Matrix filmi için alternatif bir çözümleme.
Mor Hap
Hapı yutma diye argo bir deyim vardır. Olumsuz anlamda
kullanılır. İnsan hastalanınca iyileşmek için hapı yutmaz mı? O halde hapı
yuttuk denince neden bir şeylerin ters gittiğini düşünürüz? Bizi hap yutacak
hale getirecek bir rahatsızlıktır sözü edilen mecaz olarak. Ya da yıllar
öncesinden ünlü Matrix filmindeki kırmızı ve mavi haplara bilinci örtülü bir
göndermedir. Olur ya!
Matrix filmini hepiniz görmüşsünüzdür. Wachowski
kardeşlerin 1999’da yeni milenyum öncesi dünyayı sarstıkları film. Konusu filmi
görmeyenlerin kulağına bile çalınmıştır bir yerlerde. İki film yeterdi, ama
teslis ve ekstra kazanç adına üç ayrı film yapıldı. Diğer iki bölüm ilkinin
tadını veremedi. Çünkü bütün felsefe cephanesi birinci filmde patlatılmış ve
tüketilmişti.
Matrix üzerine çeşitli yorumlar yapıldı. Filozoflar
dış dünya gerçekliğini sorguladılar. Din bilginleri mitolojik terimleri
hıristiyanlığın, budizmin ve hıristiyanlığın başlangıcındaki sırları bilen
mezheplere gönderme olarak yorumladılar. Bu filmlerin kaçınılmaz olarak
iğneleyici, batıcı, alaycı, rahatsız edici ve nüktedan şekilde verilen politik
yankıları da mevcuttur. Dünyanın nasıl yönetildiğini açımlamaktadırlar.
Filmin konusu özetle şöyledir: Bilgisayar hackeri
Thomas Anderson dünyada sıradan bir yaşam sürmekte ve 1999 yılında yaşadığını
sanmaktadır. Gizemli Morpheus’la tanışınca gerçeğin farklı olduğunu fikrine
toslar. Aslında 200 yıl ötededirler ve akıllı makineler dünyada kontrolu ele
geçirmişlerdir. Bilgisayarlar 20. yüzyılın sahte bir kopyasını
oluşturmuşlardır. Aslında insanlar küçük hücrelerde hapistirler. Bütün bu sahte
hayat ve makineler varlıklarını onların ürettiği biyo enerji vasıtasıyla
sürdürülebilmektedir. Anderson, Neo yani Yeni lakabıyla makinelerin ürettiği
insan kılıklı ajan Smithlerle mücadele etmeye başlar. Dünyayı yeniden
insanların idaresine kavuşturmaktır amacı.
Bu mega bütçeyle üç bölüm halinde gösterilen film çok
ilgi gördü. İnsanlar Matrix’in ana öyküsünde ve Anderson’un mücadelesinde neyi
ilginç bulmuşlardı? Film tekniği gerçekten harikaydı. Bu tek başına yetmezdi.
Bu öyküde bizi çeken neydi? Kırk yıl kadar geriye gidelim.
Ünlü Polonyalı bilim kurgu yazarı Stanislaw Lem
meslekdaşlarından birkaç on yıl önce 1964’te yayımlanan summa techonologiae
adlı kitabında Phantomat(benim serbest çevirimle düşomat ya da hayalmatik) adlı
sanal gerçeklik yaratan bir makineden söz etti. Phantomat’ın içinde yeni bir
hayat seçmek mümkündü.
İnsan böyle bir şeyi arzu eder mi? Eder. ‘Tanrım beni
baştan yarat’ arzusunun şarkılara, romanlara ve operalara konu olmuş çok güçlü
ve yaygın bir duygu olduğu unutulmasın.
Düş otomatı bize sufistlerin daima aradıkları şeyi
vermekteydi. Materyal dünyadan ve ölümlülükten sıyrılma. Sonsuza dek sanal bir
âlemde varolmak. Uyusam uyanmasam derler sıkıntıda olan kimseler. Bunla ölüp
gitmekten çok rüyalara dalıp, hayalmatiğe kapılıp eskisinden çok daha olumlu
bir gerçekliğe, daha keyifli, katlanılır bir hayata ulaşma özlemini
kastederler.
Matrix filminde Anderson böyle bir imkânı kırmızı ve
mavi haplar yardımıyla elde edecektir. Uyku tanrısı Morpheus kendisine hapları
uzatır. Maviyi alırsa eski mutlu sorunsuz, ama sanal olan hayatına dönecektir.
Kırmızı hapı yutarsa gerçekliği adım adım tanıyacak ve insanların yeniden normal
hayata kavuşmaları için mücadele edecektir. Tabii ki kırmızı hapı seçer. Neo
bir seçilmiştir. Bir tür Mesihtir. Kurtarıcıdır.
Matrix yapılmadan önce bu konuları işleyen bazı
filmler vardı. Matrix’in yapılabilmesinde etkin olmuşlardır. Bunlardan biri Matrix’ten
sadece bir yıl önce gösterime giren The Dark City’dir. Karanlık Şehir adlı öykü
Matrix’i izleyicilere hazırlayan en önemli filmdir desek sanırım abartma olmaz.
Öyküsü kısaca şöyledir: Filmin kahramanı John Murdock vahşice işlenmiş
cinayetlerin katili olarak aranmaktadır, ama hafızasını kaybettiği için hiçbir
şey hatırlamamaktadır. Kim olduğunu öğrenmek ve hafızasını yeniden kazanmak
için verdiği uğraşlar sonucunda, insanın düşünce yapısının ne olduğunu
inceleyip beynine hákim olmak üzere gizli deneyler yürüten yaratıklarla
karşılaşır. Bütün şehir, yaşamı sandığı her şey bir simülasyondan ibarettir.
Dark City’den söz edince David Cronenburg’un aynı yıllarda çektiği ExistenZ’i
de anmak lazım.
Bir diğer film de 13 kat, The Thirteenth Floor’dur. Matrix’le
neredeyse aynı zamanda (1999) gösterime girdi. İki bin küsurlu yıllardaki bir
bilişim uzmanı 1930’larda geçen bir simülasyon yaratır. Zaman zaman oraya
yolculuk yaparak gönül eğler. Yarattığı sanal gerçeklik öyle güçlüdür ki, can
verdiği sanal kahramanlar da zekaları sayesinde simülasyonlar yaratırlar.
Simülasyonlar niçin büyük bir titizlilikle planlanır?
Bu mükemmellik arzusu neyi amaçlamaktadır. Kusursuz bir dünya mümkün müdür?
Matrix filminden iyi tanıdığımız ajan Smith bir
sahnede şöyle der: “Birinci Matrix’in içinde kimsenin acı çekmediği, herkesin
mutlu olduğu mükemmel insani bir dünya olarak tasarımlandığını biliyor muydun?
Sonuç bir felaket oldu.”
İnsanın kozaların içindeki enerji kaynağı olarak
kullanılması, çalıştırılması yani, Matrix programının hedefi değildi. Hedef
mükemmel bir dünya yaratmaktı. Kimbilir kaçıncı kez insanlığın mükemmel bir
dünya arayışı hüsranla sonuçlanmakta.
Şimdi zamanımıza hepimizin ittifakla kırmızı hap kürü
yaptığını düşündüğü anlara bir bakalım. İngiliz felesefecisi John Gray, Matrix
filminin çağrıştırdığı durumlar üzerine çok güzel bir deneme yazmıştır.
Zamanımızı çok iyi gören bu denemeden önemli bulduğum birkaç önermeye bir göz
atalım.
Şu sıralar politikaya inanç
önemli ölçüde yokolmuş ve teknoloji dönüştürülmüş dünya rüyasını tek başına
ifade eder hale gelmiştir. Çok az kimse refahın daha adil bölüştürülmesiyle
açlık ve fakirliğin bertaraf edileceğine inanmaktadır. Politikayla ne Irak’ın
işgalini engelleyebildik, ne de açlık sorununu.
Anenevi şekilde süren sosyal kontrol bitip gittiğinde cürümle mücadele için
yerine video kameralarını ikame ettik. Terörizme destek veren ülkelere karşı
akıllı bombalar, hayal kırıklığı ve depresyon gibi insani tepkilere karşı
prozak. Çevreye kafayı takmamak için de walkman ya da MP3.
Matrix insanın daha iyi bir dünya için doğallıktan uzaklaşmış istek ve
arzularının en gelişmiş teknolojiyle kaçtığı bir rotadır.
Matrix kendini sonsuza kadar yenileyebilecek şekilde inşa edilmemiştir. Er ya
da geç kader ya da zaman nedeniyle yokolup gidecektir.
Matrix üzerine yapılan yorumlardan birinde sistem içinde arıza yaratacak bir
kaynağa değinilir. Bu insani serbest iradedir. Kozada yaşayanlar bir sanrı
içinde yaşarlar. Ama bir kez bunun sanrı olduğunu keşfederlerse karşı
çıkabilirler.
Aslında gerçekliğin, problemlerimizin çoğunun çözümsüz durduğu bir pazarı
yoktur.
Matrix filmleri teknolojik sihirin harika bir sanat ürünüdür. Eğer bir
mesajları varsa, bu teknolojinin sihir olmadığıdır. Teknoloji gerçekte insan
hayatını değiştiremez.
Matrix filminde Morpheus’un
hovercraftındaki asilerden birinin adı Cypher’dır. Zamanla insan ve makine
arasıhdaki bitmez tükenmez savaştan yorulmuştur. Bu gerçeği hiç bilmediği,
kozasında mutlu hayatını sürdürdüğü anları özlemektedir. Sonunda aşırı yorulur
ve ajan Smith’le bir anlaşma yapar. Neo’nun yerini ele verecek, bunun
karşılığında sorunsuz eski durumuna, mavi hap yuttuğu zamanlara dönebilecektir.
Arkadaşlarına ihanet eder. Çok kayıplar verdirir ve kendi de telef olur gider.
Az önce sözünü ettiğim
yazar Lem insanların rüyalar âlemini kargaşa ve kavgalarla dolu gerçek dünyaya
tercih edeceklerinden korkmaktaydı. Bu korkuyu simgeleyen Cypher ihaneti
karşılığında sadece eski konumuna dönmeyi isterken, bildiği gerçekliği de
tümden unutmak ister.
Bu mümkün müdür?
Şu anda dünyanın her
yerinde kitlesel medya tarafından oluşturulmuş illüzyon içinde yaşamayı
seçenler vardır. Bunlar sanıldığı gibi tümden mavi hap yutanlar değildirler.
Zamanımızda mavi hap
konumunda kalmak iyice zorlaşmıştır. Kitle iletişim araçları bizi yamulmuş,
anlamı dönmüş de olsa belli dozda bir gerçeklikle bombalar. Bu nedenle
kursaklarımızdan geçen artık mor renkli bir haptır. Yaşanan illüzyonun gerçek
olmadığını, sonsuza kadar devam etmeyeceğini, dahası içinde gaddar bir gerçekliği
sakladığını, barındırdığını biliriz, ama mış gibi yaparız. Bir sabah mış gibi
gerçekliğine uyanacağımızı hayal eder dururuz. Cypherlık yaparak gerçekliği
görmezden gelmeye çabalarız. Markalı giysiler, yeni arabalar, hızlı bir
bilgisayarla kaçış yolunda tutunmaya çabalarız.
Sonra bir an gelir, illüzyon ve kaba gerçeklik
çöker, onların yerini alan şey acımasızca üzerimize abanır.
Başta ekonomik krizler olmak üzere bir çok acil
sorun bize Mor Hap sunmak üzere sırasını beklemektedir.
Neolaşmak değil, iki hapı bir arada yutmak, ama Cypherlaşmamaktır marifet olan. İnsan-ı Kâmil
mor ötesi bir mertebedir.
Amsterdam - 2005
NOT: Bu yazıyı yazdıktan birkaç yıl sonra Slavoj Zizek’in de üçüncü tür
bir haptan söz ettiği bir filmi izledim. İllüzyonun(mavi) ya da
gerçekliğin(kırmızı) değil, illüzyonun içindeki gerçekliği bulmanın önemine
değiniyordu. Bir renk önermiyordu. Aynı zamanlarda aynı noktayı
hissetmişiz. Filmin adı: The Pervert’s
Guide to Cinema – Lacanian Psychoanalysis (2006).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder