Ah!
Öyküleri: 2 Son Sefer
Nasib Öğretmen ve bir günlük Fatima bebeğe
Küçük
çocukları küçük kurşunlarla öldürürler, değil mi anne?
Bir Boşnak çocuğun sorusu
Bulunduğum yerden
büyük bir oyun bahçesi ve onu çevreleyen dört katlı binalar görünüyordu. Mimari
olarak farklıydılar. Daha önce ömrümde hiç bulunmadığım bir yerdeydim. Hemen
önümde köşede kaldırımda yüzü bana dönük uzun boylu bir adam duruyordu. Onun
beş metre kadar arkasında karşı kaldırıma bir minibüs park etmişti. Bakımlıydı,
ama bayağı eski bir modeldi. İçindeki kıpırtılı silüetlere bakılırsa içi
doluydu.
“İyi geceler bayım.
Sizi kategorize edemiyorum. Sorduğum için özür dilerim. Bu sokakta mı
oturuyorsunuz?”
Krem rengi pantolon,
bordo renkli tişört giymiş, bembeyaz kısa saçlı adam yetmiş başlarında falan
olmalıydı. Sokak lambasına çok yakın durduğumuz için mavi gözlerindeki hafif
yollu tedirginliği görebilmekteydim.
“Benim için de bir
sürpriz.” dedim. “Burası neresi? Hangi şehir yani?”
İri yarı adam içini
çekti. Yüzümden dalga geçip geçmediğimi sezmeye çalıştı ve sonunda “Amsterdam.”
dedi.
“Gerçekten mi?”
Şaşkınlığımın
samimiyet derecesinden etkilenmişti. “Buralı değil misiniz?”
“Değilim. Hayatımda
Amsterdam’da sadece iki gün bulundum. Rijks Müzesi, Van Gogh Müzesi, Dam Meydanı,
Kırmızı Işıklar ve bol bol bira. Bütün hatırladığım bu. On yıl önce falandı.
Karımla henüz boşanmıştık. Bekârlığımın tadını çıkartıyordum.”
Yaşlı adam
gülümsedi. “Burası şehrin doğusu. Başkan Brand sokağı. Afrika semti derler
genel olarak.. Amsterdam’da sadece iki gün kalan bir turistin buraları
bilmemesi çok normal. Biliyor musunuz, aslında önce sizi görev teslimatı için
gelen bir stajyer sandım, ama bu pek mümkün değil. Çünkü bu gece... Şimdilik
seferlere ara veriyoruz. Bu minibüs sonuncu olacak.”
“Bir önceki adımım
buradan binlerce kilometre uzaktaki bir şehirdeydi.” dedim. “Tıpkı şu anda
olduğu gibi geceydi. Orada bir rüyadaydım ve bunun yarı bilincinde ‘bakalım
şimdi ne olacak’ beklentisiyle bir sokakta yürüyordum. Saatime yeni baktığım
için biliyordum. Neredeyse sabahın dördü olmasına rağmen sokak bayağı doluydu.
Cıvıl cıvıl bir yaz gecesini soluyordum. Bütün dükkânlar açıktı. Eskiden bakkal
dediğimiz küçücük bir marketin önündeki tel sette duran gazetelere bakmak için
durmuştum. 11 Temmuz Perşembe gecesini Cuma sabahına bağlayan anlardaydım.
Başlıkların bir çoğu 18 yıl önceki Srebrenitsa katliamıyla ilgiliydi.”
“Yani uyanmak yerine
bir rüyadan buraya geçişlendiniz?”
“Sanırım öyle.”
“Çok ilginç.
Genellikle insanlar şu minibüsü fark etmeden geçip giderler. Bir taksi
neredeyse tamponları minibüse değecek kadar yakın durur. İçinden çıkanlar
başını bile çevirip bakmaz. Şoför müşteriyle yaptığı kilometreyi taksinin seyir
defterine kaydederken burada olan bitenlerden öyle uzaktır ki. Neden tam şurada
iki metre arkada durduğunu sorgulamaz. Buradan geçen hiçbir araba, motor ya da
bisiklet minibüse çarpmaz; hemen dibinden geçmez. Bütün farkındalıkları bu
kadardır. Neden yaptığımızı bilmediğimiz binlerce davranıştan biri olarak
kalır. Komşular da on sekiz yıldır burada süregelen faaliyetten bihaberdir.
Beni burada kaldırımda dikiliyor görürler, ama zihinleri bunu süreklilik
şeklinde algılamaz. Çünkü benden hiç şüphelenmezler. Neden haftada bir gece
sabah gün ağarana kadar burada durduğumu kafalarına takmazlar. Bazen bir köpek
işi çakar.“ Adam gülümsedi ve solundaki dairelerden birini işaret etti. “Şurada
ikinci katta yalnız oturan benim yaşlarımda bir adam var. Benden yirmi santim
kısa, ama kilomun iki katı cüsseye sahip. Eski bir saksafoncu. Çok şirin bir
köpeği var. Rus finosu diyorlar ya. O tip. Adı Moody. O, beni de minibüsü de,
içindekileri de görüyor. Hiç hırlamaz. Minibüsün yakınlarında asla pislemez.
Çok ilginç bir şey kokluyormuş gibi buralarda oyalanır. Adam da çok soğuk ya da
yağışlı bir hava yoksa üstelemez. Belki köpeğin antenleriyle bir şeyler
hissediyordur o da. Bana ‘iyi geceler’ der. Birinci kez yanımdan geçerken.
Dönüşte ise çoğu kez görmezden gelir. Çünkü selam verirse burada gece sabaha
karşı yağmurun altında ne yaptığımı soracağından çekinir. Haklı. Özür dilerim
size kendimi tanıştırmadım. Adım Gerard.”
Adımı söyleyip
adamın uzattığı elini sıktım.
“ Adınız ne çok şeyi
açıklıyor, ama benim en çok merak ettiğim nokta bir rüyadan buradaki gerçek
dünyaya ayak basabilmeniz. Rüyanın içinde rüyaya tamam derim de, iki gerçek
mekân arasında bir rüyanın köprü durması durumuyla ilk kez karşılaşıyorum.”
“Benim için de bir
ilk.” dedim.
“Bir dakika ya...
Biz hangi dilde konuşuyoruz?”
O kadar doğal bir
şekilde zorlanmadan konuşuyor ve söylenenleri anlıyordum ki bu garabeti ben de
o söyleyince fark etmiştim. “Ben kendi
ana dilimi konuşuyorum.” dedim.
Gerard şaşkınlıkla
başını salladı. “Ben de.Vay canına. Ne jübile akşamı ama!”
“Burada tam olarak
ne yapıyorsunuz?”
“Şu gördüğünüz
minibüs Srebrenitsa’ya gidiyor. İçindekiler de yolcular. Şurada biraz ileride
Bulgaristan’a yolcu götüren bir minibüs kalkardı. Gece yarısı Bulgarlar araca
biner ve memleketlerine doğru yola çıkarlardı. Ucuz tarifeyle. Genellikle cuma
akşamları. Srebrenitsa seferleri ise salıyı çarşambaya bağlayan gecelerde
yapılır. Bana gelince... Bir gün evde Martha’yla, karımla yemek sonrası
kahvesini içiyorduk. Wormerveer’de. Biraz kuzeyde küçük bir yerleşim yeridir. Ansızın
bir düşünceyle doldu zihnim. Bir ses buraya gelmemi söylüyordu. Sesi dinlerken
bu sokağı ve bu minibüsü gördüm. Aslen Wormerveerliyim, ama Amsterdam’ı iyi
bilirim. Yine de burayı bulabilmek için oğlum Jan’ın çizimlerini kullandım.”
“O nereden biliyormuş?”
“Jan o tarihten
birkaç ay önce motor kazasında ölmüştü.”
“Toprağı bol olsun.”
“Sağolun. Güneşli
bir Pazar günüydü. Şubat sonunda uzun ve gri kış günleri sıkıcı yüzünü
gevşetmiş ve güneş açmıştı. Öğlen motorla evden çıktı ve geri dönmedi. Akşam
dönüş yolunda bir arabayla çarpışmış. Olay yerinde öldü. Onun güncesini
karıştırırken bu sokakların kurşun kalemle çizilmiş bir şemasını gördüm.
Altında ‘Sıra bana geliyor’ yazılıydı, ‘bana‘nın altını çizmişti. Tarihi de
yazmıştı. 8 Nisan gecesiydi. 8 Nisan
2008.“
“Anlıyorum.”
“Martha ile kırk
dört yıldır evliyiz. O gece nedenini bilmemesine rağmen Amsterdam’a gitmek
istememi çok anlayışla karşıladı. Jan ölmüştü, ama sevgisi aramızda bir tümsek
gibi duruyordu. Çok sevilen birinin kaybı bazı şeyleri mazur kılar. Neyse...
Sizin durduğunuz yerde birisi gelmemi bekliyordu. Uzun boylu, kırk ortalarında
zayıf bir tipti. Avurtları çöküktü. Ayakta zor duruyordu. Hastaydı. Çok
hastaydı. Srebrenitsa’da görev yapan BM askerlerinden biriydi. Teğmenmiş.
Pişmandı. Çok pişmandı. Bana minibüsü gösterdi. Durumu izah etti. Adam
kanserdi. Birkaç haftalık ömrü kalmıştı. Görevi bana devrediyordu. Telefon
numarasını da verdi. O gece bana staj oldu.
Teğmen üç hafta yaşadı. Her sefer sonrası onu arayıp tekmil verdim.
Dördüncü kez aradığımda telefonu kimse almadı.
Üçüncüde bilinci aldığı ağrı kesiciler, morfin nedeniyle iyice kısıktı.
Güç bela kim olduğumu hatırlamıştı. Aradığım için çok sevinmişti. Ağladı
konuşurken. Ben de ağladım.”
“Jan da mı askerdi?”
Tam Gerard bir şey
diyeceği sırada genç bir çift sağımızda kalan köşeyi döndü ve bize doğru
yürüdü. Yirmi başlarında taze sevgililerdi. Adımları sabırsızlık yüklüydü.
Yanımızdan geçerken bizi hızlı ve sıradan bir merakla süzdüler.
“Onlar da sizi
gördü.”
Bunu ben de fark
etmiştim. Genç bakışlar benim suretimi de yalamıştı. Başımla onaylayıp geçenlerin arkasından
baktım. Başlarını geriye çevirip çevirmeyeceklerini merak ediyordum. Buna
niyetleri yok gibiydi. Daha ciddi bir mevzuya odaklandıkları belliydi.
“Komşular. Hemen
şurda oturuyorlar.”
Gençler Gerard’ın
işaret ettiği yere girip gözden silindiler. Sokaktaki tek hareketlilik bu
değildi. Parkın diğer ucunda bir taksi durmuştu. Yolcu indiriyordu.Islıkla bir
melodi çalan orta yaşlı, uzun saçlarını arkadan bağlamış bir adam bisikletle
bulunduğumuz sokaktan geçip gitti. Sapsarı bir tişört ve siyah kot giymişti.
Gerard’ın yüzü
nostalji lambalarını yakmıştı. “Beetje
verliefd. “ dedi. “Andre Hazes adlı ünlü bir şarkıcımızın unutulmaz parçası.
Seksen başları. Biraz Âşık. Bu parça bir ara dilimden hiç düşmezdi. O da yıllar
önce öldü. Amsterdamlıydı.”
Bu ismi hiç
duymamıştım. Bunu düşünürken bana göre sol ileriden birisinin bize yaklaştığını
gördüm. Diğer gelip geçenlerden farklıydı.
“Bu bir yolcu.” dedi Gerard.
Uzun boylu, zayıf
yapılı otuz yaşlarında bir erkekti. İki günlük sakallı yüzünde huşu veren bir
dinginlik vardı. Uzun kollu uçuk mavi bir gömlek, sol dizi yırtık lacivert kot
kumaştan bir pantolon vardı üzerinde. Mokasen ayakkabıları iyice eskimişti. Yanımızdan
geçerken bize bakıp gülümsedi ve başını eğerek selam verdi. Biz de aynı şekilde
mukabele ettik. Adam minibüse bininceye kadar bakışlarımızla takip ettik.
Ensemdeki kıllar diken diken olmuştu.
“Jan orada askerdi.”
dedi Gerard bir ton daha alçak bir sesle. “Thom’un emrindeydi. Radko’nun
yaptığı katliama tanık oldu. Öldürülen sekiz bin küsur Boşnak’ın sağlık ve
esenliği onlara emanetti. Bir şey yapamamanın acısıyla kahroldu. Srebnenitsa’dan döndükten sonra bir daha asla
aynı insan olmadı. İçinde bir şeyler eksilmişti adeta. Bize neredeyse hiçbir
şey anlatmadı. Motora binmeyi severdi. Dayısına çekmiş. Martha’nın abisi de
öyleydi. Sayısız kaza, sayısız kırık ve sıyrığa rağmen yaşıyor hâlâ. Elli yıl
motora binmişti. En sonuncu motorunu Jan’ın yirmi beşinci yaş gününde hediye
etmişti. Bir Kawasaki’si vardı. Onun jübilesiydi. Jan motora gözü gibi baktı.
Ve sonra bir gün...”
Eliyle boş ver
anlamına bir işaret yaptı, ama dili buna uymadı.
“Oğlum son yıllarda
çok içiyordu. Nişanlısından ayrılmıştı. dikkati dağılmış olmalı. Bizim küçük
bir nakliye şirketimiz var. Orada çalışıyordu. Sıkılınca ya bir kenara çekilir
ya da motora atlayıp Almanya’ya, İtalya’ya falan giderdi. On bazen on beş gün.
Dönüşte hayata yeniden katlanabilir durumda olurdu. Yüzü az da olsa gülerdi.
Böyle anlarda içimde umut yeşerirdi. Gençti ve ömründe daha uzun bir ömür
vardı. Tek çocuğumuzdu.”
Gerard sözlerine ara
verince kalbimde acısını paylaşarak minibüse baktım ve “Kim bu yolcular?”
dedim.
Adam bildiğin şeyi
niye soruyorsun tavrı takınmadı ve “Belgeselleri ve o zamanda kalan kayıtları
izlemişsindir.” dedi. “Beni en çok yaralayan şey o küreklerdi. Ne çok kürek vardı. O kürekleri tutanların yürekleri taşlaşmıştı.
O sırada. Belki bir süre daha. Ama zaman taşı
bile etkiler. Ufalar, toza dönüştürür. Bazı hallerde de bir nebze de
olsa telafi etme şansı verir.”
“Doğru. Ne zamandır
var bu seferler? 1995 Temmuz’undan bu yana mı?”
“Evet.”
“Benden önceki
teğmen anlattı. Ondan önceki refakatçi
bayağı yaşlı bir kadınmış. Amsterdam’da oturuyormuş. Pijp adlı semtte. Buraya
yakın. Adı Helena. Eski Yugoslavya’daki askerlerimizle dolaylı dolaysız bir
ilişkisi yokmuş. Bir Boşnak komşusu varmış. Hikâyeyi ondan dinlemiş ve
etkilenmiş. Helena ikinci refakatçiymiş. O da birinciden devralmış işi. Birinci
benim yaşlarımda bir adammış. Hans. Onun da oğlu askermiş Srebrenitsa’da.
İntihar etmiş. Geriye döndükten dört ay sonra. Hapla. Ölmemiş, ama üst katı
dağıtmış bayağı. Adam dolmuşun yerini rüyasında görmüş. Hans tam altı yıl
refakatçilik yapmış. Sonra bir kafede gazetesini okurken kalp krizinden gidince
yerini Helena almış. Dört yıl. Helena
seksen yedi yaşında tükenerek ölmüş. Teğmenin sıhhi durumu ancak üç yıla
yetmiş. Son beş yıldır da ben bakıyorum bu işe. Benim de işimi ölümle bırakmam
lazımdı, ama bu gece sonuncu sefer.
“Bunu nereden
biliyorsunuz?”
Gerard’ın bunu
sormamı beklediği belliydi. Eliyle bana az önce genç çiftin gittiği
kaldırımdaki bir şeyi işaret etti. “Orada bir işaret var. Gelin göstereyim size.”
Birlikte on metre
kadar yürüdük. Köşeye beş metre kala durduk.
“Bakın burada.”
Gerard’ın
parmağının ucunun işaret ettiği şey kalbime önce korku saldı, sonra da kesif
bir umutsuzluğun bayıcı etkisini hissettim. Yerde hemen ayağımın dibinde duran şey
sert plastikten yapılmış bir oyuncak bebekti. Sarı saçlı, mavi elbiseli bir
kızdı. Ağzı kulaklarına kadar kesilmişti. Korkunç bir kinin, katran gibi
katılaşmış acımasızlığın sembolüydü adeta. Midem buz gibi olmuştu. Bu bebeği
kesen elin yüklendiği cinnet BM askerlerinin sözüne ve şerefine güvenmiş kadın,
erkek, çocuk, bebek, binlerce silahsız insanı katletmişti.
Bu bebeği ilk kez
görüyorum. Oğlumun güncesinde resmi çizilmiş ve ‘Son Sefer’ yazılmıştı. Jan
seçilmiş biriydi. Kazada ölmeseydi şimdi burada onunla konuşuyor olacaktın.”
Başımı salladım ve
sessiz kaldım.
“Sayılar da
tutuyor.” dedi Gerard. “8372 adet ölü varmış resmî rakamlara göre. Bu minibüs
şoför de dahil 11 kişi alıyor. Son 15 yılda her hafta 11 kişi ne eder? 8500
yuvarlak hesap. Bu gece son sefer.”
Hesaba aklım
yatmıştı. “Makul bir açıklama.” dedim. Gözümü bebekten alamıyordum
Gerard sol ayakkabısının
ucuyla bebeği işaret etti ve “Bu ağzı kesik bebek burada kalacak. Plastiğin
doğadaki dayanma ömrü kadar.” dedi.
Bebeğin çok direngen
bir yapısı olduğunu hissediyordum. Adam haklıydı. Minibüse baktım. ve “Kaç
yolcu eksik acaba?” dedim.
“Alışkanlıkla
sayarım. Bir yolcu eksik. Gelir birazdan. Minibüsler daima güneş doğmadan az
önce kalkar.“
“Nereye gidiyorlar
acaba?”
“Bunca minibüsün
toplandığı yeri hiç merak etmiyorum.”
Ben de etmiyordum,
ama bunu söyleyemedim. Gerard’ın sözü biter bitmez köşede bir silüet
belirmişti. Bir erkekti. Topallıyordu. Kucağında bir şey tutuyordu. Dikkatle
baktım. Kundaktı sanki. Biraz yaklaşınca doğru tahmin ettiğimi anladım. Kısa
saçlı, orta boylu, değirmi yüzlü genç bir adam yanımızdan geçti. Kucağında yeni
doğmuş bir bebek tutuyordu. Bize gülümsedi ve “Fatima bebeği götürüyorum.”
dedi.
Ona sessiz kalarak
ve başımızı sallayarak karşılık verdik. Sanki bunu yapmak için Gerard’la
anlaşmış gibiydik. Adam topallayarak gidip minibüse bindi.
“Gel gidelim biz de.
Son sefer için bir katkım var da.”
Minibüsün yanına
gittik. O sırada ileriden gelen bir araba bizim tarafa döndü ve aynı hızla
yoluna devam etti. Köşede birkaç saniye bekledi. Sağa dönüp görüşümüzden çıktı.
Arabayı kullanan orta yaşlı bir kadındı. Bize hiç dikkat bahşetmeden geçip
gitmişti.
Gerard pantolonunun
sol cebinden parlak bir şey çıkardı.
“Bu Jan’ın
madalyası. Metale bağlı şeridi ben çıkartmadım. Jan yapmış olmalı.”
Gerard’ın gözleri
dolmuştu. Minibüsün açık duran kapısına yaklaştı. Dördü kadın çeşitli yaşlardan
yolcu bize hafif yollu ilgiyle baktılar. İçlerinden dostça gülümseyenler oldu.
Fatima bebek en arkada oturan hafif topluca bir kadının kucağındaydı. Hunharca
öldürülmüş on iki canı bu kompozisyonda görmek inanılmaz derecede yürek
burkucuydu. Ben de gözyaşlarımı tutamaz haldeydim.
Gerard madalyayı kapı
hizasında oturan topluca bir kadının ayaklarının altına attı. Kadın adama
bakarak gülümsedi. Birkaç saniye sonra kapı kapandı ve seksenlerde pek muteber
olan minibüs hareket etti. Hiç motor sesi gelmiyordu. Buna şaşan yanım maddi
hayatla besleniyordu.
“Radko Mladic’in
temsil ettiği kıyıma katılanları tanrı affetsin.”
Sol elimle
yanaklarımdaki ıslaklığı silerken, “Amin.” dedim.
Gerard’la ayrılma
zamanı gelmişti. Elimi uzattım. El sıkıştık.
“Son Sefer’e tanık
olmanıza bakılırsa aklımdaki son şeyi size sorabilirim.”
Merakla yüzüne
baktım.
“Jan’ın defterinde
bir not vardı. AH! Bunu bebeğin resminin altına üç kez yazmıştı. Bunun ne
olabileceği hakkında bir fikriniz var mı?”
“AH çekilen bunca
acının ortama saldığı enerji olmalı dedim. Aramızdaki dil engelini kaldıran ve
minibüsün lastiklerini döndüren güç. Aklıma başka bir şey gelmiyor.”
Bu izahat Gerard’a
yetmişti. İçini çekti ve sağ elini kaşına değdirerek bir selam çaktı. Aynı
şekilde karşılık verdim. Yaşlı Hollandalı dönüp son yolcunun geldiği yöne doğru
yürüdü. Hıçkırarak ağlamanın eşiğinde olduğu için selam sabah işini kısa
kesmişti. Arabasını ana caddeye park etmiş olmalıydı.
Onu izlerken
parmağım bir şeye değdi. Bir gazetenin ön sayfasıydı. ‘Acımasız Katliamın
Yıldönümü’ başlığını atmıştı.
Rüya atmosferime
geri dönmüştüm. Evimi, yatağımı ve yaşama tutunmuş bedenimi bulmama az
kalmıştı.
Çeşme – Temmuz 2013