19 Ekim 2017 Perşembe

Nas Oteli (öykü)



Dışarısı kayıp bir rıhtım. İçinde bulunduğum bina son kullanma tarihine toslamak üzere olan bir şilep.
  

Demir almak üzere olduğumuzu hissediyorum da yazacaktım vazgeçtim. Ardından batışa çeyrek var cümlesi gelecekti belki. Nas oteli antetli kenarları kıvrık ve yer yer sararmış kağıdı buruşturup top haline getirerek yatağın üstüne fırlattım.
  Ellerim belimde yatağın ayak ucuyla aynalı konsol arasındaki kırk santim enindeki yerde durdum. Odanın yegane penceresinden görünen sokakta tek bir kıpırtı yok. Hiçbir ses de duyulmuyor. Buradaki bütün sesler dahili. Yan odada öksüren yaşlı adam, üst kattaki tuvalet sifonunun abartılı sesi. Koridorda kaçamak imal edilen üç beş laf. Nadiren bir kıkırdama. Pastel renk cümbüşünün içinden fışkıran bağırtık bir yaşam sevinci belirtisi.
  Konsolun üzerinde duran camdan dökülmüş kül tablasını elime alıp tarttım. Yarım kilo en azından. İçimi çekerek dışarıya baktım. Kül tablasının belli bir ivmeyle camın yüzeyine çarptığı anı düşündüm. Kaslarım çekilmek üzere olan bir tetik gibiydi ki, kapının altından içeri sürülen kağıdın hışırtısıyla gevşedi.
  Cam nesne elimde hızla kapıya doğru yürüdüm. Zarfın üstüne basarak  kapıyı açtım. Sağ yanımdaki oda kapısının önünde genç bir kadın kilidi açmaya çabalamaktaydı. Açık mavi kot pantolon ve tuğla rengi dar bir süveter vardı üzerinde. Ayaklarının hemen dibinde orta boylu beyaz bir deri valiz durmaktaydı. Beni görünce hayretle baktı. Elimdeki kül tablası çok dikkat çekmesin diye pantolonuma bastırdım.
  “Affedersiniz, burada birini... şey yaptınız mı?”
  Kumral saçlı mavi gözlerinin altı biraz mor olan kadın bezgince başını salladı. “Hayır.”
  Zarf şimdi atıldı. Sizden başkası olamaz demek bir işe yaramazdı. Ayrıca çok büyük ihtimalle bu işi yapan o değildi. Yüzünde ne muzip, ne de içten pazarlıklı bir ifade hak getireydi. Aldığım ilk zarf değildi. Getireni görebilmeyi başaramamıştım şu ana kadar.
  “Yeni misiniz?”
  “Evet. Siz?”
  Kadın bunu başını çevirmeden söylemişti.
  “Altı gündür buradayım.”
  “Anlıyorum. Bu kapı... Acaba açmayı...”
  408 numarada bu sabaha kadar hep lacivert takım elbise giyen yaşlı bir adam kalmaktaydı. Bu sabah selamlaşmadan bakışmıştık. Demek ki bu arada oteli terketmişti. Otelin müşterilerinin çoğu kısa kalanlardı. Bir çok kimseyi sadece tek bir defa görmüştüm ve artık yoklardı. Kül tablasını yere ayaklarımın dibine bıraktım ve gidip kapıya takılı pirinç anahtara dokundum.  
  “Azcık kendinize çekmeniz lazım.” Çektim. Anahtar kilitte dönmek istemiyordu. Her nasılsa aklımda kül tablasını elimde tarttığım an geldi. Bu hayal kilidi yağlamış gibiydi. Anahtar sola doğru döndü ve kapı aralandı.
  “Oldu.”
  Kadının mavi gözleri ilk kez yüzümü süzdü. “Çok teşekkür ederim.”  
  Leylak parfümü belli belirsiz hissediliyordu. Saçları biraz yağlanmıştı. Elbiselerinden hafifçe ter, çok kullanılmışlık denebilecek bir koku yayılmaktaydı. Çok uzak bir yerlerden gelmekteydi herhalde. Bir yerden tanıdık duygusu veren bir tipe sahipti. Nereden olduğunu çıkaramıyordum. Otelde şu ana kadar üzerimde bu etkiyi bırakan tek kimseydi.
  “Bir şey değil.”
  Kadın bavulunu alıp içeri girdi. Kapıyı örtecekken durakladı. Kafasını dışarı uzattı.
  “Akşam yemeği kaçta?”
  “Burada... Şey... Bir saat içinde hava kararacak. Siz hazır olunca aşağıya resepsiyonun yanındaki bara gelin. Burada... İçki servise dahildir. Kuru mezeler de fena değildir.”
  “Ben vejeteryanım da.”
  Elimde olmadan sırıttım. “Aşağıda görüşürüz.”
  “Tamam.”
  “Kül tablanızı unutmayın.”
  Eğilip cam nesneyi aldım. Bakışlarımız karşılaştı. Bu defa sırıtma sırası ondaydı.
  Eşikteki zarfı alıp açtım.
  Senin için değmez. Hiç değmez bilesin.
  Bildiğim şeyi bir kez daha ispatlamak için yatağın üstüne fırlattığım kağıt topçuğunu alıp düzledim. Yazılar neredeyse tıpa tıp aynıydı. Z’leri ve H’leri daha farklıydı. Bununla istersem senin yazını aynen taklit edebilirim deniyordu. Esas mesaj buydu. Senle ilgili her hususiyet malum telgrafı gibi birşeydi bu mektup. Benim için niçin değmezdi? Niye durmadan aynı şeyleri yazıp duruyordu? Mesele neydi? Bunun hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu. Şu ana kadar aynı şeyler yazılı aldığım dördüncü mektuptu bu.
  Yatağa uzanıp tavanı seyrederek havanın usulca kararmasını bekledim. Eski günleri düşündüm. Bir dersanede öğretmendim. Özel ders de vermekteydim. Evliydim. En son hatırladığım şey evimdeydim. Yalnız değildim. Biri daha vardı. Bir kadın. Sinir tahriş edici bir sesi vardı. Allah biliyor boğazını sıkıp sesini kesmek istiyordum. Kapı çalmamıştı, ama içeri biri girmişti. Tanıdık yüzlü bir adam. Elinde bir tabanca vardı. Adamın anahtarı olmalıydı. Yoksa nasıl girebilirdi içeriye. Buradan sonrası kopuktu. Oteldeki ilk anlarım bir çeşit milattı.
  Banyoda hızla sakal traşı oldum. Kapımı çektiğimde holde hiç kimsecikler yoktu. Merdivenleri inerken de birine raslamadım. Dört köşe şeklindeki barda on on beş kişi oturmuş laflamaktaydı. İçlerinde beni görünce selam veren çıkmadı. Sadece yeni kapı komşum merakla baktı ve sol eli hafifçe saçlarını düzeltti. Kadının iki yanındaki yanındaki tabureler boştu.
  “Buraya oturabilir miyim?”
  “Tabii. Buyrun.”
  İnce beyaz kazak ve kahverengi etek giymiş kadının önünde uzun ve ince bardakta şalgam suyu ve şekerli yer fıstığı dolu bir tabak vardı. Şekerli fıstık çocukken çok sevdiğim bir şeydi. Bir gün gelip şalgam suyuyla içeceğimi tahmin etmezdim.
  “Adım Fiona.”
 Kadın duş yapmış saçlarını yıkamıştı. O eskimişlik kokusu ve yüzündeki bezgin ifade çekilmişti üzerinden. Gençleşmiş ve dirilmişti. Orta boylu, ince yapılı hoş bir kadındı. Taş çatlasa yirmisinde olmalıydı. Az önceki bir yerden tanıdıklık duygum sürmekteydi, ama bellek arşivimde tık yoktu.
  “Benim de Nazmi. Bu otele ilk kez mi geliyorsunuz?”
  “Evet. Siz?”
  “Sanırım buraya bir kez geliniyor. Sizden önce odanızda yaşlı bir adam kalmaktaydı. Özenli giyinen, bakan eskisi gibi vakur duran biriydi. Bu sabah daha kahvaltıda gördüm kendisini. Öğleden sonra çıkış yapmış olmalı.”
  Fiona öyle olmalı anlamına başını salladı. Sol eli bardağa uzanırken durakladı. “İçeride tuhaf bir şey vardı. Konsolun üstünde. Kül tablasının içinde bir avuç toz duruyordu. Temizlikçi unutmuş olmalı diye düşünüp çöpe attım.”
  Kafamda bir şimşek çakmıştı. Bu tozlardan başkaları da bahsetmişti. Kendim de 406 numaralı odaya geldiğimde konsolun üstündeki kül tablasında bir tutam toz bulmuştum. 
  “O tozları ben de gördüm.”
  Kadın gözlerinde merak ve endişe noktacıkları aynı anda belirmişti. İçkisinden bir yudum alıp yutkundu. Resepsiyon tarafına kaçamak bir bakış fırlatmıştı bu arada. Camlı ön cepheden eğimli sokak görünmekteydi. Kıpırtısız, trafiksiz, sessiz ve tozsuz belki de. Yedi sekiz metre ötede inanılmaz bir test nesnesi durmaktaydı. Şimdi yerimden kalksam bir koşuda kapıya varsam. Açsam ve çıksam. Şimdiye kadar bunu yapan tek kişiyi görmemiştim. Kapı bir sübap gibiydi. Sadece içeri doğru akım vardı. Ara sıra birileri oradan içeri girip aralarına katılmaktaydı. Kendim üç gün önce bunu yapmıştım. Ne geldiğim taksiyi, ne de son günlerde ne yaptığımı hatırlamaktaydım. Bavulumdaki eşyalar iç çamaşırlar, giysiler cinsinden sıradan şeylerdi. Bir ipucu vermemekteydi. Olmayan şeyler ise bayağı malumatkârdı. Kimliğim, ehliyetim, banka kartlarım ve paramın içinde olduğu bir cüzdanım yoktu mesela. Buradaki hayat bedava ya da bir şekilde veresiyeydi. Bu nedenle parasızlık bir sorun değildi. Cep telefonum ve yanımdan hiç ayırmadığım dizüstü bilgisayarım da eksikler listesinin en üstündeydi.
  “Titiz biri değilimdir, ama  o tozlardan etkilendim. Nasıl söylesem...”
  Alt kattaki servise bakan ince uzun boylu bir delikanlıydı. Bakışlarımız karşılaşınca aynısından işareti yaptım.
  “Tiksinti verici bir hali vardı.”
  Fiona’nın gözleri merakla irileşti. “Siz de mi hissettiniz?”
  “Dahası var.” Kadına sokuldum. “Bana kalırsa bu tozlar otelden çıkıştan arta kalanlar.” Dedim alçak sesle.
  Fiona’nın hoş denebilecek yüzünde tek bir inanmazlık ifadesi belirmemişti. “Nasıl yani?”
  “Senin kaldığın odadaki adam ve bavulu.” Dedim.
  “O tozlar canlı demek istemiyorsunuz değil mi?”
  Garson mesafeli bir saygıyla ısmarladığım şeyleri getirdi. Teşekkür ettim. Gözlerini benden kaçırdı. Başıyla bir şey değil işareti yaptı ve yeni gelen iri yarı bir adama doğru yöneldi.
  “Bunun üzerine çok düşündüm. Her gelen bu tozlardan buluyor. Buradan sadece içeriye giriliyor. Çıkış o tozlarla o zaman. Ama canlı değil. Bir başka... Bir başka yere geçerken arkada bırakılan iz gibi. Çok düşündüm. Sezgilerim bunu reddetmiyor.“
   Kadın düşüncelerini toplamak istercesine ağzına birkaç tane fıstık atıp çiğnedi. Ben de onu taklit ettim. Sonra da içkimden ilk yudumumu aldım. Tadı hiç de fena değildi.
Solumuzdaki orta yaşlı çift bir şeye yüksek sesle güldü. Onlara bir göz attım. İkisi de iyi giyimliydi. Adam dışarıdaki gri kış gününe inat krem takım elbise, cam göbeği gömlek giymişti. Kadın da çiçekli bir elbise ve aynı renkte kocaman küpeler. Üç sabahtır kahvaltıda ve akşamları burada karşılaşmamıza rağmen bana karşı kayıtsız davranmaktaydılar.
  “Burası... Burası sizce neresi? Tek yıldızlı bir otele benziyor, ama... “
  “Televizyon 48 ekrandır. Siyah beyaz ve de. Yayın mayın yok. Kar var sadece. Parazit eşliğinde. Günde iki rulo tuvalet kağıdı kullanabilirsiniz ancak. Biterse ertesi günü beklemek zorundasınız. Resepsiyona telefon ederseniz hat çok yoğun biraz bekleyin sesiyle karşılaşıyorsunuz. Her arayışta. İnternet ya da dışa açılan bir telefon hattı da nanay. Kimse kimseyle samimi olmaz. Bizim durumuz gerçekten bir istisna. Sabah kahvaltısı fena değildir. Öğleyin kimse yemek yemez. Acıkmaz da. Akşam burada içki ve aperatif şeyler vardır. Yemek yerine yani. Alkollü bir şeyi ne kadar içerseniz için asla başınız yeterince dönmez. Çakırkeyiflik bile nadirdir. En garibi burada sadece çiftler kendi aralarında konuşur. Öyle toplu sohbet falan olmaz.”
  “Kafam karıştı şimdi.”
  “Buraya gelmeden önce neredeydiniz?”
  Kadın ciddi ciddi düşündü ve içini çekti. “Hatırlamıyorum.”
  “Ben de ilk geldiğim günlerde yakın geçmişi hatırlamıyordum. Üçüncü günden sonra ancak.”
   Bunu derken zihnimde bir sahne patladı. İçeri giren silahlı adamı gördüm. Karşı karşıya durmaktaydık. Ona bir şey söyledim. Yüzündeki tüm tereddütler silindi ve tetiği arka arkaya çekmeye başladı.
    “Bir şey mi oldu?”
    “Sizle konuşurken zihnim uyandı. Evimdeydim. Biri bana... Bir kâbus.”
    “Anlatın isterseniz.”
    Kadına hatırlayabildiğim her şeyi özetledim. Konuşabilecek biri bulmak ne büyük bir nimetti. Dikkatle dinledi.
  “Bu otel, şimdi alıcı gözle bakınca ve sizin anlattıklarınız... Benim de zihnimde bir dirilme oldu. Bir işlev için burada bulunduğumun ayırdına vardım. İnançlı bir insan mısınız Nazmi bey?”
  Kadının bakışları, duruşu bazı şeyler değişmişti. Bakışlarındaki dalgınlık, hayret işaretleri de kaybolmuştu.
  “Bir zamanlar tanrının bahçesinde misafir olduğumuza candan inanırdım. Annem babam dindar insanlardır. Çocukluğum ve ilk gençliğim böyle bir ortamda geçmiştir. Şimdilerde ise  tanrısız, şeytansız ve acımasız bir luna parkta kapalı olduğumuzu düşünüyorum.”
  “Anlıyorum. Bugün son gününüz.”
  Kadının kesin tavırları içimi soğutmuştu.
  “Nasıl yani?”
  “Yarın yok. Ardınızda bir avuç toz kalacak. Siz, bavulunuz ve düşünceleriniz. Bunu nasıl bildiğimi sormayın. Burada sırf sizin için bulunduğumu anladım. Konuşurken zihnimin uyuşukluğu geçti. Bir şeyler yapmalısınız.”
  “Ne gibi?”
  “Zaman dar. Birazdan odanıza çıkın. Eğer bir değişiklik farkederseniz... O neyse, ben bilemem, o minvalden devam edin. Eğer bunu yapmazsanız...”
  “Bir tutam toz olacağım.”
  Fiona gülümsedi. “Değil. Bundan daha berbat bir otele geçeceksiniz. Televizyon 36 ekran olacak belki. Odanız daha küçük ve havasız olacak. Günde bir tuvalet kağıdı. Sabahları kahvaltı sadece. Sizi gören herkes başını diğer yana çevirecek. Bunalacaksınız. Ve sonra daha da dar ve kasvetli bir yere geçeceksiniz. Durdurun bu gidişatı.”
  Bir an kadının bildiği şeyleri herkes biliyor zannına kapılarak çevreme baktım. Kimsenin gizlice bize göz attığı ya da çok bilmiş bir ifadeyle baktığı falan yoktu.
  “Ya odamda bir değişiklik yoksa?”
  Fiona sevecen bir şekilde gülümsedi. Tabureden inerek ayakta yüzüme baktı. “Öyle olsaydı bana ne gerek vardı?” Bardağında kalan son sıvıyı içti. Ve kapıya doğru yürüdü. Büyülenmiş gibi ardından baktım. Benden başka hiç kimse kadının ne yaptığına dikkat etmemekteydi. Kadın döner dış kapıya dokundu. Bana bakarak hoşçakal işareti yaptı. Kapıyı ittirdi. Dönen kapıdan dışarı çıkarak gözden kayboldu. Ardından bir adım atacak oldum ve vazgeçtim. Kimselerin aldırmadığı eyleminden aşırı etkilenmiştim.
  Biraz titreyen bacaklarımla dördüncü kata çıktım. Odamın kapısını açıp içeri girdim. İlk bakışta tıpatıp bıraktığım gibiydi. Sonra o şeyi gördüm. Yatağın karşısındaki duvarda, aynanın hemen üstünde bir çocuk yumruğu büyüklüğünde bir oyuk oluşmuştu. O tarafa gidip parmağımla göğsüm hizasındaki oyuğa dokundum.
  Ayakkabılarının altı kuvvetli bir zamkla taşa yapışık bir çocuğun yaramazlık için bir zili çalması gibiydi.  Bir yere kımıldayamadım ve olay mahallinde bitiverdim. Beleğimin tüm karanlık yerlerinde gün ağarmıştı. Evimdeydim.Feriha’yla, karımla çok fena ağız dalaşı yapmıştık. Çok standart bir sorun nedeniyle. Kredi kartı harcamaları. İkimiz de çalışıyorduk. Çocuğumuz yoktu, kendi evimizde oturuyorduk, ama bu kartlar yüzünden ayın sonunu getiremiyorduk. Evimiz gereksiz eşya müzesi gibiydi. İkimiz de eşit şekilde suçlu olmamıza rağmen birbirimize üste çıkmaya çabalıyorduk. Derken sağ elim tokat olup karımın yüzüne iniverdi. Bir kere daha. Karım öfkeyle yüzümü gözümü tırmaklamaya başlayınca güreşiyormuşuz gibi sarıldım. Birlikte yere yuvarlandık. Bu beni heyecanlandırmıştı. Birkaç kez böyle bir durumdan sonra seviştiğimiz olmuştu. Yine onlardan birine doğru yuvarlanıyor gibiydik. Ama yanılmışım. Üzerinden elbiselerininin neredeyse tamamını çıkarmama razı geldikten sonra birden yumruğunu yüzüme indiriverdi. Feriha haftada iki kez tenis oynayan otuz yaşında güçlü kuvvetli bir kadındı. Ben de Terminatör tipli biri değildim. Ardından bir daha. İkinci yumruk burnuma inmişti. Parmağımın ucunda kanı görünce ben de ona vurmaya başladım. Önce direndi. Sonra gücü kesildi. Yaşlı gözleri öfkeyle yanıyordu. Ağzının içinde kan vardı. Neyse ki, susuyordu. İçimde hayvanımsı bir enerji büyümüştü. Her şeyi yapabilirdim. Kadını öyle bırakıp banyoya gittim. Yüzümü yıkadım. Kanayan burnuma pansuman yaptım. Çok pişmandım. Bu gece bir arkadaşımda kalmaya karar vermiştim. Bir süre görüşmesek iyi olacaktı.
   Geri döndüğümde Feriha bıraktığım yerde üzerinde sadece beyaz bir külot yatıyordu. Keşke iş bu raddeye varmasaydı da sevişerek barışsaydık diye düşünürken kapı açıldı. Gelen Feriha’nın babasıydı. Bir blok ötede oturuyorlardı. Dairemizin anahtarının bir kopyası onlarda dururdu. Böylece anahtar kaybı gibi durumlarda sokakta kalmazdık. Ben banyodayken Feriha adamı aramıştı demek ki.
  “Ne oldu kızım?”
  “Nazmi.”
  Adımın tek bir kez söylenmesi adama ne kadar çok şey anlatmıştı. Feriha’nın ağzından süzülen kanlar, dalaşırken çizilen derisi, şakağındaki morluk ve çıplaklığı zor bir sahne yaratmıştı.
  “Ulan orospu çocuğu ne yaptın kıza?”
  Kayın pederi daha ilk tanışmamızda sevmemeye karar vermiştim. Belediye’de zabıta müdürlüğünden emekliydi ve bayağı sinirli bir mizaça sahipti. Otoriter bir yapısı vardı. Asabiydi. Kızıyla evlenmemi istememişti. Kızını bana layık bulmadığını ima eden minik laf sokuşturmalarının sayısı belirsizdi. Bazı küçük şeyler zamanla birikir ve çirkef topağı olur. Kötü biri değildi. Keyfi yerinde olduğunda hoşsohbetti. Eli açıktı, ama her hareketi gıcığıma gider hale gelmişti zamanla. Bu lafını ortamın ağırlığı nedeniyle affedebilirdim yoksa.
  “Orospu senin anandır götveren.”
  “Ulan sen ne diyorsun?”
  ”Irzıma geçmek istedi baba.”
  Feriha’nın ateşin üstüne benzinle gitmesine şaşarak kadına baktım. Yüzünde hınç dolu ifadeyle doğrulmak isterken öksürdü. Ağzından fışkıran kanlar karnına ve göğsüne saçıldı.
  Adamın elinde daha önce defalarca gördüğüm smith&wesson tabanca belirdiğinde öfkem bu tehlikeden sakınabilecek taktiği uygulamamı engelledi.  Kayınpederin tabancası ruhsatlıydı. Çok eskiden kalma bir mesele nedeniyle sık sık silahlı gezerdi.. Bu yaptığım büyük bir hataydı yani. Dedim ya küçük şeyler zamanla birikir.
  “Bak seni uyarıyorum.”
  Birden Fiona’nın yüzü belirdi gözümün önünde. Otelin kapısından çıkmak üzereydi. İki avucunu göstererek burada kes işareti yaptı. Kayınpederimin terli yüzüne, tabancayı tutan elinin hafifçe titremesine baktım. Hatırlamıştım. Adama “Kızından sonra karını da test edeceğim.” Demiş ve kurşunlarla sarmaş dolmaş olmuştum. Tuhaf bir süreçti. Ben burada ölünce adam hapse girmiş. Daha birinci yılı dolmadan bileklerini keserek intihar etmişti. O intihar edince çeşitli hastalıklarla boğuşan kayınvalde de ölmüş, Feriha’yı ortada bırakmıştı.
Sadece Feriha değil bana çok ihtiyacı olan alzaymırlı annem de ele güne muhtaç duruma düşmüştü. Faciaydı.
  Ben ölmüş gitmişsem bunları nasıl bilebilirdim? Nas oteli neciydi o halde? Bunları düşünürken kurşunların namluyu terketmek üzere olduğun hatırlayıp silkindim.
   “Özür dilerim peder bey.”  Dedim. “Bir an kendimi kaybettim. Özür dilerim senden de Feriha. Hatalıyım.”
  Bembeyaz kısa saçlı adam sözlerimden etkilenmişti, ama damarlarında çığlıklar atarak gezen  hınç nedeniyle yine de tetiği çekti. Kurşun sol omuzumun üstünden geçerek duvara saplandı. Adamın silah tutan eli aşağı inince rahat bir nefes aldım. Feriha da çok korkmuştu. Yüzü pişmanlık bezeleriyle kaplıydı. Dönüp duvara baktım. Büfenin aynasının hemen üstünde bir çocuk yumruğu kadar bir çukur oluşmuştu.
  Neyse ki, üst kattaki komşu biraz sağırdı. Alt kattaki de evde değildi herhalde. Silah sesi sorun olmadı. Feriha bir hafta baba evinde kaldı. Sonra barıştık yeniden. İkimiz de o gün hangi belanın üzerimizden atladığını unutmayalım diye duvardaki oyuğu kapatmadım. Üstüne küçük bir yağlı boya tablo astım. Da Vinci’nin Son Yemek tablosunun minik bir reprodüksüyonuydu. Lütfen bu seçimim nedeniyle beni kategorize etmeyin.
  Daha sonra küçük bir araştırmayla bazı şeyler keşfettim. Fiona, Feriha’nın kolejdeyken baş rolü oynadığı bir oyunun ismiydi. Saçlarını boyamıştı bu rol için. Benim konuştuğum Fiona’nın aynısıydı. Açık mavi kot pantolon ve tuğla rengi dar bir süveterle sahnede fotoğrafları vardı. Rol icabı kullandığı beyaz deri çantaya bayıldım. Feriha’nın Okul numarası da 408’di. 406 mı? İlk onu bulguladım. En çok borcumun olduğu bankadaki hesap numaramın  son üç rakamı.
  Nas oteli son anda bir beladan geri dönebilme yeriydi sanırım. Annesini, babasını ve kocasını kaybeden karım Fiona adıyla ziyaretime gelerek beni ve ailesini kurtarmak istedi ve başardı. Bunların hiçbirini kendi bilmiyor. Bilse ima ederdi en azından. Bilinç altında oturan daha derin Feriha’nın işi bu.
  Bana Nas otelinde zarfları yollayansa kendi karanlık bölgemdi. Bela paratönörüm. Kronik suçlu kalmak isteyen yapıbozumcu yanımdı. Z’leri ve H’leri de arızasız yazabilseydi şimdi 36 ekran televizyonlu bir odada daralıyor olurdum belki.
  Bu akşam evliliğimizin üçüncü yıldönümü. Karıcığıma bir sürü hediye aldım. Kredi kartıyla tabii. Duvardaki oyuğun arka plan hikayesini duymak için daha 22 yılcık beklemesi gerekiyor.
                                                                                                                                       Amsterdam   Mayıs 2010
                                                 --------------------------