes’e ayrı bir sempatim vardır. Onun dedüktif, tümdengelim tarzı düşünce kapasitesini bir şekilde hissediyordum. Sonraki yıllarda Ege Üniversitesi’nde Kimya Mühendisliği öğrencisiyken laboratuvarda hocamız bir tüpün içinde bize renksiz bir sıvı verir ve içinde ne olduğu bulmamızı isterdi. Holmes’in yaptığı da aynen buydu aslında. Bir dizi olay bir arada vuku bulur ve Holmes bunların aslında görünenin ve sanılanın aksine ne olduğunu keşfederdi.

1976 yılında Amsterdam’da Leidseplein Theater sinemasında Seven Procent Solution adlı bir film afişi görmüştüm. Resimden Sherlock Holmes’le ilgili olduğu belliydi. Bu filmi birkaç yıl sonra yine sinemada izledim. İyi yapmışım. Konuşulanları İngilizce dinleyip Hollandaca altyazı okuyarak zorlukla anlayabildim. Anlamaktan diyaloglardaki söz oyunlarını, imaları, esprileri kastediyorum. Yine yıllar sonra videosunu kiralayıp, bu kez dura kalka, geriye sarıp tekrar izlediğimde filmi hâlâ anlamaya devam ettiğimi gördüm J Holmes Viyana’ya Freud’u ziyarete gidiyordu. Konulardan biri ünlü dedektifin kokain kullanmasıydı. Bu arada iki iddialı zekâ usul usul çatışıyordu. Holmes bu ortamda bile bir meseyi çözüme kavuşturma ferasetini gösteriyordu. Alan Arkin Freud rolünde müthişti. Robert Duval, Watson rolündeydi. Holmes’ı de Nicol Williamson canlandırıyordu.

Watson anlatmasa Holmes diye birini tanımazdık. Onsuz Sherlock Holmes varolamazdı hatta. Watson bana nedense biraz Luka, Matta, Markos, Yuhannavari biri gibi görünür.

Stephen King’in Doktor Vakası – The Doctor Case adlı öyküsünde Watson grift bir sırrı çözerek alışılageldik imajının dışına çıkar. Ustanın Watson’a kıyağıdır. Filme de çekilmiştir.

Doyle’un birinci hikâyesi olan A Study in Scarlet’te Watson’un gözünden Holmes’i tanırken bazı ayrıntıları yeniden hatırlamak çok eğlenceli. Bir mantık adamı, güçlü, gözlemci ve tümdengelimci düşünce tarzına sahip olan Holmes’in Kopernik’in on altıncı yüzyılda kanıtladığı güneş merkezli sistem teorisinden bihaber olduğuna Watson çok şaşar. Watson sonradan dedektifimiz hakkında bir çeşit karne düzenler. Bu karneye bir göz atalım:
Literatür: Üstünkörü.
Filozofi: Sıfır.
Astronomi: Sıfır.
Politika: Hafif.
Botanik: Güzel avrat otu, afyon ve zehirli maddeler dışında hiçe yakın.
Jeoloji:Sınırlı bir ilgi.
Kimya: Derin bilgi.
Anatomi: Biraz, ama sistematik değil.
Müzik: Keman çalıyor.
Dövüş sanatı: Boks ve sopa kullanımı.
Hukuk: İngiliz kanunları üzerine pratik bilgi mevcut.

Borges’in de Sherlock Holmes başlıklı bir çalışması vardır. ‘O bir kadından doğmamıştı. Soyu sopu da yoktu. Raslantılardan oluşmuştu’ şeklinde başlar. ‘Ne aşkı ne de öpüşmeyi bilir. Baker sokağında tek başına oturur. Hiç arkadaşı yoktur.’ şeklinde devam eder. Okumanızı hassasiyetle öneririm.

Aklımıza şu anda gelen en temel izmler on dokuzuncu yüzyılda İngiltere’den çıktı. İngiltere dedüktif akıl yürütmeyle Doğuyu kolonileştirdi. Ruhsuz, yarı robot gibi salt akıldan muzdarip, kokainman, kadın düşmanı olan Sherlock Holmes bu izmleri ve kolonyalizmi yaratan aklın ürünüdür. Unutulmasın Watson, Holmes’le yeni tanıştığı sırada Afganistan’daki savaştan dönmüştü. Bu idol bir imparatorluk mamuludur. İngiliz aklının alameti farikasıdır. Bu akıl endüstri devrimini de başlattığı için hikâyelerde kimyanın başat rol oynaması çok normaldir.

Paul Feyerabend Batının dünya hakimiyetini Reklam ve Silaha borçludur der.  Holmes Reklamdır. Üstün aklın kredisiyle hâlâ canlılığını koruyor. James Bond ise reklam + silahtır.

Osmanlıca-İngilizce Redhouse basıldığı sıralarda Bond ve Holmeslerin bize has benzerleri, fıtratları farklı olan muadilleri vardı. A Study in Scarlet 1887’de basıldı. O yıllarda İstanbul’da zekice işlenen cinayetleri çözebilmek için yine dedüktif akıl yürütmeye gereksinim duyuluyordu. Sonradan ülke olarak içeri kapanınca imparatorluk aklından mahrum kaldık. Altmışlarda Avrupa’ya işçi göçü ile başlayan açılma küreselleşmenin de etkisiyle bugün bütün hızıyla sürüyor.


                                                                                                                                            Balçova – Aralık 2017
David Lynch’in
Kariyerinin 1 Dakikalık Özeti

 
The Return - Hayal Âlemlerinin İkiz Tepesi
David Lynch’in yönetmenliğini ve Mark Frost’la birlikte senaristliğini yaptığı Twin Peaks serisi 1990-91 yıllarında gösterime girdi, dünya çapında bir başarıya imza attı ve kültleşti. İki sezon ve toplam 30 bölüm olan dizinin konusu kısaca şöyleydi:  Seksen sonlarında Kuzey Batı ABD’deki küçük bir kasaba olan Twin Peaks’te Laura Palmer adlı bir genç kızın kıyıda naylona sarılmış vaziyette cesedi bulunur. Lynch’in ünlü filmleri Çöl Gezegeni – Dune (1984) ve 1986 yapımı Mavi Kadife – Blue Velvet’ten tanıdığımız aktör Kyle MacLachlan, Dale Cooper adlı çiçeği burnunda genç bir FBI ajanı rolünde kasabaya gelir. Araştırmalar sürdükçe sessiz ve sakin görünümlü kasabada saman altından çok su yürütüldüğü anlaşılır. Dizide kızın katili bulunur. Diğer suçlular da derdest edilir, ama kötülüğün özü, iki tepeden kara zirveli olanı işbaşında kalmaya devam ediyordur.

Bir çeşit araf ya da rüyalar arası trafikte bir orta nokta olan kırmızı perdeli oda, burada cüce ve dev metaforu, cücenin dansı, kütüklü kadın,  saf şerif sekreteri Lucy gibi iyilerin ve tabii ki kötü karakterlerin de cirit attığı ilk iki sezonda Laura Palmer’ın kaybının kasabayı niye bu kadar sarstığını anlamakta güçlük çeker izleyici. Bu belirsizliği özellikle hedeflemiş olan yönetmen 1992’de Ateş Benimle Yürü - Fire Walk with Me adlı bir sinema filmi çekerek Twin Peaks’te Laura Palmer’ın cinayet öncesi günlerini gösterdi. Böylelikle kızın sadece bir insan değil,  ortak bir arzu nesnesi, kasaba insanının düşünce ufkunda güçlü bir imaj büklümü ve adeta günlük hayat motorunu çalıştıran uçucu bir yakıt olduğunu anladık. İlk iki sezonu izlemeye  üşenenlerin The Return’e başlamadan önce en azından Fire Walk with Me’yi izlemelerini tavsiye ediyorum. Bu film şimdilerde bir başyapıt olarak nitelendiriliyor.

Külte Devam
Aradan 25 yıl geçtikten sonra David Lynch Return – Dönüş başlıklı 18 bölümlük bir üçüncü sezon çekti. Eski ana karakterlerden hemen hepsi dizide rol almış durumda. Yeniler de var haliyle.  Yönetmen bize ilk iki bölümde New York’daki bir gökdelendeki teknik tertibatı, diğer âlemlere, kesif kötülüğün kol gezdiği dehlizlere açılan  laboratuvarı gösterdi. Ajan Cooper’ın ikizi olan astığı astık kestiği kestik Kötü Cooper’ı tanıdık. 25 yıl kırmızı perdeli odada beklemiş ve artık dünyaya dönme zamanı gelmiş olan İyi Cooper’ı bir kara parçasına sahip değilmiş gibi duran karanlık denize ve yine üzerine basacak toprak parçası bulunmayan uzaya baktırdı. Çıkış buralardan değildi. İnsanın ya da bedenlenmiş bilincin mi demeli rüya ortamı dışında yeri yurdu, nefes alacak atmosferi yoktu. Dizide hayat denen şeyin birbirlerine eklemlenmiş rüyalar zincirinden ibaretliği sıkça vurgulanır ve ara sıra da ‘Rüyayı gören kim acaba?’ şeklinde bir soruyla gizem gölüne maya çalınır.  

1 Dakikalık Özet
Lynch ve Frost bizi dizi boyunca bin bir hissiyat çemberinden geçirtir. Öyküde efsane şeklinde anlatılan arka plan hikâye vardır. Mavi Gül dosyası. Bu bizzat FBI şefi Cole rolündeki David Lynch’in ağzından anlatılır. Zamanında FBI paranormal-dünya dışı denebilecek bir meseleyi araştırmıştır. Sonuç muğlaktır. Ajan Philip Jeffries, müteveffa David Bowie’nin zamanında  canlandırdığı karakter kayıptır. Bir başka boyuttadır. Devasa bir çaydanlık şeklindedir ve  ağzından buharlar salmaktadır. Zamanda geriye kayış yapabilecek hatları kontrol edebilen bir çaydanlığa mı dönüşmüştür, yoksa o boyutta gözümüze böyle mi görünüyor sorusu izleyiciyi hiç yormaz. İkiz Tepeler yönetmeninin böyle bir soyut kredisi mevcuttur.

Kötülüğün makul bir nedeni olduğunu, iyi polislerin sıkı bir araştırmayla kötüleri bulup onları altederek düzeni sürdürebileceğini hayal etmek insanı rahatlatır mı? Buna hayır diyen çıkar mı? Sanmıyorum. En gerçekçi takılanımız bile ara sıra zihnini tatile çıkarmayı arzular. Fantezi günlük realiteden kaçmamıza yardımcı olur. Twin Peaks dizisi bize bunu yapabilmemiz için el verir. 48 bölüm boyunca süren gerçeklikten kaçış kürüne gireriz.

Dizide çocuk ölümleri ve buna verilen tepki zaman zaman hissiyatımızı altüst eder. Bazen de büyümüş bir çocuğun Wally Brando’nun,  Marlon Brando’nun 1953’te çektiği The Wild Ones filmindeki gibi bir motor, kasket ve deri ceketle yıllar sonra şehre gelip annesi Lucy’yi, babası Andy’yi görmesini ve onun bunca zamandır boş duran odasını çalışma odası yapmalarına izin verdiğini söylemesi bizi tuhaflığın, içburukluğunun en üst katlarına buyur eder.

Kayıp Otoban’ı görmüş olanlar karanlıkta boş yollarda araba sürme sahnelerinin mesajını çok derinden alırlar. Dizide Seks de bayağı netameli bir iştir. İkinci bölümde NewYork’taki laboratuvarda sevişen iki genç başka bir boyuttan gelen yaratık tarafından parçalanarak öldürülür. Cooper ve eski sevgilisi Diana da bir motelde bu işe koyulduklarında başka bir dünyaya savrulur.

Electricity! Sık sık yinelenen bir sözcüktür. Elektrik kablolardan geçerek başka boyutlara, hayatlara erişmek mümkündür. Âlem elektronların koşuşturmasından ibarettir. Her şey elektrik vasıtasıyla oluyor bitiyordur. Bu onlarca defa sahnelerde ve bizzat sözü edilerek bize hatırlatılır. Bize sürekli olarak elektriği taşıyan kablolar ve trafolar gösterilir. İşte rüyaların fırıl fırıl etkin olduğu yer burasıdır dercesine.

Dizide mutlu son sahneleri de mevcuttur. Ed ve Norma örneğin yıllar sonra birbirlerine kavuşur.  Kyle MacLachlan’ın canlandırdığı Las Vegas’ta yaşayan aile babası sigortacı Dougie de ailesiyle birleşir. Ama ilk 30 bölümün en unutulmaz kızı olan Audry Horne için The Return’de acı bir final mevcuttur. Bu nedenle 16. bölümde dizinin popüler Bang Bang barında Lynchian müzik eşliğinde icra ettiği dans bir bar kavgası tarafından inkitaya uğrar. Kadın kocasını esas çehresiyle görür, bir anlık bilinç sıçramasıyla rüyadan sıyrılır ve o anda aslında tımarhanede bir tecrit odasında olduğunu anlar.

Son sezonun 4. Bölümünde yüzü bize çok tanıdık gelen bir kadın ajan vardır. David Duchovny. İkinci sezonda kadın kılığında gezen DEA ajanı Dennis Bryson, aslında Denise demek lazım tabii, rolünde gördüğümüz genç aktörü hatırlarız. O sıralarda The X Files dizisindeki Fox Mulder rolüyle dünyaca ünlü olmasına sadece birkaç yılcık kalmıştı. 

Finale yakın Twin Peaks şerif bürosunda sağ eli yeşil eldivenli Freddie Sykes şeytan BOB’u alt etmeyi başarır. BOB malum 25 yıl önce Laura Palmer’ın babasının içine girerek kızını öldürmesine ve bizim The Return ile birlikte toplam 48 bölümlük Twin peaks dizisini izlememize neden olmuştur. Aşırı negatif bir erktir. Atom bombasının kullanılmaya başlamasından sonra daha da büyük bir güç kazanmıştır. Işıklı bir kafa olan kötülük usaresi BOB sonunda mağmanın derinliklerindeki malikanesine döner de rahat bir nefes alırız.  İyi Freddie’yi görünce elleri metal tırnaklı kötü Freddy’i, A Nightmare on Elm Street filmlerindeki Kötü Freddy Krueger’i hatırlamadan edemeyiz.

Bu arada birinci bölümde hâlâ cep telefonunun nasıl çalıştığını anlamakta zorluk çektiğini gördüğümüz Lucy son bölümde Kötü Cooper şerifi vurmak üzereyken elinde tabancası müdahale ederek onu elimine eder ve ‘Şimdi cep telefonunun ne olduğunu anladım.’ der. Dizinin en anlamlı, en komik ve en hiper uçuk cümlesi bence budur.

Lynch’in kariyerinde rolü olan kütüklü kadın Margaret (Catherine Coulson) rol icabı olarak ve gerçek hayatta da biraz sonrasında ölür. Son bölümlere yakın Margaret rolünde şerif yardımcısı Hawk ile icra ettiği diyalog dizinin ana çizgisini bir kez daha vurgular.
   “Ölümü bilirsin. O bir değişim, son değil. Şimdi zamanı. Bırakıp gitmenin korkusu var biraz. Kütüğüm altına dönüşüyor. Rüzgâr mırıldanıyor. Ben ölüyorum. İyi geceler Hawk.”
  “İyi geceler Margaret.”

Dizi bitiminde ölen bir aktör daha vardır. Harry Dean Stanton. Alien, Repo Man, Fire Walk with Me’den tanıdığımız meşhur aktör, The Return’deki rolünün bitiminden kısa bir süre sonra 91 yaşında ölür.  Dizi aynı zamanda Lynch’in filmlerinde ve hayatında rol olan ölülerin anısını da barındırmakta, onlara son kez beyaz perdede görünme fırsatını vermektedir.

Yeşil yüzük, baykuşlu mağara gibi sembolik bir nesnedir. Öteki âlemlere geçiş izni gibidir. Bununla beden ve zihin transportu da yapılabiliniyordur. Eldiven de yeşildi malum. Bir diğer maddi sembol de vantilatördür. Kedinin sinirle kuyruğunu sallaması gibi vantilatörün dönmesi çığrından çıkan istek, öfke, arzuyu simgeliyor.

Büyük dinleri okyanusa dökülen nehirler gibi gördüğünü söyleyen Lynch dizide Arm adı verilen üst düzey zekâyı temsil eden yapraksız ağaç gövdeli beyni bize defalarca gösterir. Gücünü topraktan alan bu zeki yapı zamanla evrimleşmiş doğal bir güçtür. Şamanist bakış çağrıştıran bu üstün akıl çok hikâyeli rüya senaryosu, grift kader örgüsü belirleyicisi olarak takdim edilir.

Finale yakın David Lynch, Laura Dern (Diana) ve Kayle MacLachlan maziye ait koridorda beraber yürürler. Vefakâr bir Lynch izleyicisi ‘Vay canına.’ demeden duramaz. Nostaljik, muzafferane ve elveda mesajlı bir sahnedir. Cooper 25 yıl önce kaldığı oteldeki 315 nolu odanın anahtarıyla yine o zamandaki odanın (çünkü bu arada elektronik kart uygulamasına geçilmiştir) kapısını aralar. Kapıda iki eski sevgili Diana ve Cooper birbirlerine elveda diyecektir. Cooper ‘Biz bir rüyanın içinde yaşıyoruz. Umarım sizleri tekrar görürüm.’ der ve kapıyı açar. ‘Beni takip etmeyin.’ diye tembihleyerek gider. Blue Velvet filmini hatırlamamak mümkün değildir. Cooper’ın 31 yıl önce sevgilisi rolünü oynadığı kadınla hâlâ başka isim ve karakterle de olsa sevgili rolüne devam etmesi ve dahası bütün bu filmleri çeken yönetmenle beraber olmaları izleyicide fazladan hissiyat depreştirir.
Ve… Ve en önemlisi saat hâlâ 2.52’dir. Âlemler arası geçişlerde saatler daima 2.52 ile 2.53 arasındadır. Bütün dizi, bunca vaka ve adeta eylem içinde günleri geceleri barındıran bir dakikalık bir zaman dilimi içersinde olup bitmektedir.  Gel de şimdi fi tarihinde Eurovizyona katıldığımız ‘Seninle bir dakika’yı hatırlama. 

The Return, çeyrek yüzyıl önce gösterilmiş olan diziyi ve Lynch filmlerini tanıyanlar için sürrealist yönetmenin kariyerinin bir özetidir dense hiç, ama hiç abartma olmaz.


Dönüş
Öykünün ana çarkı ölümünden 25 yıl sonra yine Laura Palmer ile dönüyordur. Çaydanlık Jeffries, Cooper’a yardım eder ve Laura’nın ikizini bulması için yolunu Texas Odesa’ya açar. Cooper orada Carrie Page adıyla bambaşka bir hayat yaşayan Laura’yı sonunda bulur. Kadının evine gider. Salondaki divanda alnından vurulmuş bir adam oturmuş vaziyette duruyordur. Kadın belki de bir diğer hayatta kötücül babayı simgeleyen kocasını vurmuştur. Carrie bu nedenle çaresizdir ve onunla birlikte gitmeye razı olur. Ceset üzerine tek bir kelime etmeden binlerce kilometre yol alırlar. Odesus’un on yıl süren mitolojik yolculuğunu hatırlamamak mümkün değildir. Arabanın tekerlekleri karanlık yollarda dönerken imkânsızı hissederiz, ama yine de umut mumumuz küçük ve titrek bir alevle yanmaya devam eder. Carrie ve Cooper Twin Peaks kasabasına gelince doğruca Laura’nın eskiden ailesiyle oturduğu eve gider. Cooper’ın amacı kaderin akışını bozmaktır, ama onları bir sürpriz bekliyordur. Kapıyı açan kimse ne Laura’yı ne de ailesini tanımaktadır. Cooper şaşırır ve ‘Hangi yıldayız?’ diye sorar. Ardından üç sezon boyunca defalarca işittiğimiz çığlığı bu defa Carrie’nin ağzından duyarız. Evin ışıkları söner. Renkler solar ve film siyah beyazlaşır. 25yıl önce genç Laura’nın genç Cooper’ın kulağına fısıldadığı sözleri hatırlarız. Geri dönüş mümkün değildir. Eski Twin Peaks mazi olmuştur. Dahası, The Return bunun tescili için çekilmiştir. 

                                                                                                                       Kasım 2017                                                                                 

                                                       -----------------------