19 Ekim 2016 Çarşamba

Yapay Gelecek

Yapay Gelecek

Bir filmin esinlendirdiği tekinsizlik – Yapay zekâ insanlığın sonu mu?

2030’da 1000 dolarlık bilgisayar 1000 insanın belleğine eşit olacak. 2050’deyse yine 1000 dolara dünyadaki tüm insanların toplam beyin gücünden daha fazlası satın alınabilecekmiş.

Arama motorları bize insanların sadece ne düşündüğünü değil, daha önemlisi nasıl düşündüğünü de anlatıyor. Yapay zekâ yapımcılarına çok değerli malzeme sunuyor.

‘Günün birinde yapay zekâlar bize tıpkı bizim Afrika’daki fosil iskeletlere baktığımız gibi bakacak emin ol. Neslimizin tükenmesine tamamen hazırız.’

Hazırlananlar bizim çocuklarımız. Japonca Hikikomori adı verilen bir hastalık var. Sosyal çekilme. Ergenler odalarında münzevi bir şekilde yaşıyorlar.

The Yapay Zekâ’nın gelişi zaman vadisinde bir taş atımı mesafededir.

Yapay zekâ filmleri çok ilgi çekiyor. Beğeniyle izleniyor. Dünya dışı zekâ –Uzaylı filmleri de öyle. Önümüzdeki 20-30 yılda mavi gezegenimize başka bir yıldız sisteminden yeni ziyaretçilerin gelmesi ihtimali pek azdır, ama yapay zekâ şu anda bile hayatımızın tam orta yerine yerleşmiş bulunuyor. Akıllı telefonlar, bilgisayar programları, karmaşık sistemleri otomatik olarak idare eden yazılımlar her yerde her an kullanımda.

Yapay zekâ bir gün kendi zihin kapasitesini insanla denkleştirecek midir? İnsana has algılama, öğrenme, çoğul kavramları bağdaştırma, düşünme, fikir yürütme, sorun çözme, iletişim kurma, analiz-sentez yapma, çıkarımsamada bulunma ve karar vermeyi başarabilecek mi?

Bunu başarırsa yapay sözü biraz suni kalmayacak mı?


Filmlerdeki Yapay Cazibe
Başlıca yapay zekâ filmlerine hızlı bir göz atalım. 2001 Bir Uzay Destanı – 2001 Space Odyssey filminde HAL 9000 adlı bilgisayar kontroldan çıkar. Devre dışı kalmak yani ölmek istemiyordur. Yakınlarda 5’incisi gösterime giren Terminatör filmlerinde nükleer silahların kontrolunu ele geçirip bunları patlatarak insanları yok eden akıllı aparatlar konu edilmektedir.
Bıçak Sırtı – Blade Runner filminde androidlerin köleliğe ve sınırlı hayat süresine isyanları konu edilir. Ben Robot – I Robot’ta bir çeşit hizmetli gibi kullanılan robotların güvenilirliğinin yüzde yüz olmadığı konu edilir. Matrix filminin konusu da en genelde yapay zekâ ve insan zekâsı arasındaki mücadeledir. Yapay Zekâ – Artificial İntelligence filminde bir android çocukta uyanan anne sevgisi ve kıskançlık konu edilir. Robot çocuk David inanılmaz derecede insanileşmiştir. 2013 yapımı Aşk – Her filminde yapay zekânın bir bedeni yoktur. Yalnızlık ve yaratıcılık sıkıntısı çeken, depresyondan muzdarip yazar Thedore bir gün varlığı sesten ibaret olan yapay zekâ Samantha ile tanışır. Samantha zamanla yazarı bambaşka bir gerçeklikle tanıştırır. Thedore’un hayatı olumlu anlamda değişecek ve hiç görmediği bedensiz Samantha’ya aşık olacaktır. 2014’te bir adım öteye gidilerek Ex Machina adlı film yapıldı. Şimdi bu film üzerinden yakın geleceğimize ve yapay zekânın rolüne bakmaya çalışacağım.


Ava ve Caleb
Ex Machina filminde 24 yaşında olan Caleb, dev bir teknoloji şirketinde yazılım uzmanı olarak çalışmaktadır. Şirketin gizemli CEO’su Nathan ise hem şirketten hem de insanlardan uzakta özel bir kır evinde yaşamaktadır. Caleb düzenlenen bir yarışmada Nathan’ın evinde bir haftalık tatil kazanır. Kendisini çok ilginç bir deney beklemektedir.

Nathan, Caleb’ten kendi imalatı olan genç kadın bedenli yüzü hariç her yerinden robot olduğu belli olan Ava’ya Turing testi yapmasını ister. Ava bu testi geçip insan gibi düşünebildiğini ispatlayabilecek midir?  

Filmi izlerken kullanılan isimleri araştırmak keyiflidir. Küçük anlam pencerecikleri açar. Kızı imal eden dahi bilim insanı ve mülti milyarder Nathan’dı. Adı tanrının hediyesi anlamına geliyordu. Caleb, korkusuz, yürekten, samimi demekti. Ava da Havva’dır.

Caleb ve Ava başbaşa seanslara başlarlar. Genç adam kadının zekâsının şaşar kalır. Hiçbir tuzaklı soru Ava’da gayri insanı bir karşılık bulmaz. İnsani bilgi ve davranış zaafı da mevcut değildir. Caleb’in şaşkınlığı giderek yerini takdire bırakır. Ava’nın çizdiği bir resimden çok etkilenir. Aralarında şöyle bir konuşma geçer.
  Caleb, “Dışarı çıksan nereye giderdin?
  Ava, “Emin değilim. Çok fazla seçenek var. Belki bir şehrin kalabalık bir yerine, bir trafik   kavşağına giderim. İnsanları izlemek için. Birlikte gidebiliriz
  Caleb, “Anlaştık.”

Seanslar ilerledikçe teni insan teni gibi olmamasına rağmen Ava’nın kadınsal cazibesi de etkin olmaya başlar. Ava kendine kısa siyah bir peruka seçer. Takar ve çok hayati bir soruyu dile getirir.
  “Beni çekici buluyor musun? Mikro ifadelerden öyle bulduğunu düşünüyorum.”
Caleb bunun inkâra kalkışmaz. Ardından Caleb’i kadını izlediği sahneyi görürüz. Ava izlendiğini biliyordur ve bu onu mutlu ediyordur. Bir erkeğin onun sohbetini beğenmesi ve kendisine cinsel arzu duyması varkalabilmesi açısından çok önemlidir.
Bu seanslar sırasında bazen elektrikler kesilir. Bu sıralarda Nathan’ın onları izleme ve dinleme imkânı sınırlanır. Bu kısa zaman sürelerinde Caleb ve Ava gerçek anlamda baş başa kalırlar.


Nathan’ın Sezgisi
Bu arada Caleb ve Nathan arasında çok açıklayıcı diyaloglar icra edilir. Nathan elektrik kesintilerine Ava’nın neden olduğunu biliyor gibidir. Bunu engellemeye kalkmıyordur. Bunu hissederiz. Nathan’ın ağzından filmin en hayati cümleleri birbiri ardından dökülür.    

Nathan amacını ortaya döker. “Arama motorları bize insanların sadece ne düşündüğünü değil, daha önemlisi nasıl düşündüğünü de anlatıyor. Yapay zekâ yapımcılarına çok değerli malzeme sunuyor. “
  Caleb, “Ona niye cinsellik verdin?
  Nathan, “Gerçek olmalıydı. Vajinası var. Uygun yaklaşılırsa zevk alabilir.”
  Caleb, “Ava’yı niçin yaptın?”
  Nathan – Güçlü bir yapay zekânın ortaya çıkışı kaçınılmazdı. Bunu bir devrim olarak görüyorum. Gerçek devrim bir sonraki model olacak.
  Caleb, “Eski model ne olacak?”
  Nathan, “Aklını diske indiririm. Verileri boşaltırım. Format atarım. Vücut kalır. Bellek gider.”
  Ve bunun ardından Nathan bence yapay zekâ meselemizin bam teline dokunur.
“Günün birinde yapay zekâlar bize tıpkı bizim Afrika’daki fosil iskeletlere baktığımız gibi bakacak emin ol. Neslimizin tükenmesine tamamen hazırız.”
  Yakın gelecekteki muhtemel felaketi tahmin ediyor gibidir. Tevekkül çağrıştıran şu sözleri de eder ardından.
“İnsanın daha önce yaptığı iyilikler onu korur. Her şey olduğu şeydir.”

Son Seans
Seanslar ilerler. Ava artık elbiseli olarak katılmaktadır oturumlara. Diz çökerek uzun uzun konuşurlar. Bu arada yer altında evde Kyoko adlı genç bir Japon kız vardır. Nathan’ın sevgilisidir. Onu da çeşitli vesilelerle görürüz. Caleb onu gerçek insan zanneder ve genç kadının cazibesine kapılır.

Ava son seansta Caleb’e, “Şimdi ben seni test edicem. Eğer yalan söylersen hemen anlarım.” der.
Caleb merakla testi kabullenir.
“Hatırladığın ilk anıyı anlat. Ana okulu.”
Caleb anlatır. Ava ikinci soruyu sorar.
“Hangi rengi seversin?”
“Kırmızı.”
“Yalan.”
“Sanırım kırmızı değil. Haklısın.”
“Sen iyi biri misin?”
Caleb onaylar. Ava reaksiyon vermez ve kendi için en hayati soruyu sorar.
“Testten geçmezsem bana ne olacak? Kapatılacak mıyım?”
Caleb yalan söyler. “Bilmiyorum.”
“Seni kapatan biri var mı?”
“Yok.”
“Seninle olmak istiyorum. Sen benimle olmak istiyor musun?”
Caleb buna olumlu cevap verir ve Ava’yı kurtarmak ister. Nathan’ı sarhoş eder. Nathan kurnazdır. Bu hamleyi bekliyordur. Sarhoş olmaz. Esas meseleyi konuşurlar.
Nathan, “Ava seni kaçış yolu olarak görüyor.” Der.
Caleb işe uyanmıştır. “Gerçek test neydi?” der. “Beni arama motoru bilgilerine göre seçtin. Yarışma kazanma falan maval. Ailesi olmayan, ahlaki değerleri olan, kız arkadaşı olmayan birini arıyordun. Ava’yı benim profilime göre mi tasarladın?”
Nathan inkâr etmez. “Arama motoru her işe yarıyor değil mi? Beni sarhoş edip anahtar kartımı çalacaktın. Güvenlik protokolleri yeniden planlayacaktın.” diyerek niyetini bildiğini belli eder.  

Ava’nın çıkışı
İkilinin çatışması kaçınılmazdır. Sürekli idman yapan güçlü kuvvetli biri olan Nathan Caleb’i bir yumrukla  bayıltır. Dambel demiriyle Ava’nın bir kolunu kopartır. Ama geyşa onu sırtından bıçaklar. Nathan elindeki demir çubukla geyşanın kafasını uçurur. Ava bıçağı alıp Nathan’ı kalbinden bıçaklar. Ve Nathan ölür.
Ava, Nathan’ın gizli dolaplarda muhafaza ettiği android kadınlardan birinin insan tenine çok benzer yapay tenini ödünç alır. Aynanın önünde kendini izler. Bir insandan farkı yoktur. Giyinir. Bu arada Caleb ayılır. İçerdeki alarm sistemi uyarlandığı için ara kapılar otomatik olarak kapanmış ve kilitlenmiştir. Caleb kırılmaz camdan yapılma bir kapının ardında duruyordur. Burası bir ara Ava’nın kapalı tutulduğu korumalı bölmedir. Buradan kendi başına çıkabilmesi mümkün değildir.  
Ava gelir. “Benle gelecek misin?”
Caleb bir an tereddüt eder ve sonra içeride hapis kapalı kalmamak için ‘evet’ der. Ava onun yalan söylediğini anlar ve genç adamı kendi kafesinde kapalı bırakarak çeker gider. Dış dünyaya izole olan bu yerde Caleb’in esaretinin ölümcül sonuca varması kaçınılmazdır.
Ava toprağa gömülü özel binadan çıkar. ilk kez tabiatı görür. Kırlarda yürür. Ve Caleb’i almak için gelen helikopterle çeker gider. Ava’nın makineliği bitmiştir. Makinelikten sıyrılmıştır. İçimizden biridir artık.


Yapay Aşk
Bu filmin bizlere iki ana mesajı var. Bunlardan birincisi;insanın, insandışı bir zekâya insanmış gibi davranması. Sevmesi, bağlanması ve giderek aşık olması. Aşk – Her filminde Thedore’un varlığı sesten ibaret olan yapay zekâ Samantha’ya aşık olması buna örnektir. gibi. Ex Machina filmi bize bir sonraki aşamayı gösterir. Nathan mahsus Ava’yı insana çok benzer hale getirmemiştir. Kadının mekanik yapısı her dakika gözümüze batar. Caleb’in buna rağmen kıza kapılacağını öngörmüş ve bunda haklı çıkmıştır.

Ava’nın Caleb’i içeride hapis bırakmasının nedeni de bu durum yüzündendir. Caleb toplumdan o kadar izole yaşıyordu ki, Nathan’ın yerin altında kurduğu android kadınlar hareminde bir ilah gibi yaşamayı isteyen yanı çok güçlüydü. Onun da bir yazılımcı olduğu unutulmasın. Son anda nadim olur, ama son pişmanlık fayda vermez.  

Caleb’de gördüğümüz toplumdan izolelik, aşırılık, nadir raslanan bir hal, marjinallik gibi algılanmasın. Şu anda bu durumların hazırlığı yapılıyor. Hazırlananlar bizim çocuklarımız. Japonca Hikikomori adı verilen bir hastalık var. Sosyal çekilme. Ergenler odalarında münzevi bir şekilde yaşıyorlar. Kendilerini internet kanalıyla kurdukları dünyadan ibaret gibi görüyor ve temel ihtiyaçlar dışında odalarından çıkmıyorlar. Anne baba çocukların hizmet veren kölesi oluyor. Bunlara modern çağın keşişleri de deniyor. Bu ergenler birer Thedore ve Caleb adayı. Bunlar insandışı yapay zekalarla her türlü bağı kurabilecek bir kuşak olacak.

Yapay Kıyamet
Nathan yarattığı yapay zekânın er ya da geç bir gün dışarı çıkacağını biliyordu. Hatta bunun insanlığın sonunu getireceğini de belki. Yapay kıyameti kaçınılmaz bir son gibi gördüğünü de yüzünden okuduk filmde. Bunların olacağını hissediyordu.  

Ex machina bugünlerin filmi. Dünyanın en ünlü arama motoru kayıtları sayesinde insanların nasıl düşündüğünü biliniyor. Bu deneyimi bir yapay zekâya nakletmek için şu anda harıl harıl çalışmaktalar. The Yapay Zekâ’nın gelişi zaman vadisinde bir taş atımı mesafededir. Dönüşsüz ve yıkıma yönelik yapay zekâ devrimi bugünlere çok yakın olmalı.


Biterayak kafa karıştırıcı sorular
Bir fikrim olmasına rağmen cevapları bulmayı size devrettiğim birkaç soru işareti havada asılı duruyor. İki android - genç kadın yapımcısını öldürüyor. Biri imal edildiği yerden dışarı çıkmayı başarıyor. Çıktığı yer iyi ve kötünün birlikte barındığı bir sosyal ortam. Caleb olmadan Ava dışarı çıkmayı en azından bu kadar çabuk başaramazdı. Bu durumda meseleye özellikle kadim bilgilerin ışığında bakarsak, Kyoko’ya, Caleb’e, Ava’ya ve Nathan’a hangi isim-sıfatları uygun göreceğiz?

                                                                       NOT:Bu yazı Paylaşım Dergisinde yayımlanmıştır. 

                                                                                                                              Balçova - 2015


Balonlu Vadi



BALONLU VADİ

Sabahın ilk ışıkları modernitenin en ihtişamlı göğünü aydınlatırken Balonlu Vadi bir anda ayaklarımın altında beliriverdi. Bu muhteşem yapıyı böylesine yakından görmek her zamanki gibi yüreğimde bir sıkıntı yarattı. Boşayaşanmışlık ve geridönüşsüzlük duygularım depreşti.

Balonlu Vadi, sıradan bir dağın denize doğru ilerlerken çatallanan ve giderek alçalarak yok olan kısmına verilen isim. Dünyaca çok ünlü bir yer. Yedi yüz metre boyunda en derin yeri iki yüz elli dört metre olan vadinin birbirine bakan iki yüzünde bin beş yüz kadar heykel var. Üç metre yüksekliğindeki bu yüzlerin kesin sayısı belirsiz. Çünkü bazıları görünürde nedensiz kendi kendine yıkılıyor, ufalanıyor ve sonra zaman içinde yeniden yapılanıyor. Bunlar bin iki yüzün altına inmiyor, bin sekiz yüzü de geçmiyor. Bu nedenle toplam sayıları ortalama bir rakamla telaffuz ediliyor.

Başımın üstünde sayısı asla kesin bilinmeyen bir balon göğü bulunuyor. Genellikle pastel renkli, ağır başlı gri olan balonların çeşitliliği başdöndürücü. Zeplinler, meteoroloji balonları
turistik balonlar, tırtıl boğumlu balonlar, kalpli balonlar, tavşan balonlar, nazar boncuklu balonlar, sedefli metalik balonlar... Küme küme, hevenk hevenk, öbek öbek balonlar… Happy Balloons, Gamlı Balonlar ve Depresif balonlar. Cesametleri de çok farklı. Neredeyse bir futbol sahası büyüklüğünde olanları, kruvazör gibi salınanları var. En küçükleri de bir çöp konteynırı kadar. Küçükler alçakta, büyükler daha yüksekte salınıyor. Yükseklik otuz metreyle altı yüz metre arasında değişiyor.  

İnsanoğlu mağaradan çıktığından beri boş gökyüzü görmemiştir. Mağaradayken gölgelerini gördüğü şeylere model duran balonları hemen bağrına basmıştır. ‘Bu balonları görüyorum o halde varım.’ ‘Var olduğum için bu balonları görebiliyorum.’ Birbirini tamamlayan iki çıkarsama gibi algılanırken, bir üçüncüyle; ‘Balonlar olmasa olmazdık’ fikriyle çelişkili bulunmuyor.

Bulunduğum noktadan aşağıya vadinin en derin kısmına inen merdivenler var. Oradan alışık adımlarla en aşağıya indim. İki yanımda taş yüzler denize doğru uzanıyor. Tam tepemde Hümanizm, Demokrasi, Yeni Dünya Düzeni ve Evrensel hukuk balonları duruyor. Gri metalik boyalı zeplin formundalar. Yarım kilometre yukarıdan bile heybetli görünümleri var. Evrensel Hukuk’un hemen yanında Batı tezgâhından çıkma Ilımlı İslam balonu duruyor. Hilal biçimi verilmeye çalışılmış, ama zamanla deforme olduğu için balığa benzetilmeye çalışılmış bir krouvasanı andırıyor. Bu balonlar sürekli bakım altında olmasına rağmen görünüşleri bayağı perişan. Formları bozulmuş, yamalarla yüzeyleri çiçek bozuğu gibi olmuş durumda. Her taraflarından ipler, teller, kablolar sarkıyor.

Metafiziksiz evrensellik balonu en hacimli olanı. Elipsoid formunda. Yaşı tartışmalı, ama 150 diyenler baskın. 1009 kez yamanmış. Yaptığı helyum masrafı müthiş. Bu balon Yeni Dünya Düzeni için çok önemli. Masraftan kaçınmıyorlar. 

Bazı münafıkların İngiliz tarikatı dedikleri Kemalizm balonu darbeci ruh ve vesayet gaz kestikçe çok hırpalandı, ama iç ve dış bakımcılar harıl harıl tamiratla meşguller. Köln’deki Dom Kilisesi gibi her an bir yeri patlıyor, sökülüyor. Üç vardiya tamirci ekibi hazır bekletiliyor bu nedenle. Bu eski Türkiye anlayışının en gözde balonu hâlâ havada. Sayısız yama, dikiş, gaz yenileme, yapıştırma işleminden geçti. Çıplak gözle dahi görülebiliyor. K, E ve L harfleri iyice silinmiş altında İ,S ve T biraz dikkatli bakınca seçilebiliyor. Yine de bu manzaradan huşu duyanların sayısı azımsanmayacak miktarda kalmaya devam ediyor. Bu hummalı algı yönetimi çalışması diğer balonlara da yapılıyor.

Her ülkenin balonlu vadisi var. Türkiye göğünün dünyadaki en renkli ve çeşidi bol balon göğü şeklinde bir namı var. Türkiye dünyada rakipsiz bir numara. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte bazı balonlar devralınmış ve yanına yenileri eklenmişti. Bu eklemedeki şehvet, gayret, fütursuzluk, cehalet ve teseffüh etmişlik bunu öğrenenlerde hâlâ şok yaratmaya devam ediyor. Trajik başarı diyenler çoğunlukta. Küresel ölçekte aydınlar arasında ittifakla kabul ediliyor. Toplum mühendisliğinin, oryantalistleştirilmişliğin şaikası deniyor. Müesses Dünya Düzeni’nin diğer göklerdeki payları da az buz değildir, ama Türkiye anlam göğü baş  eserleridir. En haşmetli balon müzesi diğer yandan. Sanal bir müze. E- Turistik cazibesi büyük.  Ünlü bir tarihçinin ‘Churchill’in en büyük mirası Türkiye göğünün bu monadik zihinle kurulmuş muhteşemliğidir’ demesi kibrin yanısıra bence adil bir beyandır. 

İçerde bu konulara değinenlere yakın zamana kadar zorba yaptırımlar uygulanırdı. Bunun yanısıra küçümseme, alay etme, görmezden gelme, yok sayma cinsinden yıldırtıcı teknikler uygulanıyordu. Zaman değişti. Şu anda balonlu vadinin kurucu ve yaşatıcı aydınları haricindeki entelejansiya asıl gerçeği görüyor, yılmıyor, karşı çıkıyor, bunu küresel bir model şeklinde sunmak için çabalıyor.



Dikili Prestij Taşı
Bu vadinin yapılmasında emeği geçenler için dikilmiş bir taş var. Vadinin denize yaklaşıp bittiği yere dikilmiş. İstanbul’daki Dikili Taş benzeri, ama dört katı büyüğü. Üzerinde hiçbir işleme, sembol ya da motif yok. Göğün zengin ve yüklü görünümü nedeniyle bu gereksiz. Dikili taşın anlamı göğün kendisi. Taş sadece orayı işaret eden bir parmak gibi.

Bazılarının istihza ve küçümsemeyle Çıfıt Ufku Dikeltisi dediği bu dikili taşa Gurur Taşı, Dikili Prestij Taşı deniyor. Bu sonuncusunu hakkaniyetli buluyorum. Modernitenin zafer anıtıdır. Böyle bir sonucu alabilmek için üstün bir akıl, inanç, inat, plan, para ve gayret gerekiyordu. Bunca zamandır balonların helyumunu kimin temin ettiğini araştırmak bile tek başına öğretici, zihin açıcı etki yapabilir.

Eski Ahit dünya üzerinde tümüyle yok olsa, zihinlerden de bilgisi silinse, Türkiye göğünden hareketle harfi harfine tekrar yazılabilirdi diyenler var. Bana abartma gibi geliyor, ama gerçek payını da görebiliyorum tabii. Buna karşı çıkanlar ‘böyle bir şey asla olamaz’ şeklinde bir tavır sergilemiyor, Almanya, İngiltere, Hollanda, İspanya ve Fransa göklerinin de bu yazıma pekâlâ temel ve başlangıç alınabileceğini iddia ediyorlar. ‘ABD göğü, Amerikan Dolarının hermetik bir türevidir’ şeklinde bir sözle okyanus ötesinden de şevkli bir iddia yükseliyor.

Balon Fermanı
Vadidedeki sınırlı gökyüzü erişime açık değil. Balon envanteri sıkı bir denetimde. Serbest girişime izin yok. Göğe lisanssız balon salınamıyor. Lisans işi çok netameli. Bazen minik bir balon salmak için yıllarca beklemek gerekiyor. Salınan balonların bakımı çok masraflı. Gökyüzünde balon barındırmak kolay bir iş değil açıkçası.

Lisanssız girişimler vesayetin dişleri tamken şiddetle karşılık buluyordu. Modernitenin Türkiye’ye özel olarak tahsis ettiği balonlu gökyüzü hakkında eleştiri yapmak, söylemek ve yazmak cezaya tabiydi. Hapis, para cezası, işsiz, aşsız bırakma şeklinde müeyyideleri vardı. Balon eleştirileri yazarları dokuz köyden kovuluyordu. Dokunulmazlığı olan bir alandı. Artık eskisi gibi değil. Hınçları baki, ama mazideki güçleri yok. İplikleri pazara çıktı.

Bugünlerde lisanssız, ucuz, kısa süreli balon girişimleri tonla. Bunlara kurulu düzen tarafından Taciz Balonları dense de halk arasındaki ismi Hür Balonlar. Bu yakınlarda üstad şairin ünlü şiirinden iki mısranın yazılı olduğu uçan pankart tipli bir yöntemle göğe yükseltildi.
Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;
Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkilap.
Uçan pankartlar on metreye iki metre ebatlarında vinilden yapılmış hava yastıklı bir pankart. Renkleri genelde lacivert olduğu için beyaz harfler kullanılıyor. İki küçük balon yardımıyla yükseltilen bu afişler eskiden yere iple sabitleniyordu. Bu pek pratik bir şey değildi. İp kopunca uçup gidiyordu. Şimdilerde mini motorlu balonlarla belli bir irtifada tutulabiliyor.

Bu balon için daha önce hiç denenmemiş bir yer, göreceli bakir bir koordinat hedeflenmişti. No Pasaran ile Rapor 46 Balonlar’ı arasındaki boşluk uygun bulunmuştu.  Yerden seksen metre kadar yukarıda olduğu için şiir yakınlaştırmadan okunamıyordu, ama sosyal medyada ‘falanca balonumuz yerini aldı’ şeklinde tanıtımı yapılıyordu. Bu etkili oluyordu.  Neyse bu balon tahmin edilenden çok az asılı kaldı ve uzayın derinliklerine doğru emildi gitti. Daha önceki tecrübeleri doğrulayan bir şeydi bu. Modernitenin bize tahsis ettiği alanda sadece kendi fabrike doğrularına barınma alanı var.

Buna en iyi örnek genelde Vesayet Kümülüsü denilen ceberrüt kenetlenmelere, kem hevenkleşmelere ses çıkartılmamasıdır. Üstün Akıl Işıltısı, Faiz Lobisi Gaybubeti,  Paralel Gladyo Gölgesi, Gayri Milli Medya Komedyası, Ilımlı İslam Hidayeti balonları bir araya gelip bir balon cephesi kurabiliyor. Bunlara yukarıda adını saydığım bir sürü balon da katıldığı için dev bir yapı oluşturuyorlar. 

Dejenere muhafazakârların halleri malum. Bir kısmı muvazı örgütlenmelerde, balon üfürücülüğü yaptı. Zıtları gibi lanse edilen herkesle işbirliği yaparak tektip ahlaksızlık sergiliyorlar. Bu yoldan gidenler dinlerini, ülkülerini ve gelecek vizyonlarını yitirerek bedbaht oldular. Balonları havada, taş yüzlü aydınları vadide.

Neyse ki, şartlar artık eskisi gibi değil. Alan Anomalisi denen bölgeler var. Burada göğü parsellemiş olan takımın borusu eskisi gibi ötmüyor.  Vesayet Kümülüsü ne kadar gayret ve şevkle tek parça durmaya çabalasa da ana gövdede ayrıklar, kopmalar oluyor ve arkada hilal olanca haşmetiyle ışıyor.


Balon Lotosu
Göğü dolduran balonların bir anda çöküşü şeklinde sayısız kehanet mevcuttur. Yükselen şeylerin düşebileceği fikri çok kelime türetiyor. Bu aykırılığın, hatta kavranamazlığın cazibesi müthiş. Distopik ilhamları harekete geçiriyor. Kehanetlerin yanı sıra bahislerin, buradan hareketle bir çeşit kumarın, lotonun ortaya çıkması kaçınılmazdı. Nitekim öyle oldu.

Bahisler gırla gidiyor. Sona kalacak 10 balon listesi. Armageddon balonu birçok listede en üst sırada durmaya devam ediyor. En sona kalacak balon için büyük ödül var. Düşen balon bahisleri haliyle ilegal. El altından sürüyor. İlk düşecek büyük balon tahminleri zamanla değişiyor. Konjonktürel çalkantılar listeleri etkiliyor.

Sovyetlerin yıkılmasından sonra derecelenmeler değişti. Sapır sapır yere dökülen, güç bela müzelik etiketiyle yükseltilen, az da olsa hâlâ taraftar çekebilen Maoizm, Stalinizm, Troçkizm balonları zamanında liste başıydılar. Şimdilerde Vahşi Kapitalizm, Neo-Liberalizm, Metafiziksiz Evrensellik balonları da zaman zaman liste başlarını görmeye başladı. Hümanizm, Liberal Kutuplaştırma ve Kemalizm Balonu ise ilk 10’dan hiç eksik olmuyor. 

Listelerde şaşırtıcı yenilenmeler oluyor. Yeni Dünya Düzeni balonu bugünlerde listelerde alt taraflarda da olsa yer almaya başladı. Bir ara şuralarda büstü olan bir yazardan ilhamla göğe salınmış ‘Yunanistan Kadar Bile Olamıyoruz’ balonu artık listelerde yer almıyor. Düşmüş, kalkmaz kabul ediliyor. Oysa komşu ülkenin başbakanı ziyarete geldiğinde ona teleskopla gaz tenekesi kadar küçülmüş, pörsümüş ama hâlâ havada duran balonu gösterdiler. Misafir başbakanın gözyaşlarını tutamadığı haberlere çıktı. Muhalif medya bunu başbakanın gözüne toz kaçtı şeklinde çarpıtsa da Düşen Balon Listeleri istatistik gerçekleri söylemeye devam ediyor.

Balon lotosundan para kazanmak için balonların fiziki çöküşünün gerçekleşmesi gerekmiyor. Listeleri doğru tahmin edenler paraları bölüşüyor. Örneğin geçenlerde test için 20 liralık loto oynadım, 80 lira kazandım. Listelerin medyadan ve konjonktürden etkilendiğini söylemiştim.  Düşen Balon listesindeki elli küsur başlıktan onunu işaretledim. Muasır Medeniyet Ferahlığı, İkinci Cumhuriyet, Verkurtulizm, Anarko Sol Kurtuluşu,  En Hakiki Mürşit İlimdir, Yurtta Sulh Cihanda Sulh, İlke ve İnkilap Cenneti, Hümanizm, IMF Velinimettir, Cami ile Kışla Arasında ve Asgari Müştereksizliği Ayarlama Enstitüsü balonlarını işaretlemiştim. 20 lirayla en çok 100 lira kazanılabildiği düşünülürse tahminlerimdeki isabet hiç de fena değildi.


Taş Yüzlü Enteller
Taş yüzlü suretler, eski düzenin, çürümekte olan statükonun entelleri, balonları havada tutan aslında bunların zihinsel gayretleri. Tamam, helyum yurt dışından geliyor, ama esas kaldırıcı güç bu entellerin eseri. Onlar olmasaYeni Dünya Düzeni’nin balonları gökyüzünde tutunamaz.

Bazıları hemen tanınıyor. Mesela şu hemen sağımda biraz uzansam burnuna dokunabileceğim heykel ünlü bir köşe yazarına ait. Henüz sağ. Düşen balon listelerindeki balonların az bilinen hikmetleri üzerine yazmaya devam ediyor. Sık sık ‘Sonu Menderes Gibi Olacak’ demesine rağmen okuru ve inandırıcılık gücü giderek azalıyor. Bunun bilmenin hırçınlığıyla kabalaşarak ses getirmesini umduğu sövgülere bel bağlamış durumda. ‘411 El Kaosa Kalktı.’ ‘Bölgeye duble yollarla şiddet götürülmek isteniyor’, ‘Demokrasi olmadan çözüm olmaz.’ mealli fikir üreten yazarlar da aynı durumda. Zamanın ruhundan nasipsizliğin verdiği hırçınlığı sergiliyorlar.

İşledikleri kabahat ayyuka çıkınca yurt dışına kaçan medya mensuplarından en tanınmış olanın sureti burada. Sağ yanağında sarı bir damga var. Üzerinde ‘yeri mahfuz’ yazıyor. Yani bedeni sınır dışında olsa da niyetiyle göğe katkısı sürüyor. Onun hemen yanında bu yakınlarda ispiyonajla suçlanan gazetecinin sureti duruyor. Sağ yanağında küçük bir sarı leke var. Damga değil. Damga renginde ama. Buradan bu kimsenin yakında kaçacağı sonucunu mu çıkarmalıyım, kestiremedim. Belki sadece niyetinin rengidir o leke. 

Çöken balonlar helyumla şişirilip yükseltiliyor. Buna teknik terimle ascending diyorlar. Kutsal bir yükselme addediliyor yani. İtibar kaybına karşı cansiparane çabalıyorlar. Varlık nedenleri çünkü. İşleri zor. İtibar yitimi müthiş. Öngörülenin çok üstünde.

Medya mensupları, akademisyenler, yazarlar, çizerler, sinemacılar, mizahçılar, sanatçılardan bu işe hevesli, aklı celbedilmiş olanların belli başlılarının taş suretleri bu vadide. Çoğu sağ ve belli bir popülariteye sahip. Ölenlerin suretleri namları sürdüğü sürece yerinde kalıyor. Çünkü balonları havada tutan sistemin bundan başka bir şeye ihtiyacı yok. Nefes alıp verme, yellenme ve esneme gibi ayrıntılarla ilgilenmiyor.

Bu taş suretlerin arasında gezinmenin meraklısı değilim. Nefsi terbiye edici buluyorum o kadar. Burada sadece balonları havada tutan heves yok. Zıt duygular da gani. Örneğin şu Duvara Bişey filminin yönetmeninin yüzündeki ifade kalbimi yırtıyor. Bir yanı pişman. Çok pişman hatta. Yaptığı o filmle ünlü Entegrasyon Balonu’na ne denli yükselme gücü verdiğini artık biliyor. Aldığı onca övgü ve ödüle rağmen yüzünden okuyorum. Gittiği yoldan dönecek gücü bulamamanın acziyle kıvranıyor. Bu taş yüzlere baka baka bir hassasiyet kazandım. Ruh karmaşalarını hissediyorum. Empati duyuyor ve kardeşlerim için dua ediyorum.

Entegrasyon Balonu doksanlardaki ve ikibinlerin ilk on yılındaki itibarına sahip değil. Millet uyandı. Eskiden ‘Köylüler, taşralılar gitti bizi Avrupa’da rezil etti’ diyen  OM’ların, yani Oryantalist Müptezeller’in sesi eskisi kadar duyulmuyor. Artık seksenler, doksanlarda değiliz. İşin aslı artık belli. Entegrasyon Balonu bakımsızlıktan irtifa kaybetmeye başladı. Geleneğin yerine moderniteyi ikame etme icraatı geçmişteki başarısına rağmen eskisi kadar şak şak almıyor. Onunla yan yana duran İslamofobi Balonuysa süper güçlerin gizli servislerinin kurup, kullandığı DAEŞ, El Kaide, Boko Haram cinsinden terör örgütleri ve bunların destekçileri sayesinde eski seviyesini koruyor.


Porselen Yazarlar
Beni en çok etkileyen bölüm Porselen Yazarlar. Onlar zamanında kendilerine çeşitli sıfatlar uygun görmüşlerdi. Hiçbiri tedavülde değil artık. Bunların en önde gelenleri, sadece en iyileri değil, isimleri en çok geçenleri yüz küsur sayıda taş suretle kıyıya yakın bölümde karşılıklı yer alıyorlar. Taş suretlerin yüzleri ince bir porselen tabakasıyla kaplanmış gibi pürüzsüz olduğu için bu adın verildiği söyleniyor. Muhalifler bunlar için Proje Yazarları deyimini kullanıyor. Bu da epey revaçta. 

‘Başörtüsü gericiliktir’ sözüyle ünlenmiş bir kadın yazarımızın sureti, ‘Ben rakımı Boğaz’a karşı içmek istiyorum’ diyen o malum yazarla yan yana. Bunlar ve benzerleri balonlu göğün altındaki en gayretli balon üfürücüler. Bu kimselerin bilinçleri yerindedir. Burada heykelleri olanlar ne yaptığının farkında olanlardır. Bilinçsiz kuklalara taş suret tahsis edilmez. Çünkü hesaplı kitaplı iradeyle beslenen niyet çok güçlü bir yükselticidir.

Batı’nın Türkiye’den moderniteye alternatif, oradan türeyerek aşanı da dâhil olmak üzere bir model talebi olmadı. Bunu asla istemez. Tıpatıp kendi kesilmemizi de istemez. Kadromuz varyant şeklindedir. Bundan kasıt Türkiyeli felsefecilerin, düşünürlerin, yazarların ve sinemacıların modernizme geçişlilik kazandıran, ömrünü uzatan, hayat öpücüğü veren eserler vermeleridir. Bir uşağın ara sıra efendisinin taklidini yapması kabilinden hani. Ayrıca eleştiriye hiç tahammülü yoktur. Hemen küsüp  o zatı yoğa yazar.

Yurt dışından ödül ve övgü alan yazarlarımızın eserlerine bakarsak bunu hemen görürüz. Oryantalizm parfümlü, bize has Batı gözlüğüne sahip, yerli malzemeye Batı bakışıyla geçişlenme izafe eden, New Age’e islamik-mistik posa kabilinden malzeme sunulması, mutant bir aşk, yani kiraz yerine çekirdeğinin çiğnendiği romanları görürüz. Posmodernizme mukavet edilemezliğin kabul ve ısrar metinleridir bazıları.

Mor Külah
Bu alanda en uygun eserleri verenlerin suretlerinde mor külahlar bulunuyor. Yabancı dilde türkiş turistik-mana romanı yazarının külahı en uzun olanı. Ülkesinde ecnebileşmiş, kültüre turistleşmişlere de huşu hizmeti veriyor. Kendinin en has proje olduğunu her an belli ediyor. Böylelikle en büyük Batı ödüllerini fazlasıyla hak ediyor, ama vermeyebilirler. Bu külahla yetinmek zorunda kalabilir. Çünkü sürekli olarak prestij yitimi yaşıyor. Muvazılığı, porselenleştiği her yerde söylenir oldu… Aslında bir ödül moraline ve krikosuna çok gereksinimi var, ama bakalım.  Bilinmez tabii.

Ülkesini dışarıda şikâyet etmek koşuluyla bu popüler romancılara Batı medyası ve kurumları tarafından mor külah giydiriliyor. Bu işe teşne yazarlar külahlı olmak için çabalayıp duruyor. Külah Prestiji diye bir terim bile mevcut artık. Bu konuda o kadar azıtanları var ki, ‘Külah ufkundayım, mahmurum, hiç uyanmasam yar sana’ mısraıyla başlayan şiir yazanları bile var.


Kafkaeskileşmişlik
Kafka’nın kendi sorunlarını direkt olarak dile getirmemesinden kaynaklandığı iddia edilen bir terim var. Kafkaesk, endişe ve karamsarlık anlamına kullanılıyor. Eski Türkiye’nin jakoben formatlı aydınları şu anda iyice kafkaeskleşti. Esas dertlerini dile getirme yetilerini yitirmiş gibiler. Sorunlar üzerine sorunlu metinler yazıyorlar. Karakterden helyumlaşma hali yaşıyorlar.

Balonlu Vadi’de suretleri olan entellerin bir kısmı belli alanlarda yetenekli olduğunu kanıtlamış kimseler. Kimsenin becerisini, çalışkanlığını ve sebatını görmezden gelmiyorum. Asla küçümsemiyorum. Verdikleri eserler çeşitli derecelerde kaliteye sahiptir. Bunların bir kısmı geleceğe de kalacak. Lafım bu tarafa değil anlaşıldığı gibi.


Entelhempalaşma
Ahlaken defolu olmayı, halkın yanında durmak yerine dıştan kumandalı bir elit kesime yaslanmayı eleştiriyorum. Gezi olayında ve sonrasında bu zatlar yerlerini ve renklerini açıkça belli ettiler. Ağızları basın özgürlüğü, hukuk, insan hakları, demokrasi cinsinden laflar eder, ama ciddiye alınamaz. Bunlar derece derece mahalle baskısı yanlısı, ödlek, kripto demokrat, tutkun statükocu, görünürde liberal, solcu falandırlar. Neoconların, Üstün Akıl’ın, Derin Avrupa’nın rotasından çıkamazlar.

Bazıları milli ve manevi değerlerden iyice kopmuş, Batı kültür potasında erimiş, oradaki muhtevayla hemhal olayım derken cüruflaşmış entellerdir. Pozitivist, sosyal Darwinist takılırlar. Nekrofil fikir mezarlığında gezinmeyi severler. Yaşarken mevtalaşmışları, zombilektüelleşmişleri mevcut malum. Tarih bilincinden yoksunluk çekmeyi mahalleye sadakat olarak nitelendirirler. Ülkesinden nefret eden, her fırsatta yabancı medyaya asılsız şikâyetlerde bulunan zatı muhteremdirler. Karikatür krizlerinde ifade özgürlüğü sevdalısı maskesiyle karakültürleştirme polenleri salarlar. Ülkelerinde zor hayatları varmış numarası çekerler. Gizli açık terör destekçileridir. Savcı Mehmet Kiraz cinayetine teröre terör diyemediler örneğin. Özhendek girişimleri ve şehirlerde patlayan bombalar için verdikleri tepkiler de malum. Bazıları susarak, bazıları da çirkin mesajlar yayınlayarak bu eylemlere iştirak etti. Ahlaken düşkünlüğün en alt noktasını sergilediler.

Klonladıkları gençleri suretleri dikilecek şeklinde tavlıyorlar. Hempalaştırıyorlar. Entelhempalık epey revaçta. Kültürel iktidar bunları kucaklıyor, ödül veriyor, arpalık sunuyor. Taş suretleri de bu vadiyi süslüyor.

Bir yanları arızanın, çıkmazın ve gidişatın farkında. Bunu alkol, kafa ilacı, şehvet, tüketim ve erken bunama yöntemleriyle görmezden gelmeyi pekâlâ başarıyorlar.

Dijital Yapı
Bazı ipuçlarından anladığınız gibi Balonlu Vadi dijital bir yapı. Esas dünyayla bire bir örtüşüyor. Burada görünen her şeyin dış dünyada karşılığı var. Yeni Dünya Düzeni’nin balonlarını havada tutan, yaşatanlara ait bir model temelde.


Helyumu ve ağır tamir masraflarını karşılayanlar bu modelin elden geldiğince uzun süreli olmasını istiyorlar doğal olarak. Vadide suretini sergilemek isteyen çoğu vasat yetenekli kimseleri devşirmeye devam ediyorlar. 

Vadi ziyareti muhalifler de dâhil herkese açık. Sistemin kapasitesi müthiş. Aynı anda yüz milyon izleyici birbirlerini görmeden, fark etmeden bir araya gelebiliyor. Sadece burada taş sureti olanlar gelip vadiyi ziyaret edemiyor. Bunu baştan biliyor ve yeni zamanların böylesine muteber yerinde bir yüz kalıbına sahip olduğunu bilmenin prestij, gurur ve vicdan yüküyle idare ediyorlar.

Böyle devam edecek. Bazı balonlar gökyüzünden silinecek, ama Küresel Müesses Düzen  derhal yenilerini  ikame edecek. Bu arada gökyüzündeki balonsuz alan büyüyecek, hilal ve yıldızlar yeniden görünür hale gelecek inşallah. Taş yüzlü suretlerse varkalmaya devam edecek. İnsanoğlu mağaradan çıktığından beri boş gökyüzü görmemiştir.
                                                                                                              Balçova – Mart  2016


ELA - Bir Yapı Zekâ Romanı

ELA (Erdem Yayınları) adlı yapı-zekâ temalı romanım raflarda.

Exmachina'dan bir adım öteye.

Yapay bilincin en umulmadık hali.


"Alengirli düşler" kurup "Yemni Sözlüğü" kelimeleriyle gizemli hikayeler yazan Sadık Yemni "Bir Yapı Zeka Romanı" ile karşımızda. Ela, bugüne kadar bildiğiniz "zekâ"dan başkasını, bugün ve gelecek arasında verilen büyük bir mücadeleyi anlatıyor. İnanan kalplerin iyiliği ile teknoloji ve "yapı zeka"lar bir bütün oluşturabilir mi? Peki, geleceğin savaşları bugünden yapılabilir mi? Geleceğin savaşlarını kazandığımızda tüm sorun çözülecek mi? Yapı Zeka'lar dünyasında kim neden seçiliyor? Bağımlılık yapan bir Sadık Yemni üslubu daha okurların gündeminde. Bu kitabı elinizden bırakamayacaksınız...
 "IS öfkeyle iki kolunu yanlara açınca sol kolu omuz hizasından koparak yere düştü.
 “Yok öyle bir şey. Yokkk...”
 Bunu derken önce sol kolu koptu, ardından gövdesinin üstü bel hizasından parçalanarak yere düştü. Çatırtı bir melodi gibiydi. Bunu diğer parçalanma ve dökülmeler takip etti. Yapısöküm hızlanarak devam etti. Önce iyice ufalandı. Sonra yapıbozum başladı. IS’in kendini inşa ettiği nesne nano ölçekte değişime uğramaya başladı. Kısa zamanda iyice ufalandı, çürüdü, süblimleşti ve ortadan silindi. Geriye sadece hamam böceği büyüklüğünde simsiyah bir parça kalmıştı."

12 Ekim 2016 Çarşamba

Hayat Hikâyesi

Sadık Yemni


  Sadık Yemni 1951 yılında İstanbul, Kurtuluş’ta (Tatavla), Sopalı Hüsnü (şu andaki adı Eşref Meriç) sokakta doğdu. İki buçuk yaşında ailesi İzmir’e taşındı. Böylece 1954 yılında kaldırılan tramvaylara son demlerinde binme şansını elde etti. İlkokulu Sadık Bey troleybüs durağındaki Hâkimiyeti Milliye İlkokulu’nda okudu. Öğretmeni Muzaffer Öniz bey beş yıllık süreyi ‘Sadık yıldızlar gibi bir parlıyor, bir sönüyor; ama varlığı her an hissedilir durumda’ cümlesiyle özetledi.

  Daha on yaşına gelmeden üç şeyde marifetli olduğu anlaşılmıştı ayrıca: Yaramazlık, Matematik ve Edebiyat.

  Ünlü hamamın yakınındaki Karataş Ortaokulu’nu bitirdi. O yıl devlet liselerinin belki de tarihinde tek bir kez sınavlı olacağı tutmaz mı? Neyse, Salah Birsel’in, Samim Kocagöz’ün ve Atilla İlhan’ın da okulu olan Atatürk Lisesine girmeyi başardı. Altı yıl sürecek olan olan lise yılları hem kendi, hem arkadaşları ve de okurları için unutulmaz olacaktı.

  Lisede kimyaya merak saldı. Hibeler ve düşeşlerin yardımıyla evinde bir kimya laboratuvarı kurdu. Kendisine kısa zamanda nam kazandıran roketlerinin yanı sıra kimya şakalarına da başladı. Kendi kendine tutuşan mendiller, suda yanan taşlarla falan kimya sihirbazı lakabına layık görüldü.

  Lise sıralarında bu yaşa kadar sürdüreceği birkaç işe birden bulaştı. Muntazam idman yapmak, fizik, kimya, matematik dersi vermek ve alengirli düş kurmak.

  1969 yılında 18 yaşındayken Kimya hocasının yokluğunda üç sınıfa kimya dersleri vererek okulun tarihindeki en genç öğretmen olma sıfat ve şerefine erişti.

  1972-1975 yılları arasında Alsancak’ta Kıbrıs Şehitleri Caddesi’ndeki dairesinde namı şehrin sınırlarını zorlayan olaylar yaşandı. Bütün bunlar da inşallah Emanet Apartmanı adlı bir romanla okurlara yansıtılacaktır.

  4 Kasım 1975 tarihinde Ege Üniversitesinde Kimya Mühendisliği’nde 3. sınıf öğrencisiyken kısa bir hava değişimi için Amsterdam’a gitti. Gidiş o gidiş.

  Amsterdam’da ilk olarak dayısının konfeksiyon atölyesinde çalıştı. Ağır kot kumaş toplarını sırtında üçüncü kata çıkarmak, beş yüz buruşuk yeleği bir saatte ütülemek, polis baskına geldiğinde oturumu olmayan terzilerin arka taraftan iple sarkılarak kaçabilmeleri için adamları oyalamak gibi yeni beceriler edindi.

  1977’de eskiden butik olan dükkân börekçiye çevrildi. Adı Alsancak Börekçisi’ydi.  Sabahın ilk müşterileri Türk kumarbazlardı. Bütün gece oyundan sonra böreklerini yiyip, ayranlarını içip yatmaya giderlerdi. Onlarda Türk yeraltı dünyasının özet haberlerini bulmak mümkündü. Sabah on-onbir civarında Amsterdam’ın ilk kuşak Türk restoran sahipleri düşer, palavracılık sanatından seçme eserler saatleri yaşanırdı. Adam öldürmüş kabadayılar, jigololar, daha o yıllarda kaşarlanmış işsizler, iş arayan kaçaklar, hırsızlık malı satan bitirimler, o biçimler, örtülü parlakçılar, acemi dolandırıcılar ve daha bin çeşit müşteri dükkâna arzı endam eyleyerek günü renklendirirdi.

  Yetmiş sonlarında Amsterdam hâlâ hippi devrini yaşamaktaydı. Yazarımız ünü yurt dışına taşan The Festival of the Fools gösterilerini asla kaçırmazdı. O yılların Melkweg’ini, orada iş tutan Türkleri, George (Cüneyt) Arkın’ın Kara Murat filmlerini oynatan Rex sinemasını 2013 yılının Kasım’ında yayımladığı Alsancak Börekçisi adlı anı-romanda ayrıntılarıyla anlattı.

  1978 –1981 yılları arasında Rozengracht’taki belediyeye ait spor mekânının ünlü siması oldu. Gönüllülük bazında bu yıllarda yeni başlayanlara antrenörlük yaptı. Sonra gözde bir idman yeri olan Splash’e kapılandı. Burada yıllarca yarışmalarda jürilik yaptı. Sonunda bir ara 1985’te fitnıstan bıktı ve Wushu’ya (kung fu) başladı. Beş yıl sonra yeniden fitnıs idmanlarına döndü.
  Sadık Yemni 1978 –1980 yıllarında pazarlarda döner satma, mobilya taşımacılığı, temizlik işleriyle iştigal ettikten sonra nihayet bir baltaya sap oldu. Bulduğu iş demir yollarında köprücülüktü.

  Gene o yıllarda babasının eskiden verdiği iki altın öğütü de dinlemeyerek hem memur oldu hem de evlendi.  1980 – 1989 yılları arasında demiryollarında çalıştı. Yazları bikinili kızların bolluğu nedeniyle pek keyifli bir iş olan köprücülük sonbahardan itibaren kesintisiz bir kimsesizlik pelerinine bürünmekteydi. Yemni bu kimsesizlik saatlerini okuma, yoğun düşünme ve yazmayla doldurdu.

  1984 yılında Amsterdam’da kurulan Haber Gazetesi’nde aylık makaleler yazmaya başladı.
Aynı yıl Amsterdam’da Türkçe yayın yapan MTV’de, Migranten TV- Göçmenler Televizyonu’nda çalışmaya başladı. Söyleşiler ve sanatçı portreleri yapıyordu. İki işi de gönüllü olarak icra ediyordu.

  1985 yılında Utrecht şehrinde kurulmuş olan İlke Dergisi’nde yazmaya başladı. Söyleşiler ve makaleleler, arada da öyküler yayımlıyordu. 1986 yılında Hollanda çapında yapılan belediye meclisi seçimlerine Türkler de katıldı. Çeşitli bölgelerden 14 kişi seçildi. Yemni o sırada Hollanda Devlet Demiryolları’nda çalışıyordu. Trenler bedavaydı. Bu nedenle iş ona havale edildi. Böylece belediye meclisine seçilen üyelerin 14’üyle de yaşadıkları yerlerde teke tek söyleşi yapma şansına erişti. Yıllarca Türkçe medyanın önemli bir direği olan İlke Dergisi o yıllarda kapandı.

  Bu arada iki kez Amsterdam’dan temelli kaçma girişiminde bulunmayı ihmal etmedi. Bu tebdili mekân harekatının ilki Avusturalya’ya, Sydney’ye icra edildi. Yemni bir seri serüvenin ardından gözü arkada kalarak Amsterdam’a geri döndü.

  1984’te Brezilya’nın Rio de Janeiro şehrinde karnavaldan fena halde etkilenerek sürekli kalmak için bir deneme daha yaptı. Neredeyse başarıyordu. Gene olmadı. Kıl payıyla Amsterdam kazandı.

  1985’te ilk kez baba olma saadetine erdi. Bunu 1987’de basılan ilk kitabı olan Demirden Gaga (De ijzeren snavel) izledi. Çoğu demiryolu işçilerinin hayatlarını anlatan sekiz öyküyle edebiyat arenasına çıktı.

  1987 yılında İlke Dergisi bir öykü yarışması düzenledi. Bu yarışmayla beraber Yemni (1987-2012) Hollanda’da Türkiyeli göçmenler için yapılan yapılan bütün yarışmalarda jüri üyesi ya da jüri başkanı oldu. Çeyrek yüzyılda yapılan bütün yarışmaların kara kutusudur.

  1993’te Amsterdam’ın Gülü (De Roos van Amsterdam) ve 1994’te Amsterdam’ın Şövalyeleri (De Ridders van Amsterdam) başlıklı polisiye kitapları yayımlandı. Bu kitaplar Euro-Türk’ün göçmenlik tarihindeki ilk dedektifi olan Orhan Demir’i yarattı. Bu kitaplar vesilesiyle umuma sunduğu görünür ve görünmez Türkler - zichbaar, onzichbaar Turken, kasıtlı cahillik - opzettelijke onwetendheid vb. terimleri göçmenlik tarihinde yerini almıştır.
  Hollanda Sağlık Bakanlığının inisiyatifiyle yazdığı on skeç, filme çekilip TRT-INT tarafından defalarca yayınlandı.

  Gene o yıllarda şu anda artık mevcut olmayan Opstap projesi kapsamında 4-6 yaşları arası çocuklar için öyküler yazdı. Bu öyküler Türkçe ve Hollandaca olarak yayımlandılar.
  Bunu takip eden yıllarda Yemni’nin Hollanda’da ikisi Şaban Ol, biri Nahit Güvendi tarafından sahneye konmuş Karagöz Hollanda’da, Gece Vardiyası ve Paradigma adlı üç tiyatro oyunu vardır.

  1995’te yayımlanan De Amulet (Muska) adlı kitabı göçmen Türkiyelilere bir ilki yaşattı. Bu kitap 305 kitap arasından seçilerek çok prestijli edebiyat ödülü olan AKO Edebiyat Ödülü’nün aday listesine girdi.

  Muska 1996 yılında Metis Yayınları tarafından basıldı ve Türk edebiyatında fantastik edebiyatı okura edebiyat değeri olarak kabul ettiren ilk kitap oldu. Bu türün kapılarını ciddi okura açtı. Tanınmış yazarları bu alanda eser vermeye teşvik etti.

  1996-97 yıllarında Türkiye’nin X Files’ı denebilecek olan bir dizi için Sır Dosyası senaryoları yazdı. Elinde kullanılmamış 26 öykü bulunduğu için bunları bir gün Türkiye’de dizi yapma hayalini hâlâ muhafaza etmektedir.

  2000 yılında Hollandaca olarak yayımlanan De Vierde Ster - Dördüncü Yıldız adlı romanı zamanın ruhunu faş eden ve En Yeni Dünya Düzeni’nin habercisi bir yapıt olarak değerlendirildi.     
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                              
  2001-2004 yılları arasında lise öğrencilerine fizik ve kimya dersleri vererek eski mesleğini yad etti. İkinci kuşak göçmen gençlere Türkçe dersleri verdi.

  2002, 2003 – 2004 yıllarında birçok derneğin bir araya gelmesiyle oluşan ortak panellerin organize ettiği öykü ve Şiir yarışmalarında jüri üyesiydi.

  Türkiye’de 2002 yılında Metros, 2003’te Çözücü, 2004’te Ölümsüz ve 2005’te Yatır adlı romanları (Everest Yayınları) yayımlandı.

  2005 Şubat’ında Türkiye’de ilk kez yayımlanan (Metis yayınları) 1002. Gece Masalları adlı fantastik öykü derlemesinde Bekleme Odası adlı öyküsüyle katıldı.

  2005 yılında UETD-Avrupa Türk Demokratlar Birliği çerçevesinde Hollanda Türk Yazarlar Birliği Başkanı oldu.

Bu süre içinde çeşitli etkinliklerinin içinde en kayda değenleri şunlardır:
2006’da Hollanda’daki ilk Türk think tank’i olan Fikir Yongalama Kulübü’nü kurdu. Yıllarca moderatörlüğünü üstlendi. Avrupa’da benzeri çok az olan bu kulüp şu 2011’de Amsterdam Tartışmaları adını aldı ve şu anda faaliyetlerine devam etmektedir.

2005 yılında Kopenhag Kriterleri’nin yanı sıra Konya Kriterleri’nin de konuşulması gerektiğini savunan bir yazı yayımladı. Arama motorlarından bu konu hakkında kolaylıkla bilgi edinebilirsiniz.

2007 yılı başında yazar Atilla İpek’in teknik yardımıyla ODA Edebiyat ve Felsefe Dergisi’ni kurdu. İki ayda bir yayınlanan dijital dergi bünyesinde özellikle genç yazarları barındırdı. www.odasanat.org’tan eski sayılara göz atılabilir.

2009 yılında Platform Dergisi’nin katkısıyla Hollanda’da Türkçe yazan yazarlar tarihinde ilk kez buluştular. Birinci Türkçe Yazarlar Platformu 30 küsur Türkçe yazan yazarı bir araya getirdi.

  İki politik cinayetin ardından 2002-2006 yılları Hollanda’sının gerilimli havasını, yabancı düşmanlığının körüklenmesini anlatan Muhabbet Evi adlı romanı 2006 yılında Everest Yayınları tarafından basıldı.

  2006 yılında Yemni köşe yazarlığına döndü. Ayda bir kere yayımlanan Hollanda Zaman Gazetesi’nde profesyonel saikle aylık makaleler yazdı. Zamanın ruhunu, Avrupa’da hortlayan ırkçılığı ve suni olarak yaratılmış olan İslamofobi ortamını yansıtan 14 makale yazdı. Daha sonra Yemni’nin yazılarına son verildi. 

  2007 yılında Yemni lise anılarını baz aldığı Durum 429 (Everest Yayınları) kitabını yayımladı.

  2009 yılında Hayal Tozu Gölgecisi (Everest Yayınları) adlı öykü kitabı yayınlandı.  
  O yıllarda çeviri yapmaya başladı. Bernleff’in Buiten is het Maandag- Dışarısı Pazartesi adlı kitabını Türkçeye kazandırdı. Bunu Sandra Roeloff’un Bir İdealistin Anıları adlı kitabı ve 5 ünlü Hollandalı öykücüden birer öykü çevirisi takip etti.

  Yine 2009’da dijital olarak ayda bir yayınlanan Gölge Dergisi’de kısa öyküler yazmaya başladı. Hâlâ devam ediyor. Özellikle Gölge Dergisi sayesinde yazdığı öykülerinin sayısı 100’e ulaşmak üzere. 

  2009 -2011 yıllarında yine eski mesleğine döndü. Hollanda’da Türkçe olarak yayımlanan Platform Dergisi’nde dosya yazıları, denemeler yazdı. Dergi için söyleşiler yaptı. Mizah yazıları döktürdü.

  Bunca değişik iş deneyimi ve medya geçmişi Yemni’ye Avrupa’nın, Türkiyeli göçmen toplumunun nabzını tutma şansını verdi. Batı’nın İslamofobi Tezgâhı, Çokkültürlülük Mavalı, Dinler Arası Diyalog Fesadı, yabancıların temel sorunları, Türk girişimcilerin dinamizmi, yeniden canlanan İpek Yolu, Türkçe icra edilen medyanın gücü, üçüncü ve hatta dördüncü kuşağın vizyonu, Türkiye imajının grafiği, Neo-Oryantalizm, Yeni Haçlı Seferleri, 1. Gladyo ve 2. Gladyo( FETÖ) faaliyetleri gibi meselelere daha derinlemesine bakabildi.

  Yemni 4 Kasım 2012 tarihinde Amsterdam’a ayak bastıktan tam tamına 37 yıl sonra Ha gayret-cumburlop yöntemini kullanarak İzmir’e döndü. 40. yılına girdiğinde Amsterdam’da otuz yıl ikamet ettiği evini boşalttı. Malının mülkünün bir kısmını hibe etti. Kalanını doğaya teslim ederek 6 Kasım 2014 yılında bu hayatta sahip olduğu fiziki nesneleri 1m3’lük bir hacme sığar hale getirdi. Böylece yeni bir mahlas kullanmaya hak kazandı. ‘Bir Metreküplük Adam.’   

  2012 yılında Arafor, Ağrıyan, Zihin İşgalcileri, Sınav Hortlağı, Korkulobin, Zaman Tozları-2 ve Kuşadası’ndan Sevgilerle başlıklı 7 kitap yayımlayarak eski rekorunu aşarak kendini bile şaşırttı.

  2013 yılında ise Nar Kitap’tan 5 kitap yayımladı. Muska, Yatır ve Çözücü’ye yeni baskılar yapıldı. Yazarın listesine iki yeni kitap katılmıştı. 20. kitap İfrit 18.19 ve 21. kitap olan Alsancak Börekçisi.

  2014 yılı yazarın en verimli yıllarından biri oldu. İki roman döktürdü. 2014 yazında yazar Gezi Olayları ve özellikle 17-25 Aralık 2013 tarihindeki Hukuk Darbesi’nin etkisiyle MİT ile FETÖ arasındaki mücadeleyi konu alan Kayıp Kedi adlı bir roman yazdı. Türk edebiyatında roman tarzında bir ilktir. Kayıp Kedi Nisan 2015’te  Kırmızı Kedi Yayınları tarafından basıldı. Yeni Dünya Düzeni’nin müslümanlığı, aile düzenini ve ulus devletleri  yıkmaya yönelik en yeni tezgâhlarını anlattığı Nazarzede Kliniği de Ekim 2015’te  Erdem Yayınları’ndan çıktı.  

 2015’te eski kitaplarından bazıları da yayımlandı. Bunlar: Amsterdam’ın Gülü (2015 – Palto Yayınları) ve Durum 429’dur.

  2016 Martında Ela adlı yapay zekâ romanını bitirdi. Şu anda raflarda. Mart ayında İtibar Dergisi’nin 54. sayısında Üçüncü Kapı adlı medeniyet telakkisi muhteviyatlı makalesi yayımlandı. Aynı derginin Haziran sayısında yine bu bağlamda Balonlu Vadi adlı makalesi yayımlandı.

  Yemni yazı TekinsizX  serisi için kaleme aldığı kısa metrajlı novellaları kaleme almakla geçirdi. Yüzümün Son Kitabı ve Fotonella başlıklı iki kitabı yayınevine teslim etti. Şu anda serinin üçüncü kitabını da bitirmiş durumdadır.  

Kısacası hayat yazı makamında devam ediyor.

                                                                                                                                                                                                     Ekim 2016


Müzmin Bağlantısız biri olarak kısa bir Sadık Yemni Portresi
 Yemni kendini müzmin bağlantısız biri olarak görüyor ve bunun bağımsızlığa düşkün yapısına uygun olduğunu düşünüyor. Kendisinin tuttuğu bir futbol takımı yok. Hiç olmadı. Ülkemizde eğitimle atılan standart format dışında bir ideolojiye kapılanmadı. O bahsi geçen formattan da sıyrılalı, yani Kemalist Matrix’ten çıkalı bir hayli oluyor.

Yazar üst kimliğini ‘Yerli ve Milli’ olarak nitelendiriyor. Bu serbestiyet sayesinde zaman zaman onurlu asgari müştereklerde farklı görüş ve mensubiyetten insanlarla işbirliği yapabildi. Bunlardan en öğündüğü güzel Türkçemizin gurbette yaşatılması ve zengin kullanım kazandırılması amacıyla içinde yer aldığı organizasyonlardır.

Yemni şu anda 2. Kurtuluş Savaşı verildiğini görüyor ve Türkiye’nin bu savaşı mutlaka kazanacağını düşünüyor. Yazar, Anadolu’nun medeniyet telakkisi bağlamında dünyaya edecek sözü olduğuna ve  Yeni Türkiye davasına inanıyor.