93.
Yıl Marşı
“Tank geliyor.”
Nesrin bunu diyen yirmi başlarındaki
delikanlının işaret ettiği yöne baktı. Namlusu onlara çevrik çelik yığını ipini
kopartmış boğa gibi geliyordu. Daha uzaktaydı. Köprünün üstünde öbek öbek
insanlar vardı. İçlerinden biri ‘Allahu Ekber’ diye haykırdı. Diğerleri de
tekbir getirdi.
Tank gelmeye devam ediyordu. Önünde duran boş
arabalardan birinin üstüne çıkıp aracı ezerek yoluna devam etti. Ayakla bir
böceğin üstüne basılması gibiydi. İçeri göçmüş tavan, demir aksamın iniltisi kadının
içine korku salmıştı. Bu yaklaşan şey çok tehlikeli ve delice bir hevesle
işlerini bitirmeye kararlıydı. Dabbe metal canavarını halkın üstüne üstüne
salmıştı.
Nesrin kendi gibi değildi. Normalde zaman
varken kaçması gerekirdi. Bunu yapmak yerine içi öfkeyle dolup taşmaya
başlamıştı. İçini kavuran enerji ağzından kelimeler halinde dökülmeye
başladı.
“Demokrasi uludur. Demokrasi uludur. Ondan
daha güçlüsü, daha saygını yoktur.”
Taretlerin asfaltta çıkardığı sesler
yakınlaşmaya devam ediyordu.
“Mao, Stalin, Lenin ve özellikle Marx adına
dur.”
“Bu tarafa geliyor.”
Gerçekten de ağır kütle onların bulunduğu
yere doğru yönelmişti.
Sağ yanında durduğunu fark ettiği siyah
saçlı, hafif tombulca bir adam, “İlke ve inkilaplar adına dur bari lan! Laiklik
senin belanı versin.” diye bağırdı.
Nesrin krem rengi bermuda pantolon ve beyaz
tişört giymiş adamı bir yerden tanıyordu, ama kim olduğunu çıkaramamıştı. Tank yoluna devam edince, adam umutsuzca, “Böyle
olmaz.” dedi. “Bu nasıl tank be? Vatandaşın, yani bizim sözümüzü dinlemiyor. Hayret
yani.”
Nesrin adama hak verircesine başını salladı
ve “Buraya herkes Che tişörtüyle gelseydi böyle olmazdı.” dedi. Bir yanı böyle
bir laf ettiği için şaşkındı. Buna benzer sözleri eski solcu arkadaşlarıyla
beraberken ve kafaları iyiyken espri olsun diye ederlerdi. Kendini komik duruma
düşürdüğünün farkında olan yanı cayır cayırdı, ama ağzı bu sözleri sarf etmeye
devam ediyordu. Çok tuhaftı.
Adam onunla aynı fikirdeydi. “Doğru.” dedi.
“Nerde ama bizde bu bilinç.”
Nesrin zıt hislerin etkisi altındaydı. “Öyle.” dedi laf olsun diye.
Tankla aralarında on metre kadar mesafe
kaldığında sol tarafında duran iki delikanlıdan biri arkadaşına, “Hakkını helal
et.” deyip tanka doğru yürüdü. Tipi, giysileri akılda kalmayan silik bir
gençti. Arkadaşının gözleri yaşlıydı. “Allahu ekber” diye bağırdı. O kargaşada
bu ses çevrede duyulmuş gibi onlarca kişi ‘Allahu ekber’ diye bağırdı.
Nesrin’in gönlü ve aklı farklı görüşlere
sahipti. Aklı din cinsinden hafiflikleri reddediyordu. Bu zamanda bundan medet ummak salaklığın dik
alasıydı. Gönlündeki kıpırtıysa farklıydı. Küçük çocukken ailesinden, çevresinden
kalan mirasın ışıltısını görüyordu. Aklı bu görme anlarından hoşnut değildi. Neyse
ki uzun sürmüyor ve maneviyatla bağı kopuveriyordu.
Birden inanılmaz bir şey oldu. Tanka doğru
yürüyen delikanlı tankın altına yattı. Tank üzerinden geçti. Civardaki
insanların ağzından ‘Oooo…’ sesleri yükseldi. Nesrin’in yüreği ağzına gelmişti.
İçi acıma dolmuştu. Oğlunu hatırlamıştı. Yirmi yedi yaşındaydı ve şu anda Toronto’da
bu hengâmeden uzakta, esenlik içindeydi.
Tank durunca herkesi şaşırtan bir şey oldu. Az önce
tankın altında kalan delikanlı arkadan çıkageldi. Sapasağlamdı. Tankın önünde
durup onlara baktı ve iki elini havaya kaldırdı. Tank pes etmiş gibi
kıpırtısızdı.
Tam burada Nesrin o sahneden koptu. Çok hızlı
bir kopuştu. Köprüde yanında duran yüzü tanıdık gelen bermudalı adamı
unutmuştu, ama bir şey hatırlamıştı. Önemli bir şeydi belki. Ayaklarında tokyo
terlikler vardı. İlk kez dikkatini çekmişti. Böyle bir terlikle sokağa çıkmazdı
asla. Bir de gözünün önünde küçük bir oda canlanmıştı. Odada dört kişiydiler.
Büro gibi bir yerdi. Metal masa ve üstünde bilgisayar, dosyaların durduğu bir
raf vardı. Beyaz tişörtlü, bermudalı adam oradaydı. Sandalyede oturuyordu ve başını
duvara dayamış uyukluyordu. Yer çok tanıdıktı. Tam neresi olduğunu hatırlamak üzereydi,
çok yakından gelen silah sesleri duyulunca o sahneden de sıyrılıverdi.
Köprüdeydi yine, ama yeri değişmişti. Ortada
tank falan yoktu. Gördüğü şeyler korkunçtu. Hemen önünde bir delikanlı vurulmuş
kanlar içinde yatıyordu. Ölmek üzereydi. Nesrin’in anne kaygısı canlanmıştı
yeniden. Boyu posu benziyor. Oğlu olmasın sakın. Değil. Çünkü oğlu uzakta ve
güvende. Elektronik mühendisi. İşi var. Çalışıyor. Memnun. Ya oysa?
Eğilip yüzüne yakından bakarken hemen iki
metre ilerisinde ayakta duran delikanlı göğsünden vuruldu. Yere düştü. Nesrin
yanına koştu. Kumral delikanlının nefesi kesilmişti. Kehribar renkli tişörtünün
göğüs kısmı kan içersindeydi. “Uçak indi.” dedi ve eliyle bir yeri işaret etti.
Nesrin başını çevirince ateş edeni hemen
göremedi. Sonra köprünün bir direğine tırmanmış olan adamı fark etti. Oradan
ateş edip insanları vuruyordu. Tekrar yaralı delikanlıya baktığında artık nefes
almadığını fark etti. Öfkeyle ne yapacağını düşünürken bazı şeyleri hatırlamaya
başladı.
Yine o büro
gibi yerdeydiler. Adı İhsan’dı krem
rengi bermudalının. O konuşuyordu.
“Darbe şarttı valla, bunlar çok oluyordu. Ayaklar
baş olmuştu. Oylarını artırıp duruyorlardı. Oy almak için başvurmayacakları yol
yok. Yollar, köprüler, hızlı trenler, hava limanları, yeni iş kuranlara mali
teşvikler, maaşlarda iyileştirmeler, faizlerin aşağıya çekilmesi, IMF’nin def
edilmesi ve diğer bir yığın göz boyayıcı işler. Hepsi oy almak için. Avrupa’nın
büyümesi eksilere düşerken yüzde on büyüme. Ne cüret! Cahil millet kanıyor işte.
Bilseler bütün bunlar oy almak için yapılıyor. Bilseler… Bizim gibi olsalar.”
“Şu ünlü aşk yazarı, o erkek olanı, ne dedi? ‘Bunlar
bir seçim daha kazanmamalı. Bunu içerdeki dinamikler engeller’ dedi. Haklı.
Engelliyorlar işte bak. Paralel iş başında. Oh olsun işte. Görsünler şimdi
günlerini.”
Nesrin bu sözleri diyeni göremiyordu. Diğer
üç kişinin yüzünde ‘iyi dedin valla, haklısın canım’ ifadeleri vardı. Ortadaki
küçük masada rakı şişesi, bardaklar, buz kâsesi, kesilmiş kavunlar ona bir
şeyi, esas olan biteni söylemek üzereydi ki, yine kopuverdi sahneden.
Aynı yerdeydi. Tek fark bir gencin daha
vurulmuş olmasıydı. Yarası hafifti. Kurşun sol omzuna isabet etmişti. Yere
yığılmak üzereyken Nesrin uzandı ve delikanlıyı tutarak bunu engelledi.
Kahverengi saçlı, ince bıyıklı delikanlı
minnetle gülümsedi ve “Uçak indi.” dedi.
Nesrin ‘anladım’ dercesine başını salladı. Bu
sözde bir tılsım vardı. Ne olduğunu anlamak üzereydi sanki, ama kulak zarını
zorlayan gürültüler bunu engelledi. Yakından gelen silah sesleri ve bir helikopterin
pervanesini döndüren motor sesi her şeyi kaplamıştı.
Alçaktan uçan bir helikopter insanların
üzerine ateş etmeye başlamıştı. Yaralı genç eliyle yerde yatan polisi işaret
etti. Sağ yanına kıvrılmış hareketsiz duruyordu. Tabancası yerdeydi.
“Tabancayı al.”
“Sen?”
“Abime telefon ettim. Gelip beni alacak.
Hastaneye götürecek. Merak etme. Şurada oturup bekleyeceğim. Al o silahı.”
Nesrin sağa sola vuran mermilere aldırmadan
hamle yaptı ve yerdeki silahı aldı. Tabancalardan anlamazdı, ama filmlerde
gördüğü gibi yaptı. İki eliyle kavrayarak helikoptere doğrulttu. İlk patlama
şaşırtıcıydı. Geri tepmeden etkilenmişti. Sonra tekrar ateş etti. Bu arada
helikopter yer değiştirdiği için atış menzilinden çıkmıştı.
Nesrin elinde şehit polisin silahı etrafına
bakındı. Belleği yeni bir sayfa açmak üzereydi. Durduğu yerden İstanbul’da
olduğunu açıkça görüyordu. Bu bilinç bir başka bilgiyi serbest bırakmak
üzereydi. Hissediyordu.
Tekrar o yere döndü. Bu defa rakı kokusunu da
alabiliyordu. Burası İstanbul değildi. Uyduruk bir şort, tişört ve tokyo
terliklerle durulabilecek bir yerdi. İhsan başını duvara dayamış uyukluyordu.
Boyama sarışın şişmanca bir kadın buğulu gözlerle akıllı telefonunun
ekranındaki bilgileri sökmeye çabalıyordu. Nesrin onun ekrandaki bilgileri tam
manasıyla kavrayabildiğinden şüpheliydi. Diğer adam iri kafalı, bir doksanı aşkın
boylu iri biriydi. Oturduğu yerde başı öne düşmüş durumda uyukluyordu. Uyanınca
boynunu nasıl hissedecekti bakalım.
Dördüncü şahsı göremiyordu. Yalnız onun
olduğu taraftan bakıyordu. Birden belleği diriliverdi. 15 Temmuz’u 16’ya
bağlayan gece burada toplanmışlardı. Burası İstanbul’dan uzakta, Ege
kıyılarında bir tatil sitesiydi. Darbe yapıldığı belli olduğunda sitenin
bürosunda toplanmışlar ve anons yaptıkları hoparlörlerden 10. Yıl Marşı çalıp
sevinç sesleriyle darbeyi kutsamışlardı. Sonra şerefe kafayı çekmeye
başlamışlardı. İlk duble ne kadar lezzetliydi. Sonradan darbenin başarılamayacağı
belli olurken kavunlar pörsümüş, rakı acılaşmıştı. İlk etapta toplanan on-on
beş kişilik grup dağılmış, sadece dört kişi kalmışlardı. Cumhurbaşkanı halkı
sokağa çağırdığında sızmak üzereydi. Bunu hatırlayınca dördüncü şahsı
görebildi. Kendiydi. Ağzı açık horluyordu.
Kulağına tekrar asfaltta çıkan taret sesleri
gelince işe uyandı. Tekrar o köprüye gitmek istemiyordu. Yeterince genç ölü
görmüştü. Oğlu yaşındaki gençleri kanlar içersinde yerde yatıyor görmeye
dayanacak hali kalmamıştı. Bunun için ne yapması gerektiğini düşünürken sağ
elinde tabancayı tutmaya devam ettiğini fark etti.
Nesrin ayağıyla dürterek yatan kadını,
kendini uyandırdı. Kadının gözleri aralandı, mecalsizce baktı. Sonra üzerine
doğrultulmuş silah nedeniyle yüzü panik doldu, ağzı bir şey söylemek için
aralanırken, Nesrin, “Uçak indi.” dedi ve tetiği çekti.
Patlama sihir yüklüydü. Mekân bir anda
değişmişti. Evindeydi. Yatağında yatıyordu. Yüzü tavana çevrikti. Başı çatlayacak
gibi ağrıyordu. Başucundaki komodinin üzerinde duran telefonunu alıp saatine
baktı. Saat onu dört geçiyordu.
Yatakta oturur duruma geçti. Midesi
umduğundan iyiydi şükürler olsun. Beyninin içinde gürültü yapan Bremen Mızıkacıları
için bir hap alacaktı. Banyoya gitti. Yerler ve lavabo kusmukle bezeliydi. Ekşi kokunun mide
öğürtücülüğüne rağmen bu işi yatak odasında yapmadığına sevindi. Kusmuklara
basmamaya çalışarak uzandı ve uzun kollarının yardımıyla lavabonun üstündeki
dolaptan bir ağrı kesici aldı. Mutfağa gitti. Kocaman bir bardak suyla içti.
Kusukları hemen temizlemeli mi? Yoksa aklındaki şeyi mi yapmalı?
Yatak odasında tek parça mayosunu giydi. Mor
havlusunu alarak dışarı çıktı. Site hareketlenmeye başlamıştı. Çocuk arabalı
bir kadın deniz tarafına doğru gidiyordu. Sitenin bakıcılarından kısa boylu
olanı çimenleri suluyordu. Sağındaki komşusu koridorda kahvesini içiyordu.
Onunla selamlaştı ve basamakları indi. Denize doğru yürüdü. Sağında kalan
terasta günün ilk güneşlenmesi yapan üç-beş kişi vardı.
İskelenin başında kendi gibi tek parça mayo
giymiş Jale adlı komşusunu gördü. “Başaramadılar.”
dedi kadın üzgün bir yüz ifadesiyle.
Gece sızmaya başladıklarında da durum aşağı
yukarı belliydi. Darbe başarısız olacağa benziyordu. Allahu ekber kazanmıştı. Köprüde
gençlerin cesaretini ve inancını görmüş olan Nesrin kadına gülümsedi ve “Dün
gece burada yanlış marşı çaldık.” dedi.
“Ne?”
“10. değil, 93. Yıl Marşı olmalıydı.”
Kendinden yirmi yaş daha büyük olan Jale
ablanın kaşları hayretle kalktı, ama nedenini sormadı. Onun anlatmasını
bekliyordu. Nesrin eliyle ‘boşver’ işareti yaparak iskelede yürüdü. Suya inen
merdivenin başında köprüde ayağında olan tokyo terliklerini çıkardı. Deniz çok
berraktı. ‘Gel bağrıma’ diyordu. Kadının içinde minik bir korku belirmişti. Ya
suya dalınca yine o köprüde bulursa kendini. Bu güneşin altında, ufuktaki Eşek Adası’na
bakarak bunları düşünmek saçmaydı, ama akıldışı nabız bu ihtimali işaret etmeye
devam ediyordu.
Merdivenin alt basamağına geldiğinde dizlerine
kadar olan bölgede suyun serinliğini hissetti. Gözlerini yumdu ve suya daldı. Yüzeyin
altında beş kulaç atarak yüzeye çıktığında her şeyin az öncesinde olduğu gibi durduğunu
görerek sevindi. Bu arada başındaki cümbüş suyun serinliği ve ilacın etkisiyle
olacak biraz hafiflemişti.
Gecenin ilerleyen saatlerinde ne olduğunu
bilmiyordu. İpleri kopartmadan önce darbenin başarısız olma yolunda olduğunu
anlamışlardı. Yoksa bu kadar çok içip sızmazlardı. Eve nasıl gittiğini, üç
katın basamaklarını nasıl çıktığını ve kustuğunu hiç hatırlamıyordu.
Birazdan aradaki saat farkını falan boşverip
oğlunu arayacaktı. Sesini duymak istiyordu. Sonra da belki iki yıldır toprağın
altında olan kocasının cadaloz ablasını arayıp halini hatırını sorardı. Ardından
da televizyonu açıp gece boyunca nelerin olup bittiğini anlayacaktı.
Denizden bakarken gördüğü hiç kimse panik
içinde değildi. Güneşlenenlere, terasta çay içenlere, sakin el hareketleriyle
konuşanlara ve tatlı bir kavisle hortumdan çıkarak çimenlerle buluşan suya
baktı. Gece sokağa çıkan halk, hayatlarını feda eden gençler, polisler, milli
askerler, özel timler ve kelle koltukta mücadele veren siyasiler sabah bir
kâbusa uyanmalarını engellemişti. Doğrusu çok esaslı bir marş bestelemişlerdi.
93. Yıl Marşı. Birazdan haberlerde onu duyacaktı.
Eylül 2016